expr:content='data:blog.isMobile ? "width=device-width,initial-scale=1.0,minimum-scale=1.0,maximum-scale=1.0" : "width=1100"' name='viewport'/> Kübra Türker Kitapları: Aşkın Nazlı Hali - Bölüm 12

Aşkın Nazlı Hali - Bölüm 12

 

Bölüm 12

 Bir dikişli kısmı diğerinin üzerine getirdi ve tam anlamıyla üst üste olduklarından emin oldu. Bu kez kesinlikle ama kesinlikle üst üste olmalıydı; çünkü bu dikişler haricinde her şey alt alta üst üsteydi. Özellikle de sinirleri! Bunu yapamadığı her bir dakika makyajına ayıracağı saatten çalıyordu. Kahvaltı vaktinin uçup gittiğini saymıyordu bile.

 Bir kez daha ütünün sıcak buhar yayan tabanı pantolonun siyah kumaşının üzerinden geçerken dikkatle izledi. Oluyor gibiydi. Paçalara geldiğinde ütüyü bırakarak pantolonu açmış ve özellikle bacak kısımlarına bakmıştı. Gördüğü görüntü sonrasında yanaklarına doldurarak şişirdiği havayı sertçe dışarı verdi. Bu kaçıncı ütü iziydi ama?! Resmen pantolonun bacak kısmında ikiden fazla ütü izi sayılıyordu ve bu şekilde bunu giymesi mümkün değildi. Pantolonu yatağının üzerine doğru atarak henüz tarak değmemiş saçlarını sertçe geriye itti ve soluğu gardırobunun önünde aldı. Giyecek başka bir şeyler bulmalıydı. Neden bu ütü işini sabaha bırakmıştı ki? Hem de yapamayacağını bile bile… Kendine kızarken sinirini kıyafetlerden alırcasına askıları bir ileri bir geri sürüklüyordu dolabın içinde. Bazılarını eline alıyor bazılarınıysa yatağının üzerine seriyordu ve tümü sabah sabah şeker kadar tatlı dilinden nasibini alıyordu. ‘Bu ince! Bu kısa! Ah hayır kış renklerine uygun değil!’

 Kendi huyunu bile bile neden akşamdan hazırlık yapmamıştı, hiçbir fikri yoktu. İlk günün verdiği stresle an itibariyle patlayacak bomba gibiydi. Dışarıdaki havayı incelemek için pencereye yöneldiğinde karşılaştığı güneş ışığından zerre nasiplenmemiş hava ve hafif çiseleyen yağmurla buz kesti genç kadın. Kurduğu kaçıncı alarmla gözlerini açtığını dahi bilemediği gün, hiç de heyecan vaat etmiyordu kendisine. Yatağında küçük bir dağ oluşturduğu kıyafetlerinin içinden kışlık, siyah kalem eteğini çekti çıkardı zira başka bir pantolonla daha uğraşmaya ne mecali vardı ne de zamanı. İnce siyah çoraplarını özenle bacaklarına geçirdikten sonra eteğini dökümlü bordo bir kazakla tamamladı. Sıra saçına ve makyajına geldiğinde çıkması için yarım saati vardı. Saçlarının dalgalarını belirginleştirip öyle bırakırken aceleyle makyajına başladı. O an başına gelebilecek en kötü şeylerden biri daha gelmişti. Fondöteninin resmen dibi görünüyordu! Bunun icabına gelince bakacaktı. Makyajını da yapıp boş olan diğer odaya geçti. Odanın bir kenarına dizdiği ayakkabı kutularından birkaç tanesini açarak kıyafetine en uyumlu olan tığ topuklu bordo botlarını sevinçle eline aldı. İçindeki bu his, bu sabah duyduğu tek heyecandı. Bu ayakkabıları bir gün, bir yerde giyeceğini biliyordu! Ama içindeki, o geç kaldığını hatırlatan sirenler, tamamen başka şeyler söylüyordu.

 Aceleyle dış kapıya ulaşarak kapıyı açtığında günün ilk şaşkınlığı ve ikinci heyecanının sebebi karşısında duruyordu. Hem de üniformalı… Bir ayağı merdiven basamağının birinde dururken diğer ayağı birkaç basamak daha üstteydi ve postallarının bağcıklarıyla uğraşıyordu. Kapının açılmasıyla başını kaldıran adamın mavi bakışlarındaki zindelik ve ışıltı, henüz günü aydınlatmamış güneşi kıskandırabilirdi. Naz, derin bir nefes alırken hızla ayakkabılarını giymeye başladı.

 Kadının dikkati başka yerdeyken, Yağız kadını incelemeyi ihmal etmedi. Doğrularak kadının tam önünde dimdik durdu. Fark ettiği bir şeyle yüzünde bir gülümseme oluştu. Bir kadının üzerindeki hiçbir detay mı uyumsuzluk yaratmazdı?

 Kadın eğildiği yerden doğrulduğunda adamı karşısında görmenin etkisiyle yeşil bakışları bir an için açılırken hızla montunu giymeye odaklandı. Üniforma aşkı, diye bir şey vardı ve bunun abartılmasını hiçbir zaman anlam veremezdi. Fakat şimdi bazı şeyler yerine oturuyordu. Üniformanın asaleti, onu taşıyanın etrafındaki tüm havayı değiştiriyordu. Şu an karşısındaki adam, kendinden emin duruşuyla etkileyicilik kelimesinin tam karşılığını veriyordu. Yeni tıraş olduğunu anlamak için tıraş sonrası ortaya çıkan köşeli çenesine bakmak, Naz’ın ciğerlerine dolan ferahlatıcı tıraş losyonunun yanında oldukça gereksizdi. Yağız, gerçekten etkileyiciydi, kabul. Yapılan anketler sonucunda yüzde doksan dokuz hemfikir kadın çıkacak kadar etkileyiciydi hem de. Ama… Üniforma içinde bambaşka görünüyordu. Naz, kalp atışlarının yükseldiğini fark ettiğinde bunun nedeninin nefes almayı unutması olduğunu fark ederek hızla ciğerlerini havayla doldururken adamın kokusuyla uyuşan vücudu çok yanlış yaptığının sinyallerini veriyordu. Zorlukla dikkatini adamdan ayırarak kapısını kilitlemek için arkasını döndü. Bu da neydi sabah sabah?! İlk günün stresi üzerine tek derin nefes üniformalı Yağız, hiç iyi gelmiyordu insana. Eli ayağı bir an için birbirine karışırken sakin olmaya çalıştı. Bu adam sinir sistemini gereksizce tahrip eden hipnotik etkili ilaçlar gibiydi. Sabah sessizliğinde yankılanan adamın sesiyle, eli kilitlemekte olduğu kapının anahtarı üzerinde durdu.

 “Bu ne gerginlik böyle sabah sabah Nazlı Öğretmenim? Yoksa ilk günün heyecanı mı?”

 Naz, anahtarı kilitten çıkartarak çantasına attı ve hızla hareketlenerek adamın yanından geçti.“Sana da günaydın, Yüzbaşım,”derken merdivenlere yönelmiş topuk seslerine aldırmadan aceleyle aşağı iniyordu. Adam da tam arkasındaydı. Apartmandan çıktıklarında Naz’ın yüzüne vuran ayaz öyle belirgindi ki kadının gözleri sulanmaya başlamıştı. Makyajını her türlü yağmur ve çamura karşı dayanıklı yapmış olsa da bu soğuk, birkaç güne kalmaz tüm cildini mahvedecekti! Sonrasında düzeltmek için kullanacağı el ve vücut kremlerine, yapacağı bakım maskelerine, özel dermatologunun uygulayacağı işlemlere yatıracağı parayı şimdilik düşünmek istemiyordu.

 “Gün pek de aydınlanmış sayılmaz.”

 Adam haklıydı. Türkiye’nin en doğusunda olup da günün daha erken ağarması gerekirken gün aydınlanmamak için direniyordu. Kara bulutlar, tüm göğü istila etmişken kadının içi sıkıldı. Adamla yan yana yürümeye başlamışlardı.

 “Sen günaydın deseydin belki de aydınlanmış olurdu,” derken montunun yakalarına iyiden iyiye gömülmeye çalıştı kadın. Bu esinti kesinlikle rüzgâr olamazdı. Uğultusu öyle derinden ve soğuğu öyle keskindi ki fırtınadan başka açıklaması yoktu. Dişlerinin birbirine vurmasına engel olamıyordu. Şimdi şuralarda bir yerde misal köşeyi döndüğünde bir kahve dükkânı ile karşılaşsa ve kahvesini yudumlayarak stresini atmaya çalışırken mesaiye öyle başlasa… Kuvvetli bir esinti daha içinden geçerken soğuktan yanmış gözleriyle öylece kalakaldı. Geçen sene bu günlerde Brezilya’daydı ve sıcak havadan ne kadar şikâyet etse de günün yorgunluğunu atmak için sıcak kahvesini yudumluyordu. İstediği oradaki enfes kahve değildi, olsa hayır demezdi; ama herhangi bir kahve de yeterli olurdu. Tüm eklemleri dişleriyle uyum içerisinde titrerken çığlık atma isteğini zor bastırdı. Konuşmaya başladığındaysa sesi fısıltı gibi çıkıyor uğultuda kayboluyordu. “Şimdi… Sıcak bir kahve ya da çay istesem çok şey istemiş olurum, değil mi?”

 Zorlukla bedenini hareket ettirerek yürümeye başladı. Attığı her bir adımda bedeni havaya karışıp uçacak hissine kapılıyordu. Bir esinti de uğultu eşliğinde tüm bedenini ayaklandırıp geçerken fısıltı gibi bir çığlık attı. “Onun bile şu an seni ısıtmak için yeterli geleceğini zannetmiyorum.”

 Yanında yürüyen adama baktı. Kendisi tir tir titrerken adam oldukça sakindi. Hiç mi üşümüyordu? En başından beri olaylara verdiği tepkilerden onun soğukkanlı bir canlı olduğunu anlamalıydı. İnlerken sıcak nefesini dışarı verdi kadın. Aldığı soğuk nefes ciğerlerini yakıyordu. “Herhangi sıcak bir şey de iş görürdü şu an.”

 Diğerlerine göre daha kuvvetli bir esinti bir an için kadının dengesini bozdu. Uçağa binmeden uçmanın ne demek olduğunu deneyimlemek üzereydi. Ta ki adam nazikçe belini kavrayana kadar... Bakışlarını adama çevirdiğinde adamın gayet rahatça kendisine gülümsediğini gördü.

 “Bir tanecik karımın yanımdan uçup gitmesine göz yummamı beklemiyorsun herhalde.”

 Yeterince geç kalmış ve üşümüşken, adamın belinde hissettiği elleri nasıl oluyordu da içini daha çok titretebiliyordu ya da gerçekten üşümenin ötesine geçmişti. Şu dakika adamın, uçmasına izin vermesini tercih ederdi aslında. Çünkü stresini dağıtmaya çalışırken sinirleri dağılıyordu.

 “Keşke bıraksan da uçsam. Çok hoş olmaz mı?” derken adamın elini nazikçe belinden çekse de kolayca yürüyebilmek için adamın koluna girdi. Bu daha katlanılabilirdi.

 “Farkında mısın bilmiyorum; ama henüz bir gündür karı kocayız ve sen hemen uçup başka dallara konma niyetindesin.”

 Naz, adamın ciddi olup olmadığını anlamak için yüzüne baktı. Dudaklarında oynaşan tebessüm oynadığı oyunun ispatıyken, gözleri mahallede top oynarken komşunun camını kıran haşarı çocuk ışıltıları yayıyordu. Oynadığı oyundan aldığı zevki işiteceği azara rağmen saklamıyordu. Yeşil bakışları kısılırken adamın beklediğinin aksine, dudakları kıvrıldı. Adama istediğini vermeyecekti, en azından bu sabah. Onu azarlama niyetiyle söylediği her bir laf sonrasında örümcek ağında çırpınarak ağa iyice dolanan avdan farkı kalmıyordu. İstediği oyunsa şimdilik oynayabilirdi.

 “Acaba bunun nedenini kendinde aramak hiç aklına geldi mi?”

 Yağız’ın duyduklarıyla bir kaşı haylazca havalansa da yüzündeki gülümseme hiç bozulmamıştı. “Benimle ilgili hangi neden yüzünden beni bırakmak niyetindesin, merak ettim gerçekten. Her şeyde sana yardım ediyorum. Perde takmaksa, takıyorum. Alışverişse, onu da yaptık. Eşyalardan birine bile elini sürdürmedim. Yemek de yaptım. Daha ne yapıp sana yaranayım, bilemiyorum.”

 “Hayat müşterek bir kere. Yapacaksın elbette. Ama bunu sanki her şeyi ben yapmak zorundaymışım gibi sürekli başıma kalkıp da beni sinir edip durursan ben de hâliyle kaçmak isterim.”

 Adam, Naz’ı bir dükkâna yönlendirdiğinde kadın sohbetten sıyrılıp kapısından girmek üzere oldukları yere baktı. Bir fırındı. “Neden buradayız?” diye sordu merakla.

 Yağız, “Biraz önce herhangi sıcak bir şeyin hayalini kuran sen değil miydin? Sıcak bir şeyler alıp senin hayallerini gerçekleştirmek niyetindeydim; ama belli ki yine karıma yaranamadım,” derken içeri girmişlerdi bile.

 Yüzüne vuran sıcakla mayışırken rahat bir nefes aldı kadın. Burnuna o kadar güzel kokular doluyordu ki midesi, boş olduğunun sinyallerini vermeye başlamıştı. Fırıncı kendilerine garip bir bakış attıktan sonra Yağız’a dönmüştü. “Biz, dört tane poğaça alalım,” derken Naz’a dönmüştü. “Neli olsun?”

 Naz, ise adamın neden öyle şaşkın baktığına takılmıştı. Yağız’ın kendisine soru sorduğunu anlayınca “Peynirli,”diyerek yanıtlamış ve fırıncının bakışlarının sebebini düşünmeye devam etmişti. Muhakkak yabancı göründükleri için bundan sonra mahallelerinde yaşayacak insanları merak ediyor olmalılardı. Bakışlarını kendisine ve Yağız’a çevirdiğinde, gariplik tam olarak gözünün önündeydi. Kendi kolu hâlâ adamın kolunda duruyordu ve adamda bu duruma alışkınmış gibi kolunu göğsünde tutuyordu. İş işten geçmişken bu garipliği kafalardan silmek için çok geçti. Hatta fırıncı, Yağız’ın son söylediklerini duymuş bile olabilirdi. Naz düşüncelerinin dehşeti içinde kaybolmuşken, Yağız parayı ödemiş ve onu kapıdan dışarı çıkarmıştı bile.

 Yürümeye başladıklarında, “Adam bizi evli zannetti!” dedi hâlâ inanamazken. Yüzüne vuran soğuğu zerre umursamazken yanlış izlenim bırakmanın ki bu izlenimden zerre hoşnut değildi, siniriyle yanakları kızarmıştı. Adamdansa ne olmuş yani, dercesine bir bakış atmıştı. Naz da onu taklit eder gibi aynı bakışı adama yollamıştı; ama adam gülmek dışında bir tepki vermeyince kadın hırsla adamın kolundan çıktı. “Bu kadar mı yani?!”

 “Bu durumdan bu kadar rahatsızsan, dönüp durumu fırıncıya izah edebilirsin. Ama eminim ki herkes sıcak ekmek beklerken adamın, senin aşk hayatından daha önemli işleri vardır,” derken elindeki poşetten bir tane poğaça almış ve Naz’a uzatmıştı.

 Gel de sinir olma! Bu ne rahatlıktı böyle? Üstüne üstlük bir de haklıydı. Nasıl izah edebilirdi ki geri dönüp fırıncıya. Yağız’ın uzattığı poğaçayı alırken, poğaçanın sıcaklığı donmuş parmaklarını çözüyordu. Sıcak ekmeğin üzerinde hakiki tereyağının erimesini izlerken insanın ağzının suyunun akması gibi bir şeydi. “Bunu daha sonra düşüneceğim,” diyerek bir parça koparmış ve ağzına atmıştı.

 Kısa bir yürüyüş sonrasında Naz’ın okuluna gelmişler, Yağız’sa yoluna devam etmişti. Yol boyunca aklında tek bir şey vardı. Naz… Tüm atışmalarına ve küçük, hararetli kavgalarına rağmen özellikle dün çok güzel vakit geçirmişlerdi. Naz sanki varlığıyla evindeki tüm boşlukları doldurmuştu. Bir şey söylediğinde sesine karşılık veren kızgın, mutlu, hırslı, inatçı, etkileyici, nazlı bir ses vardı dün. Kendisini şimdiye kadar hiç böyle hissettiğini hatırlamıyordu. Böyle umursamaz ve bu derece rahat hareket ederken… Her zaman ciddi bir adamdı ve Naz’a bunu söylese hayatta inanmazdı. Karargâhta geçirdiği vakitlerin gevşekliğe tahammülü yoktu. Duruşu dik olmak zorundaydı. Ama bu kadının yanında düşünmeden hareket ediyor ve bundan gerçek anlamda mutlu oluyordu. Ciddi duruşunun sınırlarını aşıyor ve bu iyi geliyordu. Nizamiyedeki askerin selamını kabul ederken birlikten içeri girdi. Düşüncelerine hayret ederken binanın içine girdiğinde duvarda asılı duran bir resim dikkatini çekti. Aslında onu, buraya geldiğinden beri birçok kez görmüştü; ama şimdi aklına kadının yakıştırmaları gelince gülmeden edemedi.

 Resimde ‘Komando olmak onurumdur,’ yazıyordu. Hem de üzerinde büyük, yırtıcı bir kedi resmi vardı. Kadın haklıydı. Yağız bir kediydi. Ama bir sokak kedisi değil, oldukça büyük bir kedi… Bir Pars Komandosu!

 ***

Burası gerçekten okul muydu?! İki katlı kutu gibi bir binaya benziyordu sadece. Daha önce gördüğü okullar sayesinde kafasında kurmuş olduğu okul kavramını alt üst ediyordu. Çok küçük bir bahçesi vardı. Acaba okuldaki tüm çocuklar aynı anda burada oynayabiliyorlar mı diye merak ederken binadan içeri girdi ve bir temizlik görevlisiyle göz göze geldi. Müdürün odasının yerini öğrenerek hızlı adımlarla oraya yöneldi. Kapının önüne geldiğinde saatine baktı. Ah Allah’ım! Çok geç kalmıştı. Kapıyı çalarak içeri girdiğinde küçük odada ilk göze çarpan, oldukça büyük olan Başöğretmen, Ulu Önder, Mustafa Kemal Atatürk’ün çerçeveli fotoğrafı oldu. Derin bir nefes alarak masaya doğru yürüdü. Masanın önünde oturan adam da merakla kendisine bakıyordu.

 “Merhaba. Ben okulunuza atanan yeni öğretmenlerden biriyim. Naz Karasu,” diyerek elini uzattığında adam sandalyesinde kalkarak uzatılan eli sıktı. “Hoş geldiniz Naz Hanım. Ben Tahir Yılmaz. Ben de sizi bekliyordum. Daha önce uğramadınız.”

 Evet, uğramamıştı; ama uğramalıydı. Sadece ayakları geri geri giderken kaçınılmaz sonu ertelemek işine gelmişti. “Oldukça geç kaldım. Bunun için üzgünüm,” diyerek geçiştirmekle yetindi.

 Karşısındaki adam, sandalyesinden kalktığında Naz’ın beklediğinden daha uzun görünmüştü gözüne. Takım elbisesinin içindeki duruşuyla oldukça disiplinli bir adama benziyordu. Saçlarının çoğu aklaşmışken yüzünde pek kırışıklık seçilmiyordu. Ellili yaşlarında olmalıydı. Naz, adamın işaret ettiği yere oturdu.

 “Naz Hanım, sanırım burası ilk görev yeriniz.”

 “Kadrolu olarak evet, ama daha önce pek çok özel okulda görev yaptım.”

 “O zaman… Üzülerek söylüyorum ki özel okullardaki şartları sağlamaktan oldukça uzağız. Ama umarım bu ilk görev yeriniz size hayal kırıklığı yaşatmaz. Ayrıca… Sizinle özellikle görüşmek istediğim bir konu var.”

 Naz merakla adamın devam etmesini bekledi. “Şu günlerde okulumuz öğretmen sıkıntısı yaşıyor. Bu yüzden maalesef ki iki sınıfa eğitim vermek durumundasınız.” Naz, durumu anlamadığını belirtir gibi adama baktı bir süre. Bu yüzden adam devam etti. “Doğum izninde olan bir hocamız planının dışında iznini uzattı. Bu yüzden de bir süre, sınıflarımızın mağdur olmaması için böyle yapmayı düşündük. Eğitim saatinde ona göre bir ayarlama yaptık.”

 Adamın laflarını sindirmeye çalışarak bekledi bir süre. Bu iki kat çalışma anlamına geliyordu! Kesinlikle okulda yeni olduğu için onu bezdirmek amacıyla tüm bunlar kasıtlı yapılıyor olmalıydı. Öncelikle yapması gereken şey kendisini sakinleştirmekti. Derin bir nefes aldı. “Ne kadar kısa bir süreden bahsediyoruz?”

 “Oldukça kısa olacağına eminim,” diyerek çekimser bir cevap vermişti Tahir Bey. “Böyle bir başka durumla daha karşı karşıya kaldık bu sene. Okulumuza bu kısa süre içinde öğretmen sağlanamadığından aynı şekilde durumun üstesinden gelmeye çalışacağız. Sema Hanım, bu konuda bize yardımcı olacak.”

 Böyle bir şey nasıl mümkün olabilirdi? Koskoca okulda kendisi dışında başka öğretmen mi yoktu, yoksa birileri Naz’ı mı deniyordu? Üstüne üstlük bu konuda yalnız değildi. Hayır demesi ihtimaline karşı ne olacağını düşündü. Muhakkak öğrencilerin dersi boş kalırdı. Karşısındaki adamın yüzünü inceledi. Gerçekten de bu konuda Naz’a ihtiyaç var gibi görünüyordu. Aldığı nefesi sıkıntıyla bıraktı. Bu durum kısa sürseydi iyi olurdu. Bunları bir kenara bıraktıktan sonra Tahir Beyle bir süre daha konuşup işleyişi öğrendikten sonra oldukça geç kalmış olduğu sınıfa gitmek için odadan çıktı. Etrafını araştırmacı gözlerle tararken sınıfların kapıları kapalıydı, biri dışında. Koridorun sonundaki sınıf… Muhakkak kendi sınıfı olmalıydı.

 Sınıfa yaklaştıkça gürültü artmışken kendi topuk seslerini duyamaz olmuştu. Kapıdan içeriye ilk adımını attığında oldukça büyük bir kalabalıkla karşılaştı ve onu fark eden kalabalık anında sus pus olmuş ve tüm uğultu kesilmişti. Öğrenci sayısı ve sınıfın durumu beklediğinden daha iyi gibiydi. En azından batı akıllı tahtaya geçmişken buralar tebeşir dönemi yaşamıyordu. En güzeli de soba yoktu. Ama bunlara rağmen büyük illerdeki okullarla oldukça farklar vardı. Çantasını ve elindeki montunu, öğretmen masasının üzerine bırakarak tahtanın önünde dimdik durdu. Öğrenciler kadar veliler de şaşkınca onu süzüyorlardı.

 “Velilerimiz dışarıda bekleyebilirler mi, lütfen?” diyerek kibarca velilerin dışarı çıkmasını sağladı ve arkalarından kapıyı kapattı. Şimdi öğrencilerle baş başa kalmışlardı. Kimisi utangaçça bakarken, bazıları Naz’ın ağzından çıkacak tek bir lafı bekliyordu. Bir kısımsa ki o kısım en ürktüğü kesimi kapsıyordu, anne babasının kapıdan içeri girmesini dört gözle bekliyor gibi görünüyordu. Yeni eğitim yılına tanışarak başlamak ve hepsinin üzerindeki gerginliği ve heyecanı üzerinden atmasını sağlamak en iyisi olacak gibi görünüyordu. Hepsinin yüzüne tek tek baktıktan sonra konuşmaya başladı.

 “Okulun bu ilk gününde biliyorum ki hepiniz çok heyecanlısınız. Ben de sizler kadar heyecanlıyım,” dedikten sonra güven verircesine tebessüm etmişti. “Bütün bir yıl boyunca dersleri beraber işleyeceğiz.  Benim adım Naz. Soyadım Karasu,” demişti tane tane ve sıranın ilk başına geldi. “Ben kendimi tanıttığıma göre şimdi sıra sizleri tanımaya geldi. Sırayla bana isimlerinizi söylerseniz, ben de sizleri tanımış olurum. Olur mu?”

 Onlarla yaşıtıymış gibi konuşmak, öğrenciyi rahatlatmak için en ideal yollardan biriydi. Bu sayede öğrenci kendisini daha rahat ifade edebilirdi. Bu öğretmenliğin altın kurallarından biriydi. İsmini söyleyecek öğrencisinin önünde dar eteğine rağmen çömelerek onunla direk göz teması kurdu. Bu minik ağladı ağlayacak bir durumdaydı. Naz, miniğe gülümserken gözlerini ondan ayırmıyordu. Bu da Naz’ın ikinci altın kurallarından biriydi. Öğrenciyle göz teması kurmak ve onunla aynı seviyede olmak onu ciddiye aldığını, bir birey olarak gördüğünü belirtmek için bir başka yoldu. Çocuk, ürkekçe gözlerinin içine bakarken yumuşakça sordu. “Bize ismini söyler misin, acaba?”

 Çocuk yarım ağızla ismini mırıldandığında “Demek ismin Ömer,” diyerek yüksek sesle tekrar etmişti Naz. Bu miniklerin sadece biraz sabra ihtiyaçları vardı. Daha dünyaya gözlerini tam anlamıyla açmamışken bu sabrı oldukça hak ediyorlardı. “Tanıştığımıza memnun oldum, Ömer,” derken çocuğa gülümsediğinde bu kez çocuk da bakışlarını kaçırmadan ona bakmıştı. Belli ki işe yaramıştı. Diğer öğrencilerle de sabrının son damlasına kadar isimlerini öğrenmiş, onlara gülümsemiş ve açılmaları için ellerinden geleni yapmıştı. Bunu düşünmekten gurur duyuyordu; çünkü başarılı olmuştu. Birçoğu şimdi daha rahattı.

 Teneffüsü bildiren zil çaldığında çocukları serbest bırakırken kendisini sandalyesine doğru bıraktı. Gözleri eteğine takıldı. Eğilmekten oluşan onlarca kat izi vardı. Aman ne güzel! Başını çocuklara bakmak için kaldırdığında kiminin grup halinde konuştuklarını, kimilerinin anne babaları yanlarındayken hararetle ders boyunca yaptıklarını anlattıklarını, kimilerinin de oyun oynadığını fark etti. Oldukça rahat görünüyorlardı. Anlaşılan o ki garezleri Naz’aydı. Sıcak sınıfı terk etmemek için oturduğu sandalyesinde telefonuyla ilgilenmeye başladığında kulağına gelen konuşmalarla dikkatini o yöne verdi.

 “Bizim öğretmen nasıl da güzel İbo? Öğretmenlerin hepsi böyle güzel mi oluyor ki?” diyen küçük çocuk söylediklerinin dinlendiğinden habersizdi.

 “Yok be oğlum, yan sınıfın öğretmenini görmedin mi? Balon gibiydi. Var ya keşke büyük olsaydım. Kesin evlenirdim Naz Öğretmenle,” demişti diğer çocuk. Derste, isminin İbrahim olduğunu öğrendiği çocuk sanki dehşete kapılmış gibi Mehmet’i dürtmüştü. “Hadi oradan sümüklü İbo. Ne yapsın seni Naz Öğretmen?”

 “Niyeymiş?! Hem buraların en zengini biziz,” diyerek hararetle kendini savunmuştu İbrahim. Naz’ın bakışları şaşkınlıkla açılırken duyduklarının hoşuna gittiğini gizlemeyen tebessüm dudaklarındaydı.

 “Zenginsiniz oğlum tamam da ben, senden daha yakışıklıyım.”

 İbrahim, “Sen boyuna baktın mı hiç? Sen Naz Öğretmenle denk misin de konuşuyorsun?” derken kaşlarını çatmıştı. Mehmet’inse cevabı gecikmemişti. “Benden azcık uzunsun diye, sen mi denk olacaksın Naz Öğrenmenle?”

 “Ben de değilim!” demişti İbrahim. Fakat buna rağmen yüzünde bir gülümseme belirmişti. “Ama abim denk. O kesin evlenir Naz Öğretmenle.”

 Naz, doğru mu duyuyordu yoksa bir anda paylaşılamayan kadın mı olmuştu? Her yaştan hayranı bünyesinde barındırıyordu belli ki. İbrahim, kendisini ailesine almakta kararlı gibi duruyordu gerçekten. İçinde biriken gülme isteğini tutarken, belli etmeden çocuklara baktı. Ah bu çocuklar yok muydu? İnsanın keyfini bir anda yerine getirebiliyorlardı.

 ***

Hızlı adımlarla okulun çıkışına doğru yürürken evinin sıcaklığını düşlüyordu. Gerçi şu an evinin kendi kendisini zor ısıttığı düşünülürse evine ulaştığından hayal kırıklığı yaşayacağı aşikârdı. Ülkesinin en soğuk illerinden birindeyken bu konuda çok beklentiye girmemek gerekiyordu. Arkasından duyduğu bir sesle başını çevirdiğinde kendisine yetişmek için hızlı adımlarla yürüyen Sema’yla karşılaştı. İkisi de raporlu öğretmen mağdurları olarak okulda fazla mesai yapmışlardı ve diğer öğretmenlere göre daha geç çıkmışlardı ki okulun ilk günü olduğundan dolayı çıkış yaptıkları saat erken bile sayılırdı. Sema, güler yüzüyle nefes nefese yanına ulaştığında beraber yürümeye başladılar.

 “Eve mi gidiyorsun?” diye sormuştu Sema.

 Sema, bugün akıllı uslu sohbet ettiği tek kişiydi. Ortama alışmamışken kimseyle sohbet etmek içinden gelmiyordu. Kaldı ki kendisine garip bakışlarındaki okları fırlatmaktan çekinmeyen herhangi bir insan evladıyla konuşmayı reddediyordu! Ama Sema, öyle değildi. Oldukça güler yüzlü ve iyimserdi. Onunla sohbet etmek oldukça kolay olmuştu. Kahve gözlerindeki ışıltıdan işini severek yaptığı belli oluyordu. Naz’ın aksine burada olmaktan da memnun gibiydi. Boyu ne uzun ne de kısaydı. Ama Naz’ın topukluları sayesinden ondan kısa görünüyordu. Olağan bir görünüm çizse de yüzündeki samimiyet diğerlerinden onu ayırıyordu.

 “Evet. Sen?”

 “Maalesef ki evet. Ev arkadaşım yüzünden gittiğim yere ev demek oldukça zor geliyor. Topu topu birkaç haftadır beraber kalıyoruz; ama şimdiden pişman oldum. Gerçi başka şansım da yoktu. Yine de… Yeni bir ev arkadaşı bulur bulmaz kendimi kurtaracağım,” dedi sıkıntıyla.

 Naz, Sema’nın konuşmalarındaki bir şeylere takıldı. Sanki kadın, ev arkadaşlığı konusunda Naz’ın ne düşündüğünü tartmaya uğraşır gibiydi. Demek Sema, yeni tanıştığı biriyle eve çıkma düşüncesini benimseyecek kadar bezmişti şu anki ev arkadaşından. Naz, onun adına üzülse de ev arkadaşı konusuna pek sıcak bakmıyordu. Ne kadar evinde boş bir oda olsa da şu an içini ıvır zıvırları ve ayakkabı kutularıyla doldurmuştu. Hem, Sema’nın aksine o, ilk gün tanıştığı bir kişiye, maalesef ki ev arkadaşı gözüyle bakamıyordu. Bu yüzden “Durumuna üzüldüm. Umarım en yakın zamanda kendine göre bir ev arkadaşı bulursun. Yabancı bir yerde, insanlara güvenmek oldukça zor,” diyerek geçiştirmekle yetinmişti.

 “Evet haklısın. İstanbul gibi kalabalık bir yerden böyle küçük bir yere gelince, insan bir anda alışamıyor. Üstüne üstlük biz de kalabalık bir aileyiz. O yüzden ev arkadaşımla da anlaşamayınca kendimi çok yalnız hissediyorum burada. Hâlbuki buraya gelmeden önce böyle olacağını hiç düşünmemiştim…”

 Sema, anlatmaya devam ederken Naz, çoktan onun söylediklerinden kopmuştu. Sema da kendisi gibi kuş misali buraya gelmiş ve alışmaya çabalıyordu. Nasıl alışacaktı peki? Soğuğu iliklerinde hissederken âşık olduğu o sıcaklığı nerede bulacaktı? Ya evi, komşuları, faturaları, öğrencileri, yalnızlığı… Faturaları şimdilik düşünmeyi geçiyordu. Evine ve komşularına da alışmak zor olmayacak gibiydi; ama komşu sıfatını aşıp her seferinde büründüğü farklı bir kimlikle önüne gelen o adama; Yağız’a, karşı komşusuna, Yüzbaşısına, sözde arkadaşına, müstakbel eşine nasıl alışacaktı? Adama ait düşünceleri saklandıkları beyin kıvrımlarından bir bir çıkarken ve alışılmadık tepkiler de onlarla beraber gelirken, bunu nasıl yapacaktı?

 “Naz, beni dinliyor musun?” diyen Sema’nın sesiyle kendine gelirken başını dalgınca salladı. “Affedersin. Ne diyordun?”  Sema, merakla Naz’ı inceledi. “Ne düşünüyordun?”

 “Eşimi,” diyen Naz, sarf etmiş olduğu kelimelerin sanki büyüyerek kulağına gelmesiyle söylediklerine kendisi de şaşırdı. Ah bu adam yanında olmadığında bile kendisini sinir etmekten geri kalmıyordu. Sema da yaşadığı hafif şaşkınlıkla “Eşini mi?”diye sorarken Naz kadar şaşkın olamazdı. Naz’sa söylediklerini hızla toparlamaya çalıştı.

 “Eşimi mi? Hayır, evimi dedim. Evimi düşünüyordum. Bugün ilk gün olmasına rağmen oldukça yoruldum da,” diyerek kontrolü eline alırken rahat bir nefes aldı. Gerçi Sema’yla medeni hâli hakkında bir konuşma içerisine girmemişti; ama bugün fırıncı vakasından sonra bir kişide daha yanlış izlenim bırakmak istemedi. Sema’yla birlikte bir yere kadar beraber yürüdüler ve Sema’ya evini tarif ettikten sonra ondan ayrılarak yoluna yalnız devam etti.

 Soğuk rüzgâr yüzüne vururken rüzgârın uğultusuna karışan karnının gurultusuyla adımlarını hızlandırdı. Kafasında yapabileceği yemekleri geçirirken, sürekli aklı hazır gıdalara gidiyordu. Belli ki midesinin ve aklının yemek hazırlamaya sabrı yoktu kaldı ki ne yapabileceğini de biliyordu. Sabah girdikleri fırını gördüğünde, tam da aklında taze ekmeğin üzerine süreceği tereyağının hayalini kuruyordu. Hiç düşünmeden fırından içeri girdiğinde sabahki adamla karşılaştı. Gülümseyerek selam verirken adamın “Hoş geldin, yenge,” diyen sözleriyle donakaldı. Adam sözlerine devam ederken Naz, hiçbir tepki vermedi. Veremedi. “Mahallemize de hoş geldiniz,” diye devam etmişti adam.

 Şimdi bu adama ne diyecekti? ‘O benim kocam değil, ben evli değilim,’ ile başlayan uzun soluklu bir konuşma mı yapmalıydı, yoksa yabancı olduğu bu yerde bekârlığını çok dillendirmeyip adamı yanlış anlamalara bulanmış zihniyle mi bıraksaydı? Günün stresine yenik düşen bedeni, isyan eden midesi ve her fırsatta kendisini yarı yolda bırakmaya hazır sinirleri aynı anda kendini gösterirken uzun soluklu bir konuşmayı es geçti. Zaten onun özeli kimi ilgilendirirdi ki? Lafı uzatmadan “Hoş bulduk,”demekle yetindi. Bir tane fırından taze ekmek alarak fırından çıkmak üzereyken fırıncının sesiyle adama dönmek zorunda kaldı. “Komutanıma selam söyleyin yenge.”

 Genç kadın dişlerini dolgun dudaklarına geçirmişken “Söylerim,” diye homurdanarak kendini dışarı attı. Demek ki sinirlerinin alt üst olması için adamın yanı başında olmasına gerek yoktu. Ne yazık ki varlığı yetiyordu.

 Ayaklarını yere sürüyerek evine ulaştığında bu kez, kendisini sınayan kapısı olmuştu. Yine tutukluk yapmış, Naz’la dalga geçiyordu. Kadın bir süre homurdanarak uğraştıktan sonra hırsla nefesini bıraktı. Evet, belli ki buralara alışmak için, pek çok şey seferber olmuş gerekli özeni kendisine gösteriyordu. Sinirle ayağını yere vurmak üzereyken yukarıdan açılan kapının sonrasında da aşağı seslenen Gülbahar teyzenin sesini duymasıyla kendini engelledi. “Nazlı kızım, yukarı gel de karnını doyur. Yorulmuşsundur şimdi,” diyen yaşlı kadının sesi apartmanda yankılanırken, Naz başını yukarı doğru uzattığında Gülbahar teyzeyle göz göze gelmişti. “Sağ ol, Gülbahar teyzeciğim. Rahatsızlık vermeyeyim size? Ben bir şeyler ayarlarım.”

 “Olur mu öyle şey, Nazlı kızım? Hem bak benim günüm var şimdi. Mahallenin hepsi de burada. Gel de benim güzel Nazlı kızımı görsünler çocuğum,” demiş ve Naz’ın bir şey demesine fırsat vermeden Naz’la göz temasını kesmişti. Yani… ‘Hayır’ı cevap olarak kabul etmiyordu. Gerçi Naz’ın da canına minnetti. Yemek yapma olayını bir süre daha ertelemiş olurdu böylece.

 Ve beş dakika sonrasında üçlü koltuğun tam ortasına oturtulmuşken, bir yanında Gülbahar teyze diğer yanındaysa Gülbahar teyzenin ahretliği Hatice teyze oturuyordu. Karşısında da bir salon dolusu meraklı kadın konuşlanmış, kendisini inceliyordu. Gülbahar teyzenin kendisine hazırlamış olduğu, karnını iyiden iyiye acıktıran tabağa aç gözlerle bakarken tüm lokmaları boğazına dizilecek gibi duruyordu. Gülbahar teyze, o içeri girdiğinde göğsünü gere gere onu, benim güzel öğretmen Nazlı kızım, diye tanıtmıştı herkese. O da gülümseyerek Naz, diye düzeltmişti. Her zaman olduğu gibi… Şimdi de ufak lokmalarla yemeğini yemeye uğraşırken meraklı mahallelinin sorularını yanıtlamaktan da kaçamıyordu. Tabii ki ilk soru medeni hâliyle ilgiliydi. Bekâr olduğu ortaya çıkınca, hayret dolu sesler gelmişti kalabalıktan kulağına. Sonrasında bu sorular; sevgilin var mı, evlenmeyi düşünüyor musun, annen baban ne iş yapıyor gibi soruların türevleriyle almış başını yürümüştü. Bir süre sonra da mahalle hakkında Naz’a bilgilendirme adı altında dedikodular vermeye başlamışlardı.

 Hüseyin amcanın kızı kimle kaçmıştı, Hacer teyzenin kızı hangi şehirde okul kazanmıştı ki kızının azimli olduğunu da öğrenmişti, Şerife teyzenin kızı nişanı niye attı, bunların hepsini hatta nicelerini öğrenmişti.  Oturduğu mahalle oldukça küçüktü anlaşılan ve ne oluyorsa herkesin anında haberi oluyordu. Hepsi, çok tatlı insanlar gibi görünüyorlardı. Yasemin teyze, Gülbahar teyzenin görümcesi Hayri’nin annesi Emine teyze, Gülbahar teyzenin ahretliği Hatice teyze ve kızı Nazire, Fatma teyze ve onun kızı Elif, Zehra teyze, Neriman teyze ve onların gelinleri… Şu an birilerini çekiştirirlerken belki de böyle düşünüyor olması garipti; ama hiçbirinin art niyeti yoktu. Belli ki şimdiki gündemin en üstünde de Naz ve Yağız, bulunuyordu. Yağız’ı uzaktan görenler şöyle yakışıklı, böyle karizmatik yorumları yaparken Gülbahar teyzenin de çok efendi, pek saygılı gibi türlü teşvikleriyle uzun bir süre de adamdan konuşulmuştu. O da konunun kendisinden başka yöne çevrilmesiyle rahat bir nefes almış gibi hissetse de bu rahatlığı adama civardan kız yakıştırmaları yapılmasıyla nedensiz bir rahatsızlığa dönüşmüştü.

 Naz, tabağını alarak mutfağa geçti ve tabağını tezgâha bıraktığında arkasında birinin varlığını hissetmesiyle başını çevirdi. Nazire de elinde boş tabaklarla mutfağa gelmişti. Nazire gerçekten de çok tatlı bir kızdı. Oldukça masum bir yüzü ve ona eşlik eden bir o kadar utangaç gülümsemesi vardı. “Çok sıkılmadın inşallah, Naz abla,” derken kıkırdamıştı genç kız. “Hep böyleler mi?” diyen Naz da kıza eşlik etmişti.

 “Ben kendimi bildim bileli böyleler. Bir de onların eline doğduğum düşünülürse... Dillerine düşmemekte fayda var. Burası küçük bir yer, onlar da meraklı olunca hâliyle böyle oluyor. İstanbul gibi bir yerde, böyle bir durumla karşılaşmamışsındır herhalde,” demiş ve tekrar gülmüştü Nazire. “Ama yine de hepsi çok iyi insanlardır. Zor günlerinde hiç birbirlerini bırakmazlar. Çok tutkundurlardır birbirlerine. Hepsi de gençliklerini beraber geçirmişler.” Bunları söylerken Nazire’nin yüzündeki hayranlık ve sevgi belirgin şekilde seçiliyordu. Belli ki hepsini gerçekten de çok seviyordu.

 “Haklısın. Böyle bir mahalleyle daha önce karşılaşmadım. Açıkçası… Ben mahalle ortamında daha önce yaşamadım. O yüzden alışmam zaman alacak; ama şikâyetçi değilim,” derken hâlinden memnunca gülümsemişti. “Sen üniversite okuyorsun, değil mi? Gülbahar teyzeden net olarak nerede okuduğunu öğrenemedim; ama… Sadece tahsilli sütçü olacağını duydum.”

 Nazire, duyduklarıyla tekrar kıkırdamıştı. “Ben gıda mühendisliği okuyorum. Gülbahar anneme, süt dalında bir şeyler yapmak istediğimi söylemiştim de ondan öyle diyor. Annem de mahallenin sütçüsü olunca.” Naz da gülmeden edemedi. “Evet, evet öyleymiş duydum. Mahallenin en güzel sütü sizdeymiş. Gülbahar teyzenin yeğeni de sütle ilgili bir şeyler yapacakmış sanırım… Gülbahar teyze bahsediyordu,” diyen Naz, kızın tepki verip vermeyeceğini ölçmeye çalışırken kızdan beklediği tepki gelmişti. Yanakları kızarmış ve gülüşü daha da utangaçlaşırken bir an için ellerini nereye koyacağını bilememişti. “Evet, evet. İçerideki Emine teyzenin oğlu… Hayri.”

 Naz, merak ettiğini aldığında kızı çok da fazla zorlamamaya karar verdi ve beraber içeri geçtiler. Genç kadın, müsaade isteyerek kalkacakken Gülbahar teyze onu durdurdu ve eline bir tabak tutuşturdu. “Nazlı kızım bunu da Yiğit oğluma indiriver, olur mu? Yazık oğlumun aş pişirecek biri yok evinde. Yorgun argın gelir şimdi, ağzından birkaç lokma bir şey geçsin.”

 Bu kadın nasıl sevilmez, ona nasıl alışılmazdı ki? Nasıl da hiçbir fırsatı kaçırmayıp kızı ve oğlu gibi benimsiyordu onları? Dayanamayarak yaşlı kadının yanağına içtenlikle bir öpücük kondururken “Götürürüm tabii Gülüm, teyzem,” demiş ve tabağı alarak aşağı inmişti. Tam o sırada da Yağız, merdivenlerden yukarı çıkıyordu. Naz, adamın yanına gelmesini bekledi ve tabağı ona uzattı.

 “Gülbahar teyze gönderdi sana.” Yağız, tabağı aldığında yüzünde Naz’ın nadiren şahit olduğu samimi gülümsemesi vardı. “Sağ olsun,” diye mırıldanmıştı adam.

 Genç kadın kendi kapısına yönelerek kapıyla olan amansız mücadelesine giriştiğinde “Fırıncının da sana selamı var,” diyerek arkasına doğru seslendi.

 “Aleyküm selam da bu nereden çıktı?”

 Adamın sesini yanı başında hisseden Naz, başını giriştiği işten kaldırdığında adamla göz göze geldi. Özel alanı Yağız’la dolmuşken hareket edemedi. Adam nazikçe onun elini kenara çekip tek eliyle kadının kapısını açmıştı.

 “Yengeleriyle komutanlarına selam söylediler. Elçiye zeval olmaz,” derken kendine gelerek hızla evine girdi. Bu adamın yanında anlaşılamayan tepkiler verirken, onun yanında fazla uzun kalması bu tepkilerin nedenini çözene kadar pek akıl kârı değildi. Sanki tüm sinir uçları alarm veriyordu. Adamın gülümsemesinin iyiden iyiye genişlediğini fark ettiğinde yeşil bakışları kısılmış tehditkâr bakışlarını adamın mavilerine dikmişti.

 “Sakın gülme… Sakın!” diyerek dişlerinin arasından mırıldanırken adamın yüzüne kapıyı kapatmıştı.

 ***

Son bir haftadır ki okula başlayalı bir hafta olmuştu, kendini derin titreyişlerle evine atıyordu. Pek çok şeyden kesinti yapabilirdi belki; ama bunun sonucunda üşüyecek de değildi. Bunun sonucunda varsın fatura yüksek gelsindi. Doğal gaz faturasının kabarıklığını göze alarak kombisinin ayarında elini korkak alıştırmamıştı ve şimdi iliklerine kadar ısındığını hissediyordu. Isınma konusuyla ilgili bu bir hafta içerisinde bir şeyi fark etmişti. Gardırobu ne karar dolu olursa olsun Kars’ın soğuğuna karşı kendisini koruyacak kalınlıkta kıyafeti yoktu. Şimdiye kadar böylesine ilik donduran bir yerde yaşayacağını tahmin etse, bunun önlemini mutlaka önceden almış hem de yapacağı alışverişin ücretini de kendisi ödememiş olurdu. Şimdi mecbur kalınca bu durumu kendisi ıslah etmek durumunda kalmıştı. İnternet üzerinden birkaç tane kazak, pantolon ve kendisini bu soğuğa karşı koruyacağını düşündüğü bilumum şeyleri almıştı. Ucuz olduğunu düşündüğü alışverişin toplam tutarını gördüğünde o güzel dudakları uçuklamanın eşiğine gelmiş olsa da kendisine engel oldu. Bir de dibini gördüğü fondöteni vardı. Onu bir de yurt dışından getirteceğini düşününce indirimden almasının imkânı yoktu. Fakat el mahkûmdu. Onsuz yapamazdı. Fondötenle yüz renginin eşitlenmediği bir makyaj, sanat özelliği taşımıyor parçası eksik yapbozdan farkı olmuyordu. Fondöteni sipariş vermek için girdiği yabancı internet sitesinde fiyatı gördüğünde bu kez dudakları gerçekten uçuklamış ve gözleri, yeşim taşı misali kocaman açılmıştı. Daha önce aldığında da fiyatı bu kadar mıydı?! Hazır batmışken sitede indirimde olduğunu gördüğü kapatıcıyı da siparişine eklese bir şey fark etmezdi. Derin bir nefes alırken fatura bilgilerini doldurmaya başladı. Aklına gelen sakinleştirici bir düşünceyle aldığı derin nefesini bıraktı. Taksitler bu günler için vardı.

 Birkaç gün içerisinde kıyafetleri eline ulaşmış olsa da fondöteni hâlâ gelmemişti ve onsuz yaptığı her bir makyajı pudrasıyla telafi etmeye çalışsa da aynı etkiyi yaratmıyordu. Okuldan çıkıp da evine geldiğinde bir süredir edindiği alışkanlıkla kargo şirketi olma ihtimaline karşı yabancı bir numara tarafından aranıp aranmadığına baktı; ama arayan yoktu. Gününün en sıkıcı kısmına geçmek için üzerini değiştirerek mutfağa girdi. Bunu yapmak zorunda olmaktan nefret ediyordu. Şimdiye kadar kendi mutfağında yaptığı hiçbir yemek, saraylara layık değildi ki böyle bir şeyi de kendisinden beklemiyordu, en azından açlığını giderebiliyordu. Eli lezzetli değildi, bunu kesinlikle kabul ediyordu.

 Anne ve dadısının onun için hazırladıkları tariflerin bulunduğu defteri alarak tezgâhın başına geçti. Defterde seçtiği bir tavuk yemeğinde karar kılmıştı. Ayrı çeşni ve sos yapımı da yazıyordu. Talimatlara uyarsa yapamayacağı şey değildi, öyle değil mi? Gerçi, ne kadar zor olabilir ki, diye başladığı her bir mutfak macerası hüsranla son bulduğundan bu kez daha özenli yapacağına kendini ikna ederek işe koyuldu. Lezzetli bir yemek yemek istiyordu artık. Bir tas çorbaya hasret midesi inlerken elindeki malzemelerle bir şeyler yapmaya koyuldu. Uzun sayılacak bir zaman sonra her şeyin hakkından gelmenin gururuyla yemeği fırına sürmüş ve çorba yapımına geçmişti. Bunun için fazla uğraşamayacağında karar kılarak hazır çorba yapmaya karar vermişti. Çorbayı kaynaması için ocağın üzerine koyarak karıştırmaya başlamış ve çorba ufak ufak kaynamaya başladığında Naz’ın kulağına içeride çalmakta olan telefonunun sesi geldi.

 Kargo şirketinin aradığını umarak aceleyle içeriye koştu ve aldığı haberler haricinde her şey tam da tahmin ettiği gibiydi. Evet, arayan kargo şirketiydi; fakat yaşanılan bir aksilik yüzünden kargosunu Kars merkezden almasını istiyorlardı. Telefonda yaptığı hararetli görüşme kibar bir rica sonrası, ufak bir tartışmaya dönüşmüştü. Nasıl oluyordu da adres kısmında mahalle ve sokağına kadar kendi evinin adresini yazmışken merkez şubeden alması gerekiyordu ki? Sabahın kör vakitlerinde okula gitmek için evinden çıkıp da hava karardığında evine geliyorken hangi zaman diliminde oraya gidip paketini alacaktı acaba?! Telefonu kapattığında hırsla koltuğun üzerine fırlattı. Oturma odasında bu duruma çözüm bulmak için bir ileri bir geri yürürken aklına gelen bir fikirle olduğu yerde durdu. O alamasa da onun yerine bir başkası alabilirdi. Bu fikirle keyfi yerine gelirken, aklına gelen başka bir şeyi onaylayan yanık kokusuyla mutfağa koştu ve kabına sığmayarak taşan çorbanın altını kapattı. Tüm ocak, çorba denizinin altında kalmıştı resmen! Ama kokunun kaynağı çorba gibi görünmüyordu. Fırını kapattıktan sonra kapağını açtığında yüzüne vuran dumanla geri çekilirken fırında unuttuğu tepsiye bakakaldı. Yanmış gibi görünüyor düşüncesi pek doğru değildi, henüz kömür karası olmamıştı. Biraz fazla kızarmış demek daha doğruydu. Elini beline atarken bezgince mutfağını taradı. Fırınında yanmanın eşiğinden dönmüş bir tepsi tavuk, yarısını ocağının nasiplendiği yarım tencere çorbası ve çeşnisiydi, sosuydu, garnitürleriydi derken kendisine çıkmış dünyanın bulaşığı vardı. Buz gibi soğuk suyun altında bunları nasıl temizleyecekti?! Beceriksizliğinin verdiği sıkıntı içinde büyürken elinde olanlarla yetinmeye karar verdi, belli ki bugün de midesi lezzetli bir yemeğe hasret uyuyacaktı; ama bulaşık konusunda bir şeyden oldukça emin olmuştu. En yakın zamanda bir bulaşık makinesi alması gerekiyordu!

 ***

Okula gitmek üzere dış kapıyı açtığında bir süredir alıştığı manzarayla karşılaştı genç kadın. Her zaman olmasa da zaman zaman sabahları adamla rast geliyorlardı ve beraber yürüyorlardı. Bugünün diğer günlerden farkıysa, bu kez kadının bu anı yaşamayı diğer günlere nazaran daha çok istemesiydi. “Günaydın,” derken merdivenlerden inmeye başlamıştı. Adam da “Günaydın,” diyerek karşılık verdiğinde onun arkasından iniyordu.

 Apartmandan çıkarak yürümeye başladıklarında kadının aklına bir şey takıldı. Beraber yaptıkları bu sabah yürüyüşleri hiçbir zaman planlı olmuyordu. Birden gelişiyordu. Birbirlerine rast geliyorlar ve birbirlerinden davet beklemeksizin yola koyuluyorlardı. Bu hâllerine istemeden de olsa gülerken adamın sorduğu soruyla kendine geldi.

 “Günlerin nasıl geçiyor bakalım?”

 Şimdi tam zamanıydı işte. Bunu Yağız’a yaptırabileceğini biliyordu. Yüz ifadesini değiştirerek gülen yüzünü soldurarak sıkıntılı bir ifade takındı. Ardındansa derin bir nefes alarak huzursuzca bıraktı.

 “Aslında… Güzel geçiyordu; ama…”

 Yağız’ın kaşları çatılmış ve anında “Sorun ne?” diye sormuştu. Ses tonu ve yüzündeki ifade durumla ilgilendiğini belli ediyordu. Bunun yanında mavi bakışlarındaki endişe Naz’ın o kadar hoşuna gitmiş ve içini okşamıştı ki adamı kandırmak üzere olduğu düşüncesi içini sızlatsa da bunu yapmak zorundaydı. Paketi eline ulaşana kadar bu adama yapmayacağı şey yoktu. Adamın kendisine yaptıklarını aklına getirerek vicdanını kısa süreli de olsa rahatlattı. Dudaklarını büzerken konuşmaya başladı.

 “Yurt dışından beklediğim bir paket vardı; fakat bir sorun çıktığı için buraya kadar getiremiyorlarmış. Benim gidip Kars merkezden almam gerekiyormuş. Ama işte… Benim de hiç fırsatım yok oraya gitmeye.”

 Adam, durumu anladığını belirtir gibi başını sallamış ve yeni tıraş ettiği çenesini ovuşturmuştu. Naz, onun her bir hareketini izlerken ona paketin içindekinin ne olduğunu söylemesi ihtimalinde adamın, ağzından burnundan getirmekle kalmayıp bin bir emekle paketi almaya gideceğini adı gibi biliyordu. O yüzden pes etmeyecekti. Adamdan işiteceği laflar ne kadar az olursa bu durumu o kadar ağrısız atlatırdı. Fondöteni için değerdi. Okulun önüne geldiklerinde ikisi de durmuşken Naz başını hafifçe eğmiş ve uzun kirpiklerini kaldırarak yeşil bakışlarını adamın mavilerine dikmişti. O anda adamı silahsız bıraktığının farkında değildi.

 “Benim için çok önemli… Hayat memat meselesi,” diye mırıldandı sakince. Biraz abartmış olabilirdi. Hatta biraz kelimesi az kalıyordu; ama bu adam o paketi kendisine getirmeliydi. Hâlinden memnun bir şekilde Yağız’ın ifadesinin iyiden iyiye yumuşayışını izledi. Naz’a güven verircesine gülümserken kadın yutkunmak zorunda kaldı. Etkilenmesi gereken kişi Yağız olmalıydı, kendisi değil. Soğuğa rağmen derin bir nefes alırken adamın ellerini, kendi kollarının iki yanında hissetti. Gözlerini adamın mavilerinin sıcaklığından çekemiyordu.

 “Bu halledilemeyecek bir şey değil. Sen kargo şirketini arayıp benim ismimi ver ve benim alacağımı söyle. Sonra da bana haber ver. Canını da böyle şeyler için sıkma.” Adamın söylediklerini onaylarcasına hafifçe başını sallamıştı. “İyi dersler. Akşam görüşürüz,” diyen adam onu orada bırakarak tekrar yürümeye başlamıştı.

 Ve bingo! Büzdüğü dudakları yerini eğri bir gülümsemeye bırakırken bir süre giderek uzaklaşmakta olan adamın sırtını izledi. Gözünün önüne gelen adamın o ilgili ve endişeli yüz ifadesiyle bir kez daha içi sızladı. Kesinlikle yaptığı şeyden gurur duymuyordu. Ama insanlara dilediği şeyleri yaptırmayı seviyordu. Huyu kurusun!

 ***

Günün ilk yarısını atlatmak için sadece bir dersi kalan Naz, koridorda ilerliyordu. Bu dersle ilgili farklı planları vardı. Geçici bir süre öğretmenliğini yaptığı beşinci sınıf öğrencileri, Naz’ın miniklerine kitap okuyacaklardı. Hem böylece çocuklar farklı yaş gruplarıyla kaynaşmış olacaklardı hem de Naz, biraz da olsa nefes alacaktı. Günün diğer yarısına, beşinci sınıfların derslerine, başlamadan önce dinlenmeye ihtiyacı vardı. Sınıfa yaklaşmışken kapının önünde bir miniğiyle konuşan iyi giyimli bir adam dikkatini çekti. Minik öğrencisi İbrahim’di; ama adamı daha önce görmemişti. Yanlarına ulaşmak üzereyken küçük çocuk onu fark etmiş karşısındaki adama “Benim Naz Öğretmenim,”diye kendisini işaret etmişti. Adam, Naz’a doğru döndüğünde kadın, adamın şaşkın bakışlarıyla karşılaştı. Bu tepkiye son birkaç haftadır alışmış olan Naz, çok belli etmeden adama bir bakış attı. Oldukça uzun boyluydu. Esmerdi ve kara kaşlı, kara gözlü tabirinin açık örneğiydi. Üzerine yakıştırdığı giyim tarzıyla da oldukça da hoş bir görüntüsü vardı. Adam, şaşkınlığını üzerinden attıktan sonra Naz’a doğru gülümsedi.  “Merhaba, ben İbrahim’in abisi Hakan.”

 Naz adama gülümsedikten sonra İbrahim’e dönmüştü. “İbrahimciğim, sen içeri girsen olur mu? Ders başlamak üzere. Ben de birazdan geliyorum,” derken küçük çocuğun omzuna elini koymuş ve ona doğru eğilmişti. İbrahim, hevesle başını sallayarak sınıftan içeri girdiğinde Naz doğrularak adama baktı. “Memnun oldum, Hakan Bey. Eğer İbrahim’in durumunu öğrenmek için geldiyseniz üzgünüm ki bunun için uygunsuz bir zaman. Derse başlamam gerek,” demişti kibarca.

 “Yo, hayır. Asıl uygunsuz bir vakitte geldiğim için ben üzgünüm. İbrahim, sizi çok seviyor ve günlerdir gelip sizinle onun hakkında konuşmam için ısrar ediyor. Ben de yurt dışından kısa bir süre için geldiğimden ancak fırsat bulabildim. İnsanın kardeşi küçük olunca onu kırmak oldukça imkânsız oluyor.”

 Adamı onaylar gibi başını salladı. Karşısındaki adamın konuşmasında doğuya has o şive seçilmiyordu. Konuşurken takındığı tavırdan ve duruşundan küçük bir yerde yaşıyormuş gibi görünmüyordu. Şu an Naz’a göründüğü haliyle buraya ait değil gibiydi. Zaten iki kafadarın, İbrahim ve Mehmet’in, konuşmalarından Hakan hakkında az biraz bilgi sahibi olmuştu. Adam, büyük bir aşiretin büyük oğullarından biriydi ve Sarıkamış’ta yaşamıyordu. Kulak misafiri olduğu şeyler yanlış değilse Naz, böyle anlamıştı. Hakan gerçekten de hoş bir adamdı; ama şaşkınlığını atlattıktan sonra bakışlarına yerleşen o bariz ilgi Naz’ı nedensiz yere rahatsız etti. Hâlbuki beğenilmek güzel bir şeydi. Hem de böyle yakışıklı bir adam tarafından…

 “İzninizle derse başlamalıyım. Daha sonra gelirseniz görüşme imkânımız olur,” diyerek nezaketen gülümsemiş ve sınıfa girerek kapıyı kapatmışken delici bakışlardan uzaklaştığı için derin bir nefes aldı. Sandalyesine oturduğunda karşısındaki öğrencilerini izledi. Abi ve ablalarının onlara kitap okuyuşlarını ilgiyle dinliyor, yüzlerindeki belirgin merak zaman zaman şaşkınlığa dönüşürken bazen de gülüşlerinden kaçırdıkları kıkırtıları Naz’ın kulağına geliyordu.

 Ders boyunca her bir öğrencisinin yüz ifadesini incelemişti. Peki, ne değişmişti? Burada da eğitim veriyordu, orada da. Tek fark şu an bunu yapmak zorunda olduğuydu ve ilk defa bu kadar uzun süre kesintisiz görev yapıyordu. Neyin, ne zaman ve neden değiştiğini bilmiyordu; ama bir şeylerin değiştiğinden ve hâlâ da değişiyor olduğundan adı gibi emindi. Çünkü daha önce böyle hissetmiyordu. Bu his, öğretmenin doyumu olmalıydı. Fakat her geçen gün öğrettiği kadar, o yüzlerde gördüğü sevgiden de bir şeyler öğreneceğini biliyordu.

 ***

Naz’ın kapısının önünde dikilirken elindeki küçücük pakete baktı. Bugün bu uğurda bir kadın hem de kendisine katlanamayan bir kadın, türlü oyunlara girişip onu kandırmıştı. Yağız, kadının sıkıntıyla buruşturduğu dudaklarına ve yardıma muhtaçmışçasına çekimserce kendi mavi gözlerine dikilen yeşim taşı gözlere dayanamamıştı. Nasıl dayanabilirdi ki? Kadının bir sorununun olduğunu anladığı anda adamın içini bir sıkıntı kaplamış ve bu duyguyu ortadan kaldırmak için kadın ne derse o an yapacağını fark etmişti. Kadının bir bakışı da bunların hepsine yetmişti. Bu kadın, ona bunları nasıl yaptırıyordu, Allah biliyordu. Kargoyu almaya gittiğinde eline verilen paketle beraber olan faturayı gördüğünde ilk yaptığı şey gülmekti. Gerçekten de yadırgayan bakışlara aldırmadan kahkaha atmıştı. Kandırıldığını anlaması da pek zamanını almamıştı. Sarıkamış yolu boyunca elinde paketi evirip çevirmişti. Kadın bir de gözlerinin içine o dayanılmaz, zor durumdaymışçasına bakarak ‘Hayat memat meselesi,’ demişti.  Öğretmen maaşına sahip bir insan için, bu fiyatta bir fondötenin hayat memat meselesi olması gayet doğaldı. Kadın, o tavırların hiçbirine girme zahmetinde bulunmadan adama söylemiş olsaydı, yine Yağız kadını kırmaz paketi alırdı; ama böyle fırsatı kaçırmadan kadına laflarını değdirmeyi ihmal etmezdi. Naz, kesinlikle zeki bir kadındı. Bunların başına geleceğini biliyor olmalıydı ki böyle bir yola başvurmuştu. Bir kez daha düştüğü duruma gülerken kadının kapısını çaldı ve kısa bir süre sonra kocaman gülümseyen bir yüzle Naz kapıyı açmıştı. Adam bir şeyden o an emin oldu. Kadının böyle bir gülümsemeyle kendisine kapıyı açacağını tahmin etseydi, kesinlikle bu küçük paketi daha önce getirirdi. Yüzünde oluşan haylaz çocuk gülümsemesini saklayamazken paketi Naz’a uzattı. Naz’ın gülümsemesi daha çok büyümüş hemen paketi açmaya girişmişti. Küçük kutunun içinden çıkan ufacık cam şişeye bakan kadının gözlerindeki ışıltılar öyleydi ki mücevherlerle yarışırdı. Kadın kutunun içinden çıkan siyah tüp şeklindeki bir başka ürünü de incelerken onu seyretmek Yağız’a ne kadar haz verse de dayanamadı.

 “Bu şeyler dediğin gibi gerçekten de hayat kurtarıyor mu?”

 Naz’sa, son anda karar değiştirmeyip iyi ki aynı markanın kapatıcısını da aldığını düşünüp iki kat bir sevinç yaşıyordu. Yağız’ın söylediği hiçbir şey şu an onu kızdırmaya yetmezdi. Gülüşünü hiç bozmadan adamın eğri gülüşüne ardından mavi gözlerine baktı.

 “Hayır… Ama günü kurtardıkları kesin,” derken yüzündeki ifade, sabah yaptıklarından ve söylediği ufak yalanlardan zerre pişman olmadığını haykırıyordu.

 Yağız, ufak bir baş hareketi yaparak kendi dairesine doğru yönelmişken, kadın “Yağız,” diye seslenmişti. Naz’ın ağzından tüm o sıfatlardan sonra kendi adını duymak oldukça garip hissettirse de kadının dudaklarına, adı çok yakışmıştı. Ona dönerek devam etmesini beklerken kadın minnettarlığını belli edercesine gülümsemişti bu kez ve içtenlikle “Teşekkür ederim,” demişti.

 “Rica ederim, ne demek? Biricik karımın her problemini çözmek benim görevim.”

 Kadın duyduklarıyla yüzünü buruştursa da duyduklarına aldırmadığı dudaklarındaki gülümsemeden belliydi ve kapısını kapatırken o güzel dudaklarından çıkan ufak kahkahası Yağız’ın kulaklarına gelmişti.

 ***

 O kapının kapanışından yaklaşık üç hafta geçmişti ve Naz ne okula giderken ne de okuldan eve dönüşünde Yağız’la karşılaşmıştı. Sadece arada bir adam ondan önce çıktığında merdivenlerden inen postal seslerini duyuyordu. O kadar… Ve bu durum oldukça canını sıkıyordu. Bunun nedenini adama çok alışmış olmasıyla bağdaştırıyordu. Okula gitmek için hazırlandığında dışarıyı kontrol etmek için pencereden dışarıya baktı ve tüm mahallenin karlar altında kaldığını gördü. Daha kasım ayının başıydı. Nasıl olmuş da kar yağmıştı?

 Onu soğuktan koruyabilecek her türlü tedbiri almışken topuklu çizmelerini eline alarak dış kapıya yöneldi ve kapıyı açmasıyla kendisi farkında olmasa da içten içe orada olmasını umduğu adamla karşılaştı. Günaydınlaşmadan sonra çizmelerini giyme işine girişmişken adamın söyledikleriyle başını uğraştığı işten kaldırdı. Yağız, “Yürüyebilecek misin?” diye sormuştu. Adama bakış attıktan sonra çizmelerini giyme işlemini tamamlayarak eğildiği yerden doğruldu. “Ben bu yürüme işini çocukluğumdan beri yapıyorum. Bir adım ileri sonra diğer adım… Yani… Zorlanacağımı sanmam,” derken adama takılmadan edememişti. Sanki… Bunu özlediğini hissetmişti. Ama sadece bir an için.

 “Ona ne şüphe. Ama eminim ki bu yürüme işini bunun gibi topuklu ayakkabılarla yapmıyordun.”

 “Çocukken yapmıyor olabilirim; ama artık yapabildiğime göre, sanırım bu topuklularla yürümemem için hiçbir sebep yok.”

 “Dışarıdaki kar ve buzlanma dışında… Haklısın bir engel yok,” diyen adam merdivenden bir adım inmişti ki Naz da onun peşinden inmeye başladı. “Daha dün yağmaya başladı. Hemen, her yer buzlanmış olamaz.”

 Beraber aşağı indiklerinde Yağız apartmanın ağır kapısını açarak Naz’ın geçmesi için kenara çekildi. Naz beyaz zemine ilk adımını başarıyla atarken rahat bir nefes aldı. Düşmediğinden değildi bu rahatlaması. Adama da dediği gibi, hemen buzlanma olmuş olamazdı. Onun tek rahatlaması iki düşüş yaşaması ihtimaliydi. İlk düşüşü kesinlikle yereydi ve acısı keskin olsa bile geçerdi. İkinci düştüğü yer ise adamın dili olurdu ve bunun acısı giderek artar aksi gibi etkisi de kalıcıydı. Adam rahatça yanına gelirken, o bir diğer adımını diken üstünde atmıştı ve beklediği gibi yine bir şey olmamıştı. Adamın dediklerini haklı çıkartmayacaktı işte. Üçüncü adımını bunun rahatlığıyla atarken buzun üzerinden gelen topuğunun buz üzerinden çıkardığı tiz sesle dengesini kaybetmişti. Allah’ım işte düşüyordu! Bu beklentiyle gözlerini sımsıkı kapatmışken belini kavrayan güçlü kollarla birinin bedenine yaslandığını hissetti. Gözlerini açtığında haklı olduğunu haykıran o gülümseyişle karşılaşmak Naz’ı şaşırtmamıştı. Güçlü kolların sıcaklığını ekstra kalın montuna rağmen hissederken ağzını açıp tek kelime etmedi. Edemedi. Yağız o kadar yakındı ki yeni tıraş olan teninden yayılan tıraş losyonu soğuk havayla karışarak ciğerlerine dolarken, tüm vücudunu anlamlandıramadığı bir ürperti almıştı. Sanki bir anda serin terler dökmeye başlamıştı.  Yeşilin farklı tonlarını barındıran gözleri adamın dudaklarından derin mavilerine kaymıştı. Silkinerek toparlanmaya çalıştı. Belli ki bu konuda Naz, pek de haklı gibi görünmüyordu. Yapacak bir tek şey kalıyordu. Bu da adamın laflarından gelecek sinir harbini en aza indirmekti. Bunun için de inkâr etmek gerekiyordu.

 “Ne yaptığının farkında mısın?” derken Naz hâlâ adamın kollarının arasındaydı. “Ne mi yapıyorum? Tabii ki sen düşmek üzereyken seni kurtarıyorum. Yine. Tam anlamıyla bir süper kahraman oldum artık. Hem bak, bu kez kostümüm de üzerimde.”

 “Evet, kendine yakışanı nihayet buldun. Temel Reis, Batman gibi kahramanlar bir Yüzbaşıyla yarışamazlardı,”diyerek yarım bir gülümsemeyle gülmüştü kadın. “Ama sen tutmadan önce de dengemi sağlamak üzereydim. Şunu kabul edelim ki her fırsatta kahramanlık yapmak için atılan sensin, yoksa ben kurtarılmaya muhtaç bir kadın değilim.”

 Yağız, düşmeyeceğinden emin olduktan sonra kadını bıraktığında bir şeyler söylemek üzereyken kadının yüz ifadesinde bir değişiklik olmuştu. Sanki bir şeyi unutmuş da birden hatırlamış gibi… Mavi bakışları bunun ardından ne çıkacağını anlamaya çalışırcasına kısılırken kadın “Aaa!” diyerek eldivenli elleriyle dudaklarını kapatmıştı.  “Okula götürmem gereken birkaç belge vardı,” derken kadının biçimli kaşları çatılmıştı. “Sen, git beni bekleme.”

 Naz, adamın bir şey söylemesine fırsat vermeden apartmana girmişken Yağız sadece arkasından baktı. Bu kadın, kendisinin zekâ seviyesi hakkında ne düşünüyordu acaba? Bir oyuna ikinci defa kanacağını mı? Ufak bir kahkaha attı. Bu kez olmazdı. Buna inanmayacaktı. Bir tongaya iki kez düşecek bir adam değildi.

 ***

 Okuldan çıktığında son iki haftadır hissettiği tedirginliği tekrar yaşadı. Tüyleri diken diken olmuş ve kendini oldukça garip hissediyordu. Havanın soğuğundan olduğunu düşünerek evine doğru ilerlemeye başladı. İzleniyor olduğu hissini bir türlü üzerinden atamıyordu ve bu son iki haftadır böyleydi. Sanki birilerinin gözü onun üzerindeydi. Çantasına ve montuna iyice sarınarak ilerlemeye devam etti. Sokakta ondan başka kimse yoktu. Tedirgin adımlarını hızlandırarak bir süre yürüdükten sonra arkasındaki, hafif kulağına gelen ayak sesleriyle aniden durdu. Adım sesleri de durmuştu. Başını çevirmeye o an oldukça korktu. Ne yapacağını bilemeden karşındaki dükkânın camına baktığında kendisine bakmakta olan yüzünü seçemediği bir adamla karşılaştı. Hemen bakışlarını camdan ayırarak tekrar yürüme başladı. İç sesi çığlık atarken, olası bir durumda dış sesinin sus pus olacağına emindi. Belki de kendi hüsnükuruntusuydu; ama neden o adam kendisini pür dikkat izliyor gibi görünmüştü yansımada? Adımları yavaş tempoda koşarcasına bir hâl aldığında, kulağına dolan bir başka ayak sesine kulak tıkayarak daha da hızlandı ve sanki sesin sahibi giderek kendisine yaklaşıyordu.

 ‘Bir şey olursa bas çığlığı Naz! Çekinme!’ diyen iç sesine rağmen, dış sesi çıtını çıkarmamakta kararlıydı. Neden yanında biber gazı gibi şeyler taşımazdı ki?! Sonuçta artık yalnız bir kadındı ve başının çaresine bakmalıydı. Adımların sahibini tam arkasında hissettiğinde içinden bildiği tüm duaları sıralamaya başlamıştı bile. Şu sokakta bir şey olsa birileri evinden çıkıp yardıma koşar mıydı acaba, yoksa insanlık gerçekten de ölmüş müydü?! Bunun cevabını da nasılsa birazdan öğrenecekti.

 Kolunu kavrayan kolla aniden sıçradı ve sımsıkı sarılmış çantasını kolunu kavrayan münasebetsizin kafasında paralamak için döndüğünde, hayatında hiçbir zaman bu kadar büyük bir rahatlama yaşamadığını fark etti. Uzun süredir tuttuğu nefesini verirken, bir an için rahatlıkla gözlerini kapattı. O kadar rahatlamıştı ki sanki bir anda eli ayağı iradesini yitirmişti.

 “Naz! İyi misin?”

 Naz’ı hemen belinden kavrayan Yağız, düşmemesi için onu kendi bedenine yasladı. Kadının yanakları soğuktan kızarmış ve biraz önce korkuyla kendisine bakan gözleri şimdi göz kapakları ardına gizlenmişti. Birkaç dakika kızın rahatlamasına izin verdi. Kadın gözlerini açmamışken ona fark ettirmeden etrafı araştıran gözlerle taradı.  Naz önünde yürürken, Naz’ın biraz arkasında dikkatle Naz’ı inceleyen bir adamın olduğunu fark etmişti. Ama şimdi adam ortadan kaybolmuştu. Adam o kadar dikkatle inceliyordu ki kadını, Yağız’ın içini büyük bir sıkıntı kaplamıştı.

 O adam kimdi de Naz’ı takip ediyordu? Naz’ın korku dolu hâlinden adamın daha önce ona bir fenalık yapıp yapmadığını düşünmeye başladı. Acaba rahatsız etmiş miydi?! Ne zamandır takip ediyordu?! Amacı neydi?! Cevaplandıramadığı sorular aklında dönerken, sinirlerinin ayaklandığını hissetti. Bu kadını kesinlikle yalnız bırakmaya gelmiyordu! Zaten onu düşünmekten rahat rahat kendini yaptığı hiçbir şeye odaklayamazken, bu durumu görmesiyle biraz olsun onu kendinde tutan aklı da uçup gidecekti.

 Kadın gözlerini açtığında, aklındaki soruların bir kısmı sonra düşünülmek üzere uçup gitmişti. Ne yapıyordu bu kadın buna böyle?! Mavi gözleri, onun yüzünden her yeri yeşil görür olmuştu. Odasının orman manzarasına bile sırf yeşil olduğu için dalıp gittiğinin kendisi bile farkında değildi. Kadının biraz önceki korkusunun yerini alan rahatlıkla, genç adam da rahatlamadan edemedi. Onun kendisine iyice sokulduğunu fark edince, sıkıntılı ruh hâli kısmen de olsa yatışmıştı.

 “Seni gördüğüme hiç bu kadar sevineceğimi tahmin etmezdim.”

 Naz’ın bu sözleri, başka zaman olsa aralarında, Yağız’ın haz aldığı o hararetli taarruzlardan birini başlatabilirdi; ama kadının yüzündeki tatlı gülümseme ve gözlerindeki minnettarlık bunu tamamen engelliyordu. “Buna sevindim,” derken kadının tebessümüne karşılık vermeye çalıştı.

 “Ama beni çok korkuttun Yağız. İnsan seslenir, değil mi? Usul usul neden yaklaşıyorsun ki?”

 Kadının hafif sitemle sorduğu sorularla, bir önceki düşünceleri aklına üşüşmekte gecikmedi. “Hiç de sessiz yaklaştığımı düşünmüyorum. Bence benim postal sesimi sokağın başından duyabilirsin.”

 “Anlaşılan fazla dalmışım. Birkaç haftadır sürekli izlenildiğim hissine kapılıyorum. Sanırım benim hüsnükuruntum bu. Galiba… Çevreye alışmakta zorluk çekiyorum.”

 Birkaç hafta, düşüncesiyle Yağız’ın kaşları çatıldı. Yani bu durum birkaç haftadır var mıydı?!  Kadının belindeki ellerini yumruk olmuştu. Çok çabuk sinirlenmezdi; ama şimdi gerçekten sinirleniyordu. Kadını korkutmamak için bu durumla ilgili konuşmamaya karar verdi.

 “Alışırsın merak etme. Bir ay alışmak için oldukça kısa bir zaman. Daha iyi misin?”

 “Sanırım haklısın. İyiyim. Teşekkürler,” diyen kadın kollarının arasından çıkmıştı.

 Adamın soğuğa dayanıklı bedeni, kadının kendisinden uzaklaşmasıyla titredi. Ama bilmiyordu ki Naz da bir o kadar isteksizdi o kollardan ayrılmak için. Beraber apartmanın önüne geldiklerinde, Naz apartmandan içeri girer girmez Yağız gözleriyle çevreyi taradı. Bu kez görünürde hiç kimse yoktu. İçeri girerek apartmanın kapısını kapattığında posta kutusu önünde faturaları inceleyen Naz’a baktı. Şimdi onun nasıl hissettiğini anlamaya çalışıyordu. Kadın, faturalar arasında geçiş yaparken yüzünü buruşturmuştu ta ki elindeki en son kâğıt parçasını inceleyene kadar. Bakışları kocaman olurken kadının elindeki şaşkınlığa sebebiyet veren kâğıt yere düşmüştü.

 Merakla “Ne oldu?” diye sordu Yağız. Küçük bir kâğıt parçasında kadını şaşırtan ne yazıyor olabilirdi ki? “Elim yandı!” diyen Naz, şaşkınlığını atlatamamış bir yandan da dişlerini sıkıyordu.

 Adam kâğıdı yerden almak için eğildiğinde önce sabahki yüksek topuklu çizmelerin yerine kadının düztaban bir çizme giydiğini fark etti ve kadının ayaklarının dibindeki kâğıdı alarak incelediğinde doğal gaz faturası olduğunu gördü. Tutar da oldukça yüklüydü. Kadının biraz önceki olaydan sonra tam olarak ne hissettiğini anlayamayarak onun kafasını dağıtmaya karar verdi. Ona biraz olsun takılmak ikisine de iyi gelebilirdi. Hem elinde oldukça bol malzemesi de vardı.

 “Fondötenine ve o yanında gelen küçük tüpe o kadar para vermemiş olsaydın şu an bu faturanın yarısından fazlası ödenmiş olurdu. Umarım fondöteninin ısıtma özelliği vardır. Ayrıca… Bu çizmeler sabahkilerden daha güzel durmuş.”

 Adamın dediklerini idrak edemedi. İnanılır gibi değildi?! Geçen gün ektresine baktığında diğer faturalarını görmüş, yaptığı alışverişlerle birlikte yüklü bir miktarda borcun altında ezileceğini anlamıştı. Ama doğal gaz faturasının bu kadar cebini yakacağını hatta küle çevirip külleri de KarGaz’a savuracağını tahmin etmemişti. Bir de yeni aldığı bulaşık makinesinin taksitleri vardı! Bunların altından tek başına nasıl gelecekti? Bir anda her şeyi unutmuştu. Birkaç dakika önce yaşadığı korkuyu bile… Şu anki korkusu cebini sarmıştı çünkü. Bunun için bir şeyler düşünmeliydi acilen. O bunları düşünürken giriş kattaki dairenin kapısı aniden açıldı. Naz düşüncelerinden sıyrılırken aniden sıçradı.

 “Hocam kusura bakma. Ben… Korkutmak istemedim. Seslerinizi duyunca… Sizinle konuşmam lazım da.”

  “Önemli değil Aliciğim. Bugün yorucu bir gün geçirdim. Sen ne hakkında konuşmak istemiştin?”

 Ali bir Yağız’a bir Naz’a bakarken kıvranıyordu sanki.  “Yarın Öyküm gelecekmiş hocam. Tabii bizimki de kıvranmaya başladı,” diye kapıda belirdi Sarp. Bir yandan da Ali’nin bakışlarına sözleriyle karşılık veriyordu. “Oğlum senin söyleyeceğin yok, ben ne yapayım?”

 Naz ellini açık saçları arasından geçirdi. Bir de bu vardı, değil mi? Anlaşılan evcilik oyununun zamanı gelmişti. Yağız’a baktığında, yüzündeki çapkın gülümsemesiyle kendisini izlediğini fark etti. Düştükleri duruma gülmeden edemedi. Anlaşılan sinirleri fazla oynamıştı. “Anlaşılan evcilik oyununun zamanı geldi. İnşallah mumumuz yatsıya kadar yanmaz,” derken gülerek Ali’ye göz kırptı. Ali mahcup bir ifadeyle kendisine bakınca dayanamadı. “Hadi ama sıkma canını. Ablan ve enişten olarak elimizden geleni yapacağız.”

 “Ee o zaman Ali’nin eşyalarını size ya da Yağız abinin evine çıkarmamız lazım,” dedi Sarp. Anlaşılan Ali mahcup olmuşluktan konuşamıyordu. “Benim için uygun. Benim evime çıkartabilirsiniz,” dedi Naz.

 “Size ne kadar teşekkür etsem az hocam. Tabii Yağız abiye de ayrı bir teşekkür etmem lazım.”

 “Teşekkürleri sonra edersin Aliciğim. Hem abla demeye alıştır kendini artık. Kıza pot kırmayalım. Yarın yemeğe gelirsiniz artık,” diyen Naz, Ali’yi sakinleştirmek için gülümsedi. Hâlbuki içinden ağlamak geliyordu. “Teşekkür etmene gerek yok Ali. Sevenlerin hâlinden anlarız,” diyerek Yağız da Naz’ı desteklemişti.

 Gençlere iyi akşamlar dileyerek yukarıya çıktılar. Naz kendi kapısına bakarak derin bir of çekerken çantasından anahtarını çıkardı; ama kapıya yönelmeden Yağız elinden anahtarları alarak Naz’ın kapısına yöneldi ve kapıyı açtı. “Teşekkür ederim,” derken Yağız’ın hareketine hiç de şaşırmış gibi değildi.

 “Yemek konusunda gerçekten ciddi miydin?”  Adamın dudaklarına yapışmış eğri gülümsemesine bakarken kaşları çatılmıştı. “Evet. Oldukça ciddiydim.”

 “Yani gerçekten yemek yapacaksın?”

 “Neden, yapamaz mıyım yoksa senin menemeninin lezzetini geçer diye mi korkuyorsun?”

 Kadının yeşil bakışları kısılmış ve ellerini beline atmış gülümserken aynı zamanda meydan okurcasına adama bakıyordu. Yağız amacına ulaşmış biraz da olsa kadının gergin ruh hâlinden uzaklaştırmıştı. Aynı zamanda… Bu gülümseyişi özlemişti!

 “Demek menemenimi beğenmiştin?”

 “Evet, oldukça aç bir zamanıma da denk gelince daha bir lezzetli oldu. İnkâr etmiyorum. Ama sana yedireceğim yemekler de başını döndürecek,” derken aslında kadın kendi söylediklerine inanmakta zorluk çekiyordu.

 “Zehirleyerek başımı döndürmekse niyetin, bana acımıyorsan çocuklara acı.”

 “Merak etme. Lezzetinden başın dönecek,”diyerek evine girdiğinde ufak bir kahkaha atarak Yağız’ın yüzüne kapıyı kapattı. İşte Naz da bu adamın yüzüne kapıyı kapatmayı özlemişti!

 Yağız gülerek başını iki yana salladı. Başının döneceğine emindi. Ama o an yemeklerinin değil, kadının gülümseyen dolgun dudaklarının lezzetini düşünüyordu.

 

Fotoğraf: @evetherneyse

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Aşkın Nazlı Hali - Bölüm 18

Fotoğraf @nilmelteem Bölüm 18    Okundukça birbirine karışan kelime ve harfler… Tekrar tekrar okunan kaçıncı satırdı bu?! Kaçıncı girişimdi ...