Aşkın Nazlı Hali - Bölüm 13

 


Bölüm 13

 Gözlerini sımsıkı kapattığında hâli hazırda bekleyen yaşlar, göz pınarlarından taşmaya başladı. Kendini sıkmanın bir anlamı yoktu nasılsa. Yaşları ne kadar tutmaya çalışsa da bir türlü başarılı olamıyordu. Onlar yine de bir yolunu bulup akıp gidiyordu. Gözleri o kadar çok yanıyordu ki kıpkırmızı olduklarına emindi. Bir oflama döküldü dudaklarından. Ne kadar canı istemese de bunu yapmak zorundaydı. Bir yaş daha… Allah’ım!

 Ağlaması krize dönüşmeden önce hemen toparlanmalıydı. Yapanlar nasıl yapıyordu yani? Kendisinin onlardan ne eksiği vardı?! Bir soğanı doğramak bu kadar zor olmamalıydı!

 Bir yaşın daha yanaklarından süzülmesiyle bıçağı sertçe tezgâhın üzerine bıraktı. Bu böyle olmayacaktı. Keşke yemekleri dün Ali, Öyküm’ün geleceğini haber verdiğinde yapmaya başlasaydı ki anca yetişirdi. Şimdi gelmelerine üç saat vardı ve ortada hazır olan hiçbir şey yoktu! Ayrıca… Bir o kadar olumsuz deneyimden sonra da olacak gibi görünmüyordu. Bu gidişle Yağız’ın ağzına sakız olmaktan kurtulamayacaktı.

 Burnuna dolan yanık kokusunun keskinliğiyle tüm düşüncelerinden bir an için uzaklaştı ve hızla ocağın başına geçti. Karşılaştığı görüntü ise pek parlak değildi. Bu hafta pazardan aldığı patlıcanlar, imkânsız bir evrimin eşiğinde Zonguldak kömür madenlerinden yeni çıkarılmış kömürlere dönüşmüştü. Hemen ocağın altını kapatarak, tavayı ocağın üzerinden almak için hamle yaptı; ama tavanın sıcak sapını tutmasıyla bırakması bir oldu. Attığı ufak çığlığın ardından çektiği acıyı azaltacak gibi istem dışı yanan parmağını  dudaklarına götürdü. Arkasından hemen elini suya tuttu. Karşılaşacağı manzaradan ürkse de arkasını dönmek zorunda kaldı ve mutfağına gelişigüzel göz gezdirdi. Durum gerçekten de hiç parlak değildi!

 Bir karnıyarık yapmak bu kadar zor olabilir miydi?! Bir de onun yanına pilav yapılacaktı! Ee yemek çorbasız olur mu?! Unutmadan… Mezeler de yemeğin ayrıntısıydı. Ama şu an ortada kesilmiş ekmek bile yoktu. Ellerini başının üzerinde topladığı topuzunda birleştirip etrafında tam tur attı ve gözleri fal taşı gibi açıldı. Film sektörü, film çekmeye başlayalı böyle vasat bir film çekmiş olamazdı. Şu an hiçbir vasat film onun bu hâliyle yarışamazdı.

 İnternetten karnıyarık tarifini okurken hiç bu kadar zorlanacağını düşünmemişti. Tamam, birçok başarısız deneyime göğüs germişti bu mutfakta; fakat şimdi iş ciddiydi. Bunu başarmak zorundaydı ve Yağız’a söylediği sözler sonrasında her şeyi göz ardı ederek yapabileceğini düşünme gafletinde bulunmuştu. Hâlbuki bir çocuğa okuma yazma öğretmekten daha zor görünüyordu şu an gözüne. Ah ah dadısı ve annesi ona yemek öğretmeye çalışırken aklı acaba nerelerdeydi?! Bu durum son zamanlarda mutfak konusunda aldığı en büyük ders olmuştu. Acı olmuştu; ama olmuştu. Evinde şahken şimdi şahbaz olmuştu! Olmuştu da olmuştu.

 Doğradığı soğanları bir tavanın içine alarak ocağı yüksek ateşte açtı. Bir yandan da dağınıklığı toplama işine girişmişti. Kapının çalmasıyla  işini bırakıp, kapıyı açmaya gitti. Kapıyı açtığında gördüğü adam tüm mutfağı ona unutturmuştu bile.

 “Benim biricik karımın yardıma ihtiyacı var mı acaba?”

 İşte her şeyin sebebi olan, adı sadece beş harf, iki hece olan bu adam, başına dağ kadar dert açmıştı. Ama o her şeyden habersiz kapının kenarına yaslanmış, biçimli ve bir erkeğe göre aşırı güzel olan dudaklarına yapışmış tatlı bir gülümsemeyle kendisini süzüyordu. Naz ne kadar ev hâlindeyse o da o kadar özenli görünüyordu. Yeşil gözleri adamın bakışlarıyla karşılaştığında, içini garip bir ürperti sardı. O bakışları ve sözleri sıcacık olmasına rağmen…

 “Hayır. Teşekkür ederim. Sen topunla tüfeğinle benim mutfağıma karışmasan daha iyi olur.”

 “Emin misin?”

 “Oldukça.”

 Aslında düşüncesi hoşuna gitmişti kadının. ‘Kendisi ve Yağız mutfakta yemek yapıyor.’ Gerçi hayalinde daha çok Yağız yapıyor Naz yiyor görünüyordu. Sözleri üzerine adamın gülümseyişi biraz daha genişlerken Naz sormadan edemedi.

 “Yardım konusunda ciddi miydin yoksa sağlık müfettişi oldun da haberim mi yok?”

 “Gayet ciddiydim; ama sağlık müfettişliğini de düşünmedim değil. Şu an o mutfağın her türlü sağlık kuralını ihlal ettiğine eminim,” derken adamın büyüyen gülümsemesi üzerine genç kadının dudakları da istemeden kıvrıldı. Ama bunun sebebi hırstı. “Sen öyle sanmaya devam et. Sana öyle yemekler yedireceğim ki unutamayacaksın.”

 Gerçekten ona bu yemeği unutulmaz hâle getirebilir miydi, yoksa o ne kadar unutmak istese de bu adam ona hatırlatıp durur muydu bu günü, bilemiyordu Naz.

 “Her açıdan unutamayacağıma eminim karıcığım. Mesela… İçeriden gelen yanık kokusunu da unutmayacağım. Kesinlikle.” Kadının gözleri birden açılırken nasıl dalıp da yanık kokusunu fark etmediğini anlayamadı.

 “Herkesin ufak kusurları olur karıcığım; ama bu koku buraya kadar geldiğine göre senin kusurun baya büyük. Ama ben yine de senin her kusuruna göz yumarım.” Bunları söylerken adamın kendisine göz kırpmasıyla bir an nefesini tutsa da çabuk toparlandı. Mutfağa gitmek istemese de gerçekten yanık kokusu çok keskindi. Nasıl da unutmuştu ocakta?! “Hadi beni daha fazla lafa tutma. Ocakta yemeğim var. Yoksa aç bırakırım seni. Sen içecekleri alıp gelsen yeterli kocacığım.”

 Yüzüne kapanan kapıya boş boş bakarken buldu kendini Yağız. Bu kapılarla arası hiç iyi değildi. Şu an bu kapının arkasındaki güzel karısını düşündükçe içi bir tuhaf oluyor, yumruğu kadar olan kalbi kilometre atlıyordu. Onun karşısında rahat davranmaya çalışsa da onun bir dudak bükmesi bile şimdiye kadar olağan uyumuyla çalışan  tüm sistemi, işleri elden bırakıyordu. Bir elini saçlarının arasından geçirerek merdivenlerden inmeye başladı. Atladığı her bir merdivenle, kadının mutfak önlüğünün önündeki lekeleri ve topuzundan yüzünün iki yanına dağılmış saçlarını düşünmemeye çalışıyordu.

 ***

 Yağız şimdi yüzüne kapatılan kapının tam karşısında duruyordu. Aradan geçen iki saat oldukça zor sabretmişti zaten, şimdi de kapıyı çalmış dakikalardır açılmasını bekliyordu. İçecekleri vermek için geldiğinde de bu kadar çok beklemişti kapının açılmasını. Kim bilir neler yapıyordu içerde. Bir kez daha zile uzandığında kapı ardına kadar açıldı ve deyim yerindeyse Yağız’ın gözleri fal taşı gibi açıldı. Karşısındaki kadının güzelliğinin her seferinde kendisini bu derece şiddetli çarpmasına alışamamıştı hâlâ ve bu kadın sözde de olsa onun karısıydı. Yani bu akşam bu kadın üzerindeki haklarını istediği gibi kullanabilirdi. Tabii makul ölçüde…

 “Hoş geldin canım. Aman Allah’ım bunlar çok güzel,” diyerek elindeki çiçeklere uzanan kadın hızla çiçekleri aldı ve içeriye girdi. Çiçekleri yemek masasının üzerine bırakırken Yağız’da onu izliyordu ve kapıyı kapatarak onun yanına giderken aklında tek bir kelime dönüyordu.

 Canım? Bir insan bir kelimeyi bu kadar tatlı söyleyebilir miydi? Üzerindeki hoş elbisenin tülünün altındaki astar insana içindekini merak ettiriyor, su dalgası saçları ise şu an kendi mavi gözlerindeki dalgalarla ölümüne yarışacak durumdaydı. Dudakları… Aşırı derecede… Tadılmak için can atılan şekerlere benziyordu. Söylenen canım kelimesi öylesine sarhoş etmişti ki kendi adının birden söylenmesi soğuk duş etkisi yaratmıştı.

 “Yağız? Ne oldu? Olmamış mı?” diyen Naz elbisesinin tülünü eliyle düzeltti.

 Kadının yüzündeki sıkıntılı ifadeyi görünce genç adamın canı sıkıldı. Kim bilir ne zamandır kapıda boş bakışlarla ona bakıyordu. Sorduğu soruda ima ettiği durumun aksine o kadar güzel olmuştu ki üzerine söz söyleyememişti Yağız. “Hayır aksine… Çok… Güzel görünüyorsun. Her zaman olduğu gibi.”

 “O zaman neden bana öyle bakıyorsun?”

 “Sadece… Yalandan da olsa nasıl olup da sana sahip olabildiğimi düşünüyordum.”

 Kadının dudaklarından dökülen ufak bir kahkaha Yağız’ın tüm sıkıntısını alıp götürdü. “Sanırım bir süre bu durumun şokundan ikimiz de kurtulamayacağız hayatım. Ama senin serenatlarını, ısrarlarını bol bol anlatacağım bugün.”

 Hayatım? Söylenen ikinci aitlik içeren kelime ile Yağız, kadına doğru bir adım atarak daha da yaklaştı ve ellerini Naz’ın belinin iki yanına koydu. Ne zamandır bunun için yanıp tutuşmuyor muydu? “Desene bugün çok eğleneceğiz bir tanem. Hikâyemizi hazırladın mı? Elimizde yeterince malzeme var mı?” Kadının kendisine doğru sokulması ile derin bir nefes aldı. Hoş çiçek kokusunu içine çekerken, gözleri bir an için dudaklarına takıldı.

 “Malzemeden bol neyimiz var canım. Ayrıca… Çiçeklere bayıldım. Çok güzeller. Teşekkür ederim.”

 “Eşimle ilk yemeğimize çiçeksiz gelemezdim. Bu mevsimde taze çiçek bulmak çok zor; ama…”

 “Ama sen bulmuşsun hayatım,” diyerek güldü kadın.

 Adam omuzlarına uzanan ellerin sanki toz varmış gibi öylesine gömleğini sıvazlamasını hissetse de gözleri hâlâ o parlayan tatlı dudaklardaydı. “Ben böyle canım cicim kelimelerini bir erkeğe söylemeye alışık değilim; ama evli bir çift gibi görüneceğimize göre…” derken yüzünün kızarması, genç adamın dikkatinden kaçmamıştı. Kadın onun göğsüne bakarken, adamın mavi gözleri kadının yüzüne öyle bir odaklanmış ve yakın duruyordu ki o an hiçbir değişikliğin gözünden kaçmasının imkânı yoktu. “Rahat ol güzelim. Karşında kocan var. İstediğin gibi konuşmakta serbestsin.”

 O an mavi gözlerini bulan yeşil masum bakışlarla, olduğu yere çivi gibi çakılmıştı. Kendi dudaklarına çarpan nefesin tadını hissedebiliyordu ve…

 Kapının sesi tüm ahengi bir anda bozmuştu. Şimdi bu ortamda yeni bir evi, kapıda misafirleri ve öpmek için deli olduğu ama nefesini hissetmekten ileri gidemediği bir karısı vardı. Aman ne hoş! Kadının kollarından çıkmasıyla gözlerini kapatarak derin bir nefes daha aldı; ama burnuna dolan kadının kokusu hiç yardımcı olmamıştı. Kapıya doğru döndüğünde Naz’ın ev sahibi havasıyla Ali’nin ve yanındaki kızın montlarını alışını izledi. Tüm bu zahmete katlanmalarına sebep olan kız, ufak tefek olmasına rağmen oldukça güzel bir kız gibi görünüyordu; ama onun gözleri sürekli Naz’a kayıyordu. Buna engel olamıyordu.

 “Karnınız aç mı ablacığım? Hemen yemek ister misiniz yoksa biraz bekleyelim mi?”

 “Olur abla ya oldukça acıktık aslında. Hem eniştemi de çok beklettik sanırım,” dedi Ali, Yağız’a bakarken. “Ah be Ali’m sen alışamadın; ama  ablan benim bu aç kurt hâllerime alıştı ya sizi beklerken mutfağa bile sokmadı beni.”

 Gülümserken yüzünde oluşan gamzesi o kadar derin ve güzeldi ki, Naz hiçbir şey düşünmeden kolunu hafifçe Yağız’ın beline doladı. Genç adamsa omuzlarından onu kendi bedenine çekmekte gecikmedi. Naz adamın göğsünde iyice yer edinirken, o ferah, kendine özgü kokusunu içine çekmeyi ihmal etmedi ve hafifçe Yağız’ın göğsüne vururken gözlerinin içine bakarak gülümsedi. “O zaman hadi yemeğe buyurun. Kocamı yeterince aç bıraktım bugün.”

 O ana kadar Yağız’ın hiç dikkatini çekmeyen salondaki yemek masasının doluluğu, bir kez daha şaşırmasına neden oldu. Servisler muntazam şekilde yerleştirilmiş, mezeler yerini almış sadece kuş sütü eksik gibi görünüyordu. Gördüklerine inanamayarak kaşlarını çattı. Bundan yaklaşık iki saat önce apartmana yayılan yanık kokusunun sebebi bu daire değilse neresiydi? Şüpheci bakışları Naz’ı buldu. Ondaki bakışların aksine kadındaki hâlinden memnun gülümseme, tek kaşının havaya kalkmasına neden oldu. Bu kadın bu kadar sürede bu kadar yemeğin nasıl altından kalkmıştı? Yemek işinde iyi olmadığını söyleyen kendisi değil miydi? Naz ona başköşeyi işaret ederek oturmasını sağladığında hâlâ kuşkuyla masaya bakıyordu. Ambalaj oldukça güzeldi; ama… Zaten zehirler hep altın tepside sunulmaz mıydı? Düşündüklerinin aksine dudaklarına bir tebessüm yerleşti. Kesinlikle bu gecenin keyfini çıkaracaktı.

 “Oo ablaların güzeli yine döktürmüşsün. Ablam diye söylemiyorum çok güzel yemek yapar,” diyen Ali söylediklerine gerçekten inanıyormuş gibi görünüyordu. Yağız bu laflara takılmadan edemedi. “Geçen gün yediğimiz kereviz yemeğini unutamıyorum.”

 “Unutamaman normal hayatım; çünkü ben yaptım. Öykümcüğüm bu iki erkeğin sebzelerle hiç arası yok. Gerçi Yağız abine öyle böyle yediriyorum; ama Ali’ye yedirmek zor oluyor. Ne de olsa erkeğin kalbine giden yol midesinden geçermiş. Ben Yağız abinin kalelerini tek tek fethettiğim için ona lafımı geçirmek zor olmuyor.”

 Naz’ın kahkahasına Öyküm de eşlik edince ortam daha sıcak bir hâle gelmişti. Naz çorba servislerini yaptığında Yağız’ın gözleri yanında oturan Naz’dan ayrılmazken çorbasından ufak bir yudum aldı. İlk yudum… Sıcak yayla çorbasının tadı tüm diline yayıldığında istemeyerek gözlerini kapatmak zorunda kaldı. Bu nasıl bir çorbaydı böyle? İnanamayarak bir yudum daha aldı. Bu çorbanın tadı… Tek kelimeyle mükemmeldi.

 Yağız’ın düşüncelerini “Naz abla ellerine sağlık çorba harika olmuş,” diyen Öyküm dillendirmişti.

 “Afiyet olsun,”diyerek gülümsedi Naz ve Yağız’ın tepkisini ölçmek için ona baktı. Bakışları karşılaştığında Yağız kaşığını bırakarak arkasına yaslandı. “Ellerine sağlık bir tanem. Her zamanki gibi mükemmel.”

 “Afiyet olsun hayatım. İstersen daha koyabilirim,” demişti Naz bilmiş bir tavırla.

 “Çorbayla karnımı doyurmak istemiyorum. Gerçi yemeklerini düşündükçe daha çok acıkıyorum ama. Bu arada içli köfteyi ne ara yaptın?” Kendisi yapmış olamazdı herhalde. Ne olursa olsun adam buna inanmazdı. “Onu ben yapmadım, annem göndermiş. Buzluktan çıkardım,” dedi Naz ustaca. Bu adam onu yıldıramazdı.

 “Merakımı mazur görün; ama… Ne zaman evlendiniz?”

 Öyküm’ün lafa karışmasıyla ikisi de önce kıza doğru döndüler ardından da birbirlerine baktılar. İlk konuşan Yağız oldu. “Henüz çok yeni sayılır. Bir yılı biraz geçti.”

 Naz, çorba servislerini toplayarak yemek servislerine geçtiğinde masada sohbet devam ediyordu. Yağız gördüğü yemeğe gözlerini kısarak baktı. Karnıyarık ve yanında pilav... En sevdiği yemeklerden biriydi; ama bakalım nasıl olmuştu? İlk lokmasını çekinerek alsa da ikinci lokması için sabırsızlanması yemeğin lezzetinin kanıtıydı. “Hayatım karnıyarığı nasıl yaptın? Şahane olmuş,” diye sordu kuşkulu bakışlarla.

 “Kayınvalidemin gizli tarifi.”

 “Tarifi sana cennetten mi verdi?” diyerek Naz’ı köşeye sıkıştırmaya uğraşsa da başarılı olamadı.“Biz henüz flört ederken vermişti ve kimseye vermeyeceğime söz verdim. Çocuklarımdan başka.”

 Yemekler yenmeye devam ederken  Öyküm’ün sohbeti Naz’a yöneldi. “Naz abla ben seni daha önce çalıştığın okulda görmüştüm. Hatta özellikle babama evli olup olmadığını sormuştum. Parmağında alyans göremeyince… Okulda oldukça dikkat çekiyorsun.”

 Naz şaşkınlıkla Öyküm’e baktı. “Babana mı sordun?” dedi hafif meraklı bir ses tonuyla. “Evet, babama sormuştum. Babam Tahir Yılmaz. Çalıştığın okulun müdürüdür kendisi.”

 “Öyle mi, ne güzel? Tahir Beyin senin gibi bir kızı olacağını olduğundan haberim yoktu,” derken sıkıntıyla yemeğinden bir çatal aldı. Okulda kimseyle medeni hâliyle ilgili soru sorulacak ve bu soruyu sormaya yanaşacak kadar samimi bir sohbette bulunmamıştı. Bir tek Sema vardı. Onunla da açık açık bu konuda konuşmamıştı aslında. Bunu düşünmemeye çalışarak yemeğinin tadına odaklandı. Mmm… Yağız’ın yüz ifadesini görmek için ona bakmayı da ihmal etmedi. Genç adam hâlinden memnun yemeğini yerken üzerinde hissettiği bakışlara karşılık vermişti. Adam memnun olduğunu belirtir gibi hafifçe başını sallarken, yüzündeki gülümseme de ona eşlik etti. Naz o kadar keyiflenmişti ki Öyküm’ün bu sefer Yağız’a çevirdiği sohbeti ilk anda anlayamadı; ama bir kez daha şaşırması çok uzun sürmedi. “Yağız abi açıkçası senin de evli olduğunu düşünmemiştim.”

 Yağız bakışlarını Öyküm’e yönelterek devam etmesini bekledi. “Sizin birliğinize de birkaç kere geldim. Halam oradaki revirde hemşire. Ama evli olduğundan hiç bahsetmedi. Söylemem lazım ki sen de çok dikkat çekiyorsun. Eminim ki insanlar gözlerini sizin üzerinizden alamıyorlardır,” dedi kız gülümseyerek; ama Naz gülmüyordu.

 Bu kız ne kadar da dikkatli çıkmıştı ve hiç umulmayacak bir haber ağına sahipti. Hem de tüm ailesini sanki peşlerine takmıştı da şimdi ‘Hepiniz bana yalan söylüyorsunuz!’ diyerek sessizce haykırıyordu. Nasıl kalkacaklardı bu işin içinden. Öyküm’ün sonraki sözleri ise onu şokun son seviyesine doğru sürükledi. “İkinizin de soyadının farklı olduğunu da öğrenince… Ee alyanslarınız da yoktu. Ama çok güzel bir çift olduğunuzu inkâr edemem.”

 Kızın bakışlarındaki kuşkuya rağmen dudaklarında beliren gülümseme Naz’a soğuk terler döktürüyordu. Belki güzel başladıkları için kız kendini onlara yakın görmüş ve böyle bir sohbet açmıştı ya da Naz yalan söylemeye uğraştığı için kız sürekli üstlerine geliyormuş gibi hissediyordu. Öyküm’ün sözlerinin sonrasında Yağız’ın ufak bir kahkaha atmasıyla aniden bakışlarını ona çevirdi. Yağız’sa âşık bir adam gibi onun masanın üzerindeki eline uzanarak tutmuş ve gözlerinin içine bakmıştı.

 “Hayatım farkında mısın, bu günlerde bu soruyu ne kadar çok merak eden oluyor.”

 “Ben yanlış bir şey söylemek istemedim. Özür dilerim. Sadece… Bir çift olarak sizi gerçekten birbirinize çok yakıştırdım, merakım bu yüzden.” Öyküm biraz mahcup olmuş görünüyordu; ama olmalıydı da! Naz ne söyleyeceğini şaşırmıştı. Ali’ye bakılırsa o da Naz’la aynı durumdaydı. “Özür dilenecek bir şey yok Öyküm. Alyans konusunu geçenlerde alışverişe gittiğimizde yaşlı bir teyze de sormuştu. Yağız abinin aklına o geldi anlaşılan. Beni biraz utandırdı da o zaman,”diyebildi şakayla karışık. Bu söyledikleri o an aklına gelen ilk şeylerdi.

 “Hayatım bunda utanacak ne var? Sadece hamile olduğunu söyledim,” diyen Yağız, tutmakta olduğu eli biraz daha sıktı. “Kilo almaktan hoşlanmadığının farkındayım. O teyzeye de ‘Eşim kilo aldı da o yüzden alyans takmıyor,’ mu deseydim? Hem hamile olmanı çok isterdim.”

 Genç kadın duyduğu sözlerle yaşadığı şaşkınlığı gizlemek için gülmeye çalıştı. “Ama değilim. Yağız abinle evlenince rahata erdim, o yüzden de biraz kilo almıştım. Alyansım parmağıma olmuyordu; ama şu aralar formumdayım. Taşınma işleri derken baya kilo verdim,” dedi Öyküm’e bakarak. Öyküm’ün gülümsemesi kuşkuluyken, Ali oldukça rahatlamış görünüyordu.

 “Çoğu bayanın problemi tabii. Ama şu an gerçekten de gayet formundasın Naz abla. Siz yeni taşındınız değil mi?”

 İşte bir başka soru…

 “Evet, yaklaşık bir ay oldu. Biz buraya taşınmadan önce Ali alt kattaki öğrencilerle kalıyordu; ama biz buraya taşınınca daha fazla öğrencilik hayatına katlanmasına gerek kalmadı. Şimdi daha rahattır diye düşünüyorum,” diye yanıtladı Yağız.

 “Tabii ki enişte. Öğrenci evinde yaşanılır mı? Kızların evleri yaşanılırdır; ama erkeklerinki zor oluyor gerçekten,” derken Ali hafif telaşlı görünüyordu.

 Naz sohbetin havasından biraz olsun kaçmak için yemek servislerini toplayarak kendisini mutfağa attı. Tabakları bırakmasıyla hemen yatak odasına girerek mücevher kutusunu ve yüzük kutularını kurcalamaya başladı. Alyansa benzer bir şeyler mutlaka bulmalıydı. İşte! Anne ve babasının doğum gününde aldığı takı setinin yüzüğü beş sıra boydan boya  küçük taşlardan oluşuyordu ve hatta bazı bayanların bu yüzükleri alyans olarak kullandığını da görmüştü. Hemen altın yüzüğü sol yüzük parmağına takarak salona yöneldi. Sandalyesine oturduğunda masadakilerin sohbet ettiğini gördü. Yağız gayet rahat bir şekilde Öyküm ve Ali’ye sorular soruyor, onlar da yanıtlıyordu.

 “Baban ve halanın seninle burada olması gerçekten de büyük şans Öyküm. Bir bayanın burada yalnız olması oldukça zor; ama sen şanslılardansın,” demişti Yağız.

 “Gerçekten de benim için büyük şans Yağız abi. Önce halamın tayini çıktı buraya. Bir iki sene sonra babamın tayini de beklenmedik bir şekilde buraya çıkınca ben de üniversite tercihimi buradan yana kullandım.”

 “Oldukça akıllıca olmuş. Babalar kızlarına çok düşkündür malum,” diyerek sohbete katıldı Naz.

 “Evet, özellikle annemin vefatından sonra… Babamdan ayrıldığımı düşünemiyorum bile.”

 “Başın sağ olsun. Aile için oldukça zor bir durum. Çünkü annen gittikten sonra bir bakıyorsun ki aileyi ayakta tutan oymuş. Benim annemin vefatından sonra, kız kardeşim oldukça zor bir dönemden geçti. Seni anlayabiliyorum; ama bunun tesellisi yok.”

 “Teşekkürler Yağız abi. Dostlar sağ olsun. Onu çok özlüyorum; ama yapacak bir şeyim yok.”

 Öyküm zoraki gülümseyerek Naz ve Yağız’a baktı. Naz’sa Yağız’ın duygularını anlayabilmek için onun yüzünü izledi. Ama yüzünde en ufak bir zayıflık belirtisi yoktu. Söylediklerinde oldukça samimi olduğu aşikârdı. Fakat yüzünde ciddiyetten başka hiçbir şey yoktu. Annesini öyle çok özlemişti ki oysa genç adam. Şimdi olsaydı doyasıya sarılır, imkânı olsa onu geri getirmek için her şeyi yapar, dizinin dibinden ayrılmazdı. Masadaki elinin üzerine kapanan sıcacık eli hissetmesiyle bakışlarını Öyküm’den eline çevirdi. Kendi elini tutan Naz’ın sıcacık eli, ona güç vermek ister gibi baskısını biraz daha arttırdı. Genç adam dayanamayarak elini tutan eli kaldırarak dudaklarına götürdü. Dudaklarından çektikten sonra, masada ellerini tutmaya devam ederek avuç içini hafifçe okşamaya başladı.

 Naz bunları bu şekilde değil, adamla dertleşirken ya da sohbet ederken öğrenmek isterdi. Ama şu an elinden tüm vücudunu ayaklandıran elektriklenme, düşünmesine pek fırsat vermiyordu. Sadece doğrudan Yağız’ın fırtınalı gözlerine bakabiliyor, o fırtınada çarpan şimşekler genç kadının tüm vücudunu ayaklandırıyordu. Adamın mırıldandığı kelimeler geldi kulağına. Dudaklarından dökülen Fransızca sözcüklerdeki aksan o kadar belirgin ve hoştu ki Naz, masadakileri çoktan unutmuştu bile.

 “Nasıl tanıştınız?”

 Öyküm’ün sorusuyla kendine gelemese de hafif toparlanan Naz, kıza baktı. O an aklına hiçbir şey söylemek gelmiyordu ki. Çünkü şu an adını bile unutmuş olabilirdi.

 “Hava alanında tanıştık. Ben ilk görev yerime giderken Naz ablanız Paris Moda Haftası’ndan dönüyordu. Elinde o kadar çok eşya vardı ki. Önce farkına varmadan önündeki dev adama yani bana çarptı, üstüne üstlük bir de ben ona çarpmışım gibi beni payladı. Tabii ben bunun üzerine onun eşyalarını taşıdım; ama intikamım oldukça güzel oldu,” diyen genç adam gözlerini Naz’dan ayırmıyordu. Ayırmak istese de yapamıyordu. Sanki ayırsa kadın gözlerinin önünden kaybolacaktı.

 “Ne yaptın peki?” dedi Öyküm merakla. Ali de pür dikkat onları dinliyordu. Çünkü bunların bir oyun olduğunu çok önceden bilmese bu sahnelenen tiyatronun gerçek  hayattan bir kesit olduğunu düşünürdü. Kesinlikle ablası ve eniştesi birer oyuncu olmalıydı.

 Yağız, Naz’ın sol elini işaret etti başıyla. Naz’ın yüzük taktığı gözünden kaçmamıştı. “Onunla evlendim. Gerçi ikna etmek çok zor oldu.”

 “Naz ablanın adı gibi nazlı olduğu belli. Ama böyle güzel bir kadını ikna etmek pek de kolay olmamalıydı zaten.”

 Bu lafların üzerine Naz da kendini tutamayarak hafifçe güldü. “Önce babama  aldırmadan balkonumun altında bana Fransızca serenatlar yaptı, sonra da beni balayına Paris’e götürdü,”derken kahkaha attı Naz.“Yani Öyküm, aşkımız Türkiye sınırlarını aştı,” diye eklemişti adam.

 “Gerçi babam ablamı vermek istemedi başta; ama… Baktı kızı kaçmaya hazır. Dayanamadı.”

 Ali sohbetin gidişatını bilmediği için sadece dinlemekle yetinse de bu şekilde sohbete dâhil oldu. Gerçi her şey çok güzel hatta süperdi. Kimse oyun oynadıklarını anlayamazdı. Naz ve Yağız’ın birbirlerine olan bakışlarını gece boyu incelemişti ve… Bir şeyden kesinlikle emin olmuştu. Her şey oyun olabilirdi; ama bu bakışların oyun olma gibi bir imkânı yoktu.

 “Tatlılara hemen geçelim mi yoksa siz ders çalışırken yemeyi mi tercih edersiniz?” diye sordu Naz.

 “Yemekler ve mezeler çok güzel olmuş. Hatta ayıp olmasın diye kendimi tutmaya çalışsam da pek başarılı olamadım ve sanırım midemde hiç yer kalmadı. Ellerine sağlık. Sanırım ben tatlıyı daha sonra alacağım,” dedi Öyküm beğeniyle.

 “Peki o zaman. Siz ders çalışmaya geçebilirsiniz,” diyerek masayı toparlamak için ayağa kalktı Naz. Ellerinin titreyişini belli etmemek için hızlı hareketlerle yemek servislerini toplarken masanın görüntüsünden oldukça memnun kaldı. Mezeler bitmiş ve tabaklar boştu. Demek ki oldukça iyi bir iş başarmıştı. Elindekileri mutfak tezgâhına bırakırken elinde tabaklarla Öyküm mutfağa girdi ve ellerindekini tezgâhın boş kısmına bıraktı.

 “Sizin kadar birbirine âşık bir çift görmedim ben. Allah nazarlardan korusun. Açıkçası… Seni kendime yakın bulduğum için söylüyorum Naz abla. Önce evli olduğunuza inanamamıştım; çünkü hepinizin soyadları farklı. Hatta Ali’nin bile. Ama bugün evlilikte soyadların pek önemi yokmuş. Bunu bir kez daha anladım Yağız abinin bakışlarından.”

 Öyküm bu tespitleri yaparken oldukça yapmacıklıktan uzaktı bu yüzden içinden ona kızamıyordu. Ama çok meraklı olması da can sıkıcı olsa da sözleri bir o kadar hoşuna gitmişti. Demek ki Yağız’la onu çok yakıştırmıştı. Son zamanlarda aklında sürekli dolanan Yağız’ın, somut olarak evini doldurması anlamlandıramadığı bir huzur veriyordu. Soyadı konusu bile bu huzur duygusunu gölgeleyemiyordu; ama bir şeyler söylemek zorundaydı. “Biz… Küçükken… Daha doğrusu Ali oldukça küçükken anne ve babamız ayrıldı. Ben seçim yapacak yaştaydım; ama Ali değildi. Babalar kızlarına düşkün olurmuş ya… Ben babamı tercih ettim. Ali de küçük olduğu için annemde kaldı… Annem babamdan boşandıktan sonra kızlık soyadını kullanmaya başladı; ama… Babama o kadar öfkeliydi ki… Ali’nin soyadını da değiştirdi. Ben tabii babamın soyadını kullanıyordum. Şimdiki halimize gelince… Ben sanırım diğer kızlara göre babama daha düşkün bir kızım. Bu yüzden alıştığım düzeni bozmamak adına… Bir de özgürlüğüme düşkünüm tabii… Hem de fazlasıyla… Soyadımı değiştirmek bir erkeğin boyunduruğuna girmek gibi gelmişti bana. O yüzden değiştirmek istemedim. Yağız abin de oldukça anlayışlıydı. Onun için soyadı, yanında olmamdan daha önemli değildi. Yani… En azından bana öyle söyledi. Yağız abini tanıdıktan sonra bu düşüncemde hata ettiğimi anladım. Bir gün eğer nikâh tazelersek soyadımı değiştirmeyi düşünüyorum. Bana söylemese de Yağız abinin de içten içe bunu istediğine eminim.”

 Tek ayak üzerinde bin bir tane yalan söylemek, bu olsa gerekti. Sürekli durarak konuşması işleri hiç de kolaylaştırmasa o an aklına gelen şeylerin doğruluğunu tartmadan konuşmuştu ki söyledikleri hukuka uygun muydu, onu bile bilmiyordu. Ama anlaşılan fikirlerini sıkıntıyla dışa vurması, Öyküm’ün tarafından üzüntü olarak karşılanmıştı. Kız anlayışla gülümseyerek Naz’a baktı.

 “Yağız abi oldukça anlayışlı ve söylemeden geçemeyeceğim ama çok da yakışıklı bir adam. Birlikteki tüm hemşirelerin konuştuğu kadar var. Eminim ki seni ne kadar sevse ve anlayış gösterse de ki bunu ona bakmadan ses tonundan bir kör bile anlayabilir, içten içe soyadını taşımanı istediğine ben de eminim. ”

 Naz kızın sözlerinden sadece bir cümleyi cımbızla çekip almıştı. Birlikteki bilmem kaç metre karelik alandaki tüm hemşireler işi gücü bırakıp Yağız’ın dedikodusunu mu yapıyordu? Çenesinin ağrımasıyla dişlerini sıktığını o an fark etti. Aklı ‘Naz seni neden bu kadar ilgilendiriyor?!’ derken anlamlandıramadığı bir kısmı ‘Bu adam bu hemşireleri neden bu kadar ilgilendiriyor?!’ diye düşünüyordu. “Demek hemşireler Yağız abini konuşuyor,” dedi yarım ağız gülmeye çalışarak. Aslında bunları söylemeyecekti; ama dayanamamıştı.

 “Açıkçası… Özür dilerim… Ben… Söylememem gerekirdi; ama… Yani sonuçta eşin oldukça yakışıklı bir adam ve bekâr hemşirelerin gözünden kaçmamış. Ben… Aklını bulandırmak değildi amacım Naz abla… Anlaşılan Yağız abinin onların varlığından bile haberi yok. Çünkü… Hepsi hafif isyanlarda. Yağız abinin evli olduğunu duyunca hepsinin bir süre evine kapanacağına eminim. Bir de eşine bu kadar âşık olduğunu duyduklarında… Özellikle halam…”

 Kız mahcup bir hâlde konuşurken, son kısmı mırıldanarak söylese de Naz duymuş ve gülmeye başlamıştı. Demek ki Öyküm’ün halası Yağız’a abayı yakmıştı. Gerçi bu konuşmada en çok hoşuna giden kısım Yağız’ın hemşirelerin varlığına bile dikkat etmemiş olmasıydı. Keyfi yerine gelmişti. Şimdi Öyküm halasına bugünkü yemeği anlatacak ve yarın tüm birlik Yağız’ın evli olduğunu öğrenecekti. Aman Yarabbim! Bu konuşmayı muhakkak Öyküm’ün babası da duyacak ve ardından tüm okul da öğrenecekti. Bu yalan anlaşılan boylarını aşacak gibi görünüyordu. Yine de… Bu durum… Hoşuna gitmişti! Hem de aşırı derecede! Yağız’ın sesini duymasıyla sohbetleri bir süre durdu. “Hayatım telefonun çalıyor.”

 Anne ve babasıyla sabah konuşmuştu. Acaba şimdi kim arıyordu? Öyküm’ün aklında kuşkulu bir düşünce bırakmak istemediği için gözünü kararttı bir an. “Sen bakar mısın canım?”diye seslendi.

 Yağız’la evli olma düşüncesi şu an için o kadar güzeldi ki Hürrem Sultan, sultan olalı Naz kadar keyifli olmuş olamazdı. Çok geçmeden mutfağa elinde tabaklarla Yağız ve Ali girdi.

 “Siz sohbete daldınız bakıyorum. Bu arada arayan münasebetsiz kuzenin Orkun’muş. Nedense hiç sevmiyorum o adamı. Çocuklar siz ders çalışmaya geçin isterseniz. Ben Naz ablanıza yardım ederim. Kayınbiraderim bir kez daha çakmasın bu dersten. Yoksa mezun olamayacak,” dedi Yağız. Orkun konusu geçtiğinde dişlerini sıkması Naz’ın gözünden kaçmamıştı; ama şu an Orkun zerre kadar umurunda değildi. Zaten… Orkun kimdi ki?

 “Hadi siz çalışmaya geçin,” diyerek gençleri dün akşam evin boş ama bugün Ali’nin eşyalarıyla dolu olan odaya gönderdi. Dün Öyküm’ün geleceğini öğrendikten sonra Ali’nin alt kattaki tüm eşyaları inandırıcı olmak adına Naz’ın evine taşınmıştı. Sarp, Erkan, Ali ve sonra onlara katılan Yağız’la oluşan dört kişilik ekip kısa sürede Ali’nin odasını bu dairede baştan yaratmışlardı.

 İki genç mutfaktan çıktıktan sonra Naz ve Yağız baş başa kalmışlardı. Yağız elindekileri bırakarak tezgâha yaslandı. Kollarını göğsünde birleştirdi ve hem mutfağı hem de Naz’ı süzmeye başladı. “Yanık kokusunu aldığım bu evi hiç de böyle hayal etmemiştim. Beni şaşırttın.”

 Naz saçlarını savurarak mutfaktan çıkarken bir taraftan da karşılık vermeyi ihmal etmiyordu. “Sana unutamayacağın yemekler yedireceğimi söylemiştim.”

 Yemek masasındaki son kalan şeyleri toparlarken, Yağız’ın mutfaktan gelen yüksek ses tonundaki kahkahalarıyla meraklanarak mutfağa girdi. Karşılaştığı manzara ise daha çok merak etmesine neden olmuştu. Yağız ellerini beline koymuş bir şekilde ağız dolusu kahkaha atıyordu. Kaşlarını çatarak onun kahkahalarının bitmesini bekledi; ama hiç bitecek gibi değildi. En sonunda dayanamadı. “Bu kadar komik olan ne?”

 Yağız kahkahalarının arasında kıza yaklaşarak cevap verdi. “Komik olan ne mi?! Hayatımda hiç böyle güldüğümü hatırlamıyorum ve bunun sebebi sensin.” Kadına iyice yaklaşarak elindekileri aldı ve tezgâhın üzerine bıraktı. Ellerini beline sararak kaçmasını engelledi. Gerçi Naz kaçmak gibi bir girişimde bulunmamıştı; ama şu an oldukça meraklı gözüküyordu.

 “Seni farkında olmadan bu kadar güldürebiliyorsam ne güzel? Sevindim senin adına.”

 Biraz bozulmuş bir hâlde adamın kollarından çıkmaya çalışsa da başarılı olamadı. Adam onu saran kollarını daha da sıktı. “Bugün yediğim yemekleri de bu hâlimizi de asla unutmaya niyetim yok ve hakkını vermem lazım güzelim. Beni oldukça iyi kandırdın.”

 Naz adamın kollarında huzursuzca kıpırdansa da başka hamle yapmadı. Anlamış mıydı? Ama nasıl?! Her şekilde çok iyi organize olmuştu. “Seni neden ve ne amaçla kandırayım ki?” dedi adama kafa tutarak.

 “Çok güzel yemek yapmasan da çok güzel yemek siparişi vermişsin.”

 Hayıııır!! Gerçekten nasıl anlamıştı?! Paketlenmiş gelen yemekleri özenle kendi pişirmiş havası vermek için tencerelere ve borcamlara boşaltmıştı. Anlamasının imkânı yoktu. ‘Acaba bir kalıntı mı bıraktım?’ düşüncesiyle adamın kollarında etrafı incelerken adamın sözleri merakına cevap oldu.

 “Her şeyi iyi saklamışsın; ama çöp kutusunu boşaltmayı unutmuşsun. Restoranın ismini aldım, bir ara seni yemeğe götürürüm. Hem Kars’ın en ünlü restoranlarındandır. Evlere servis yaptıklarından haberim yoktu ama,” dedi adam keyifle gülerken.

 Bu adam bu dikkati sayesinde asker olmuştu! Nasıl böyle bir hata yapabilmişti?! Ama taviz vermeye niyeti yoktu.“Birincisi sana yemek yapacağım diye bir şey söylemedim. Yanlış hatırlamıyorsam… Sana unutamayacağın bir yemek yedireceğimi söyledim ve bunu başardım da.”

 “Hayatımda senin kadar pratik zekâlı ve dediğim dedik bir kadın görmedin,” diyerek ellerini kadının belinden çekti.

 Belinden çekilen ellerin sıcaklığından yoksun kalması bir an için ürpermesine neden olsa da hemen tezgâhtaki bulaşıklara odaklanarak henüz sadece tek taksitini ödeyebildiği bulaşık makinesine yerleştirmeye başladı. Yağız da mutfak sandalyesine oturmuş onu seyrediyordu. “Tatlı olarak ne sipariş ettin peki?” derken adam hâlinden oldukça memnundu.

 Aslında durumları gerçekten de gülünmeyecek gibi değildi. Yağız’ı iyi kandırmıştı. İstediği şeyi elde etmenin verdiği keyifle gülümserken tiryakiye çay suyu koyuyordu kadın. “Aslında başka bir şeyler alacaktım; ama kaymaklı ekmek kadayıfını tavsiye ettiler. Ben de ondan aldım. Çayın yanına da kurabiye sipariş ettim. Hoşuna gitti mi?”

 “Mmm. Hem de nasıl…”

 ***

 Naz elinde tatlı tabaklarıyla sözde Ali’ye ait olan odaya gitti ve kapıyı dirseğiyle açtığında birbirlerine oldukça yaklaşmış, ders çalışan iki genci izledi bir süre. Anlaşılan yanlış zamanda gelmişti. Onlar Naz’ı fark etmese de Naz, Öyküm’ün bakışlarındaki ilgiyi ve Ali’nin ses tonundaki sıcaklığı fark etmişti. Ama bu anın mahremiyetini daha fazla bozmadan çıksa iyi olacaktı. “Muhabbetinizi tatlıyla kesiyorum ama,”diyerek tabaklarını bıraktı ve Öyküm’ün kızarmış yüzüne hiçbir imada bulunmadan, Ali’ye kızın göremeyeceği şekilde göz kırparak odadan çıktı ve kapıyı kapattı. Salona geçtiğinde Yağız’ı televizyon karşısında kurulmuş bir şekilde buldu ve okul ile ilgili kâğıtlarının bulunduğu çantasını alarak Yağız’ın yanına oturdu.

 “Öyküm’ün hem seninle hem de benimle bağlantısı olduğu hayatta aklıma gelmezdi. Elimize yüzümüze bulaştırmadan işin içinden sıyrılabilsek bari,” diyen Naz’ın yüzü sıkıntıyla kırışmış kaşları çatılmıştı.

 “Ben de böyle bir şeye ihtimal vermezdim; ama biz böyle iyi rol yaptığımız sürece şüphe etmez ve bu durumu sınırlı sayıda kişi bildiği sürece kimse gelip de biz böyle rol yaparken sorma cesareti göstermez. Birilerine aksini söylemen dışında…”

 Kadın anında itiraz etmişti. “Ben kime söyleyeceğim ki? Hem neden söyleyeyim? Yaptığımız şeyle gurur duymuyorum sonuçta. Ama belki sen söylersen durum karışabilir.”

 Yağız, yerinde rahatça otururken gözlerini televizyondan ayırmış ve direk kadının yeşillerine bakmıştı. “Benim zaten bekâr olduğum tüm bilmesi gerekenler tarafından bilinirken kimseye de evliyim diyecek hâlim yok.”

 “Hemşireler de bu bilmesi gerekenler grubuna dâhil mi?” demişti kadın tereddütle. Bir yandan da adamın vereceği tepkiyi ölçmeye çalışıyordu. Adam sanki önemsiz bir şey söylenmiş gibi umursamazca bir yüz ifadesi takınmıştı. “Benim şecerem ve ona ait her türlü bilgi, üstlerimi ilgilendirir. Hemşireleri değil... Dediğim gibi sen de birilerine söylemezsen sorun olacağını sanmıyorum. Olursa da o zaman düşünürüz.”

 Naz yüzünü buruştururken “Sanki çok meraklıyım ya seninle evli olarak bilinmeye,” demiş ve yanındaki çantasından kâğıtlarını çıkartarak okumaya başladı. Beşinci sınıfları ufak bir sınav yapmış ayrıca miniklerinden de kendisine resim yapmalarını istemişti. Kasım ayı gelmişken öğretmenler günü de yaklaşıyordu. Üst sınıfların kâğıtlarına bir süre göz attıktan sonra miniklerinin kendisi için yaptıkları resimlere geçti. Hepsini ilgiyle tek tek incelerken eline minik İbrahim’in çizdiği resim geldi. Çöp adamdan hallice bir kadın ve iki erkek vardı resimde. Kadının boyu daha uzundu ve henüz çok da güzel olmayan yazısıyla kargacık burgacık bir kelime yazıyordu. Naz, kelimenin ne olduğunu anmaya çalışırken bakışları kısılsa da en sonunda ne yazdığını çözmüştü. Kendi adı yazıyordu. Yanındaki minik çöp adamın elini tutuyordu. Onun altında da ‘İbo’ yazıyordu. Etraflarında da bir sürü kalp vardı. Biraz daha arkalarında bir çöp adam daha vardı ve onun altında da ‘Memo’ yazıyordu. Üstüne üstlük siyah bir kalemle üzerine çarpı atılmıştı. Gülmemek için dişlerini sıkarken, kâğıtların arasından Mehmet’in çizdiği resmi buldu ve benzer bir resimle karşılaştı; ama bu kez Naz’ın elini tutan Mehmet, üzerine kocaman çarpı atılansa İbrahim’di.  İki resmi de eline alarak gülmeye başladı.

 Yağız, Naz’ın gülüşüyle dikkatini televizyondan ayırmış kadının neden güldüğünü anlamak için omzundan eğilerek kadının elindeki kâğıtlara baktı. Kaşları çatılsa da hayretle gülümsedi. Bu duruma neden şaşırıyordu ki?  “Bakıyorum öğrencilerini âşık etmişsin kendine. Hem de onları birbirine düşürecek kadar.”

 Naz gülümseyişini bozmadan cevap verdi. “Sorma, Mehmet ve İbrahim benim yüzümden çok sık kavga ediyorlar. Normalde görsen kardeş gibiler, küs olsalar bile ikisinden birine laf gelince ikisi de aslan kesiliyor; ama söz konusu ben olunca kanlı bıçaklı oluyorlar. İkisi de benimle evlenmek istiyor. Ama İbrahim’e kalsa o daha avantajlı; çünkü onunla evlenmezsem abisiyle evlenirim diye düşünüyor. Gerçi İbrahim’den korkulur. Büyük bir aşiretin en küçük oğluymuş, abisi de en büyük.”

 İşin içinde bir de aşiret vardı öyle mi? Ah bu kız o aşireti bile karıştırırdı. Yağız’ın yüzündeki gülümseme silindi birden. “Aşiret mi?”

 “Evet. Buranın en büyük aşiretlerinden sanırım. Gerçi pek bilgim yok; ama iki kafadar konuşurken duydum. İbrahim’in abisinin aşiret reisine benzer bir yanı yok gerçi ama.”  Adamın kaşları daha da çok çatıldı. “İbrahim’in abisini gördün yani?”

 Naz, Yağız’a bakınca kaşlarını neden çattığını anlayamadı. “Evet, abisiyle tanıştım. Sık sık okula gelir. Gayet beyefendi bir adam. Aslına bakarsan moda haftalarında gördüğüm birkaç erkek mankeni anımsattı bana; ama nedendir bilmem, beni biraz ürkütüyor.” Yağız’la havadan sudan konuşmak da nadir yaptıkları bir şey olsa da gerçekten de güzeldi ve bunu zaman zaman özlüyordu. Onun yanında kendini son birkaç haftadır yaşadığı ‘İzleniyor muyum?’ gerginliği, yerini güvene bırakıyordu.

 Genç adamsa Naz’ın söylediklerinden hiç memnun kalmamıştı. Hem adamı mankene benzetmesini saymıyordu ki böyle bir izlenime kapılmak için adamı yakından incelemiş olması gerekiyordu sanırım. Bir de bu adam sürekli okula geliyordu. Bir aşiretin büyük oğlunun bir ilkokulda ne işi vardı? Ya çok ilgili bir abiydi ya da gözüne bir şey kestirmiş olmalıydı. Muhakkak kardeşiyle aşırı ilgili bir abi bile böyle sık okula gitmezdi. Aklına gelen ihtimalle dişlerini sıktı. Kimi ya da neyi gözüne kestirebilirdi ki bu güzel kadından başka?

 Aklına dolan düşünceler onu aşırı derecede rahatsız etmeye başlamıştı. Malum olaydan sonra Yağız, Naz’la beraber evden çıkarak onu okula bırakmış, dönüşünü de ona göre ayarlamış ve onu okuldan almıştı. Naz Yağız’ı gördüğünde tesadüf diyerek üzerinde durmamış hâlinden memnun onunla eve gelmişti. Aslında ortada tesadüf falan yoktu.

 “Ne oldu Yağız? Suratın değişti birden. Ne düşünüyorsun?”

 Birden düşüncelerinden sıyrılmak zorunda kaldı. Böyle bir duruma ihtimal vermek istemiyordu. Koskoca aşiret reisi olacak adam Kars’ta kız mı bulamamıştı, diye düşünmek de istemiyordu; ama bulamamış olabilirdi. Aklına kurt düşmüştü işte. “Aşiret dedin de ona kafam takıldı. Dikkatli ol.”

 Naz onun bu hâlinden hiç hoşlanmamıştı. Kaşlarını çatmak Yağız’a hiç yakışmıyordu, ayrıca bu hâline hiç alışkın olmadığı için şaşırmıştı. O Yağız’ı genellikle gülerken görmüştü. “Benim aşiretle ne işim olur Yağız? Okula gidip gelmekten başka yaptığım bir şey yok. En son alışveriş merkezine bile seninle gittim ve bu bir ay önceydi.”

 Bu laflara genç adam zoraki gülse de, aklındakiler beynini kemiriyordu. “İstersen gideriz bir ara yine,” dedi kadının yüzüne gülerek.

 Kadın son alışveriş maceralarını hatırlarken yüzünü buruştursa da dudakları gülümsüyordu. Elindeki kâğıtları bırakarak Yağız’la televizyon seyretmeye başladı. Bir süre sonra içerideki bir oda kapısının açılma sesi gelince adam Naz’ı belinden kavradığı gibi kendine çekmiş ve kolunu omzuna atmıştı. Naz ne olduğunu anlamadan salona giren ayak sesleriyle başını hemen Yağız’ın göğsüne yasladı ve ayaklarını kalçasının altına alarak oturdu.

 “Ellerine sağlık Naz abla. Sen bir harikasın. Tatlı müthiş olmuş,” diyen Öyküm oturdukları koltuğun önüne geldi.

 “Afiyet olsun güzelim. Yağız abinin en sevdiği tatlı; ama ben yapmadım. Tatlıyı hazır aldık. Tatlılarınız bittiyse ben size çay getireyim de çalışmanıza devam edin,” diyerek kalktı. Mutfakta çayları koydu ve yine hazır almış olduğu kurabiyeleri de bir tabağa koyarak Ali’nin odasına gitti. O sırada da dış kapı çalmaya başladı. Alilerin servisini yaparken Yağız’ın ‘Ben bakıyorum,’ diyen sesini duydu. Acaba bu saatte kim gelmişti? İki genci yalnız bırakarak odadan çıktığında merakla salona gitti ve salonda kendisine şaşkınca bakan Sema ile karşılaştı.

 “Kusura bakma Naz. Ben rahatsız etmek istemezdim; ama nereye gideceğimi bilemedim,” dedi Sema ağlamaklı bir sesle.

 Sema’nın burada ne işi vardı ki ve şimdi kendisi de Sema kadar şaşkındı. Ne söyleyeceğinin şaşkınlığını yaşarken derin bir nefes aldı ve “Ne rahatsızlığı Semacığım? Olur mu öyle şey? Ben sana bir çay koyup geleyim,” diyerek mutfağa kaçtı.

 Her şeyin üzerine bir de Sema gelince her şey birbirine girecekti. Bunu Naz çok bariz şekilde hissediyordu. Yalanları giderek sarmaşıklar gibi dolanıyordu. Hem Sema’ya hem de Yağız ile kendisine çay ve kurabiye hazırlayarak salona döndü. İçinde yükselen paniği göz ardı etmeye çalışırken evinin mutfağını hiç bu kadar aktif kullanmadığını fark etti. Bugün şöyle bir düşününce gerçekten evinin kadını olmuştu. Çayları servis ettikten sonra üçlü koltukta Yağız’ın yanına sokularak oturdu. Şimdi evli olduklarına ikna edilmesi gereken biri daha vardı ne de olsa. Yağız da hiç vakit kaybetmeden kolunu omzuna atmıştı. “Ne oldu, anlat bakalım,” dedi Sema’ya doğru.

 “Ne olsun? Ev arkadaşımla birbirimize girdik, zaten ne zamandır aramız kötü, biliyorsun. Ben de çektim kapıyı çıktım. Gelebileceğim tek yer burası gibi geldi; ama müsait olmadığını bilseydim… Keşke arasaydım seni.”

 “Tabii ki bana geleceksin. Hem rahatsızlık olur mu hiç?” derken parmaklarıyla oynamaya başlamıştı. İyi ki vakti zamanında Sema’ya yaşamının tüm detaylarını anlatmamıştı. Gerçi Sema zaten çok konuşkan olduğu için onun pek de konuşmasına gerek kalmamıştı. “Tanıştırayım, eşim Yağız. İçerde de erkek kardeşimle arkadaşı ders çalışıyor. Yani tamamen biz bizeyiz,” dedi bu kez daha rahatça. Evlilik durumuna öyle çok alışmıştı ki artık yalan söylerken zorlanmıyordu. Ne de olsa hikâye belliydi. “Tanıştığıma memnun oldum Sema,” diyen Yağız da gayet rahat görünüyordu.

 “Ben de öyle.-Naz’a döndü- Ben… Senin evli olduğunu bilmiyordum. Hiç bahsetmemiştin,” dedi Sema kuşkulu bakışlarla. “Demek ki konusu geçmemiş.”

 Sema fazla aldırış etmese de Yağız’ı tepeden tırnağa süzmesi, ne Naz’ın ne de ayaklanan sinirlerinin gözünden kaçmıştı. Bir süre Yağız televizyon seyrederken Naz ve Sema da sohbet ettiler. Ali ile Öyküm’ün salona gelmesiyle solanda ufak bir sohbet başlamıştı. Önce Naz Ali’yi kardeşi olarak Sema’ya tanıttı. Sonra kızlar kendi aralarından Ali ve Yağız’da kendi aralarında muhabbete daldılar.

 “Her şey için çok teşekkürler Naz abla. Sana da zahmet oldu. Ben artık gitsem iyi olur. Geç oldu,” diyen Öyküm ayağa kalktı.

 “Ne demek güzelim rica ederim. Yine gel, olur mu?” diyerek Öyküm’le vedalaşan Naz, Ali’yi de onu eve bırakması için yolculadı. Salona döndüğünde Sema konuşmaya başladı. “Kızın siması bir yerden tanıdık geliyor; ama çıkaramadım. Soramadım da.”

 “Öyküm, bizim okul müdürü Tahir Beyin kızı.”

 “Aa evet birkaç kere okulda görmüştüm.”

 Naz, bu geceyi sonlandırmak için deliler gibi yanıp tutuşuyordu. Hem bir şeylerin ortaya çıkması ihtimaline karşı gerilmişti hem de oldukça uykusu gelmişti. “Senin de uykun gelmiştir Semacığım yerini yapayım da yatalım artık,” diyerek Sema ile beraber yatak odasına gittiler. Sema yatak odasına girer girmez kapıyı kapatarak Naz’ın tuvalet sandalyesine oturdu.

 “Bana böyle bir adamla evli olduğunu söylemediğine inanamıyorum. Nasıl bahsi geçmedi?! Geçmesiyse de sen geçirseydin ya!” dedi heyecanla.  “Eşim gayet normal bir adam Sema. Senin benim gibi insan,” derken dolaptan yeni bir nevresim takımı çıkardı Naz.

 “Sen normal bir insan olsan… Gerçi eşinin de böyle olmasına şaşmamalı. Ben böyle bir adamla evli olsam yedi düvele duyururum.” Sema’nın laflarına gülerken o da takılmayı ihmal etmedi. Ne de olsa o eşine âşık bir kadındı ya. “Duyurayım da yedi düvel böyle bir adamın hayatta olduğunu öğrensin. Olmaz öyle şey! Kocam sadece bana ait,” dedi göz kırparak.

 “Oo burada aşk kokusu alıyorum. Gerçi eşin de ellerini senin üzerinden pek çekebiliyormuş gibi görünmüyor. Nasıl imrendim, anlatamam,” derken dudaklarını sarkıtmıştı Sema.  “Ama senin adına çok memnun oldum. Ne iş yapıyor burada?”

 “Yüzbaşı.”

 “Allah’ım!! Naz sen benim hayallerimi yaşamak zorunda mısın?! Zaten sormam hata, adamdan buram buram asalet kokusu alıyorum. Neyse benim yerimi yapalım da sen eşinin koynunda sıcacık yatağında keyifle uyurken ben de başımı yumuşak ama bir o kadar sert olan yastığıma basıp hıçkırıklarımı durdurmaya çalışayım ve siz benim sadece birkaç adım ötemdeki yatak odanızda olun. Ah! Adalet mi bu?!”

 Naz kendini tutamamış gülmeye başlamıştı. Sema’nın neşesine insan bir anda kaptırıyordu kendini. “Ne yapsak? Yağız’ın arkadaşlarından biriyle falan mı tanıştırsak seni?” Sema ellerini çırparak heyecanla yerinden kalktı. “İnan hayır demem. Olmayan uykum senin yüzünden hepten kaçtı zaten.”

 İki kız yatak odasından çıkarak salona geldiler. Yağız, kızların rahat etmesi için televizyonu kapatarak ayağa kalktı ve mutfağa geçti. Naz da salonda Sema’nın yatağını hazırladıktan sonra ona uygun bir pijama vererek Yağız’ın yanına mutfağa gitti.  Adam mutfak sandalyesinde oturmuş Naz’ı bekliyordu. “Şimdi ne yapıyoruz?”

 Kadın sıkıntıyla nefesini verirken yapabilecekleri şeylerin hesabını yapıyordu. “Sema, uyuyana kadar bekleyelim. Sonra gidersin,” dediği sırada kapı çalmıştı. Naz, dış kapıya yönelmişken Yağız da peşinden geliyordu. Kapıyı açtıklarında Ali tam karşılarındaydı. Naz, onun bir şey demesine fırsat vermeden “Bir süre daha buradasın Ali geç bakalım odana,” diyerek Ali’yi içeri almış, Ali de sorgusuz sualsiz itaat etmiş ve onun için hazırlanmış olan odaya gitmişti.

 Sema’ya iyi geceler dilemek için salona gittiklerinde, kadının uyuması için hazırlanmış olan koltukta bağdaş kurmuş televizyon izlediğini gördüler. “İyi geceler Sema. Biz yatıyoruz,” dedi Naz.

 “İyi geceler. Olur da hıçkırık seslerimi duyarsanız aldırmayın. Şahsen ben bile kendime aldırmayı düşünmüyorum. Yalnız her hıçkırık sesimde evli bir çift olan siz, birbirinize daha çok sarılın ki kendimi iyi hissedeyim,” diyen Sema numaradan suratını buruşturmuştu.

 Yağız, Sema’nın dediklerine alenen gülmüştü. “Sen hiç merak etme. Kendini böyle iyi hissedeceksen, ben seve seve yaparım dediğini.” 

 “Peki Yağız. Hadi gidin ve beni hıçkırıklarımla baş başa bırakın,” diyerek Sema da ona gülmüştü. Sema’nın oldukça sıcakkanlı bir kız olduğuna kanaat getiren Yağız, en azından şimdilik güvenilecek gibi olan birilerinin Naz’ın etrafında olmasına memnun oldu.

 Beraber Naz’ın yatak odasına girdiler. Kadın, üzerindeki elbisesinden arınmak için pijamalarını alarak banyoya geçti ve kısa bir süre sonra gerdi döndü. Oldukça kalın olan polar pijamalarının içinde, saçları alelade bir topuza saklanmışken oldukça rahat görünüyordu. Tuvalet aynasının önüne oturarak makyajını silmeye başladığında adam da onun yatağına oturmuş her bir hareketini izliyordu. Kadın aldırmamaya çalışsa da en sonunda göz göze gelmişlerdi.

 “Birine söylememekle ilgili bir konuşma yapmamış olsam… İçim yanmaz,” diyen adamın bu sözleriyle bir tartışmaya girmek istemiyordu Naz. Zaten yeterince gergin bir gün geçirmişti. “İsteyerek olmadığını sen de gördün. Bilerek ve isteyerek söylemedim.”

 Naz’ın inatçı yüz ifadesine bakarken gülümsemesine engel olamadı adam. Aslında bu kadınla böyle bir durumda kalmış olması yanlıştı. Şu an için çok önem teşkil ediyor olmasa bile, adamın kafasını kurcaladığı için Naz’ı uyarma gereği duydu; çünkü bu küçük yalan ciddi anlamda başına dert açabilirdi ve bu, düşünmeden yaptığı davranışlar sonucunda olmuştu. Normalde olsa böyle acemice davranmazdı. “Ne düşünüyorsun?” diye soran kadının meraklı bakışlarını üzerinde hissettiğinde aynadaki aksiyle göz göze geldi ve yüzünün ciddileşmiş hâliyle karşılaştı.

 “Aslında… Ne kadar bu yalana tamamen masum bir nedenle başvurmuş olsak da bu durumun büyümesi, mesleki açıdan beni zora sokabilir,” dedi saklamadan. Naz, adamın söylediklerine bir anlam veremedi. Bu durumlarının adamın mesleği ile ne alakası olabilirdi ki? Meraklı bakışlarını adamın üzerinden ayırmazken, adam bu merakı anlamışçasına konuşmaya başladı. Sesi, Naz’ın her zaman adamda rastlama fırsatının olmadığı tok ve ürkütücü tona sahipti. Bu ses karşısındaki kişiye istediği her şeyi yaptırabilecek bir potansiyel gücü barındırıyordu. Kadının duruşu farkında olmadan dikleşmiş ve adama dikkatini vermişti.

 “Ben kurmay bir yüzbaşıyım. Bu ne demek, biliyor musun?” derken cevabın gelmeyeceğini bile bile bir süre bekledi adam ve sonra devam etti. “General olabilecek potansiyeli taşıyorum, demek… Ve sadece bu yüzden değil. Askeriye mensubu her rütbeli, yaşantısına dikkat etmek zorundadır. Hayatında yüz kızartıcı bir geçmişe sahip olmak ya da Türk aile ahlakına uygunsuz bir yaşantı içinde olmak, meslekten uzaklaştırılmayı gerektirir. Çünkü TSK mensubu her bir birey, topluma örnek teşkil etmek durumundadır.”

 Adam durunca Naz, zorlukla yutkundu. Bu sadece duyduğu şeylerin gerçekliğinden değildi, adamın ses tonuna karışan ifadesi buna sebepti. Şu an karşısındaki adam tam bir askerdi ve bu manzarayla Naz bir şeyden emin oldu. Adam şu hâliyle normalde kendisini çileden çıkaran o haylaz adamdan bir o kadar uzakken diğer adamı tercih edeceğini düşündü. Yaşadığı şaşkınlıkla bir nefes aldı. “Hiçbir meslek dalında, insanın hayatına bu derece karışılmıyor,” diye fısıldadığında, adam duruşunu bozmadan tekrar konuşmaya başlamıştı. “Askerlik bir meslek değil, yaşam tarzı. Sana bu söylediklerimin aksini yapan illa ki vardır; ama ben onlardan biri değilim. Bir kasanın içerisinden daima birkaç çürük çıkar ve bunu tüm kasaya mal edemezsin. Yani… Şu an, bekâr bir kadınla evli olmadan öyle olduğumu söyleyerek aynı evi paylaşmam, yaşamıma uygun bir davranış değil.”

 Naz, şu anda bu gün içerisinde kapılmadığı kadar büyük bir paniğe kapılmıştı. Sıkıntıyla dişlerini dudaklarına geçirirken “Bu senin başına büyük bir dert açar mı?” diye sordu kendine engel olamayarak ve o an adamın dudaklarında eğri bir gülümseme oluşmuştu. O gülümse kadının öyle rahatlatmıştı ki farkında olmadan gevşedi. “Açmadan önce, bunu bana soracaklarına eminim,” diyen Yağız, kadını rahatlatırcasına göz kırpmıştı. Bu adamın bu hâliyle rahatlayacağını hiç düşünmemişti Naz. Gerçekten de bahsettiği yaşam tarzında oldukça iyi olmalıydı.

 Naz, pufundan kalkarak yatağının başlığına yaslanarak oturdu. Sema’nın uyuduğundan emin olana kadar gereksiz konular hakkında bir süre sohbet etmişlerdi ve Naz’ın gözleri kapanmak üzereyken saat gece iki buçuğu gösteriyordu. İkisi de odadan çıkarak, Ali’nin bulunduğu odaya gittiler ve Ali de onların gelmesini bekliyormuş gibi hemen ayaklanmıştı. Naz önde iki adam arkada, karanlık koridorda dış kapıya doğru yöneldiler. Salonun kapısı kapalıyken Sema’nın uyuyup uyumadığı sorusuna dair net bir cevap bulamasalar da uyumuş olduğunu düşünerek kapıda almışlardı soluğu. Her şey güzel gidiyordu, ta ki Naz’ın kapısı her zamanki gibi tutukluk yapıp büyük bir gürültü çıkarana dek. Aksi gibi bir de açılmamıştı. O an salonun kapısı açılmış ve Sema, ürkekçe dışarı çıkmıştı. Işığın düğmesine basmasıyla her şey gün yüzüne çıkmıştı. Bir elinde televizyon kumandası diğer elinde yastık olan Sema, gördüğü yüzlerin tanıdıklığı ile rahatlarken tuttuğu nefesini vermişti.

 “Siz… Ne yapıyorsunuz?”

 Allah’ım gece gece aksiyon filmi çekiyor gibilerdi. Naz hiç bu kadar gerildiğini hatırlamıyordu. Damarlarında gezinen fazla adrenalin hemen imdadına koşmuştu. “Kapıyı kilitlemeyi unuttum mu acaba diye kontrol edeyim dedim de,” diye mırıldandı Naz. Sema’nın bakışları üçünün üzerinde gezindi. “Üçünüz birden mi?”

 Naz, derin bir nefes alırken daha fazla dayanamayıp patlayacağına eminken, Ali’nin de ondan kalır yanı yoktu. Yağız’sa sağduyulu taraftı. “Bizim kapımız biraz problemli, Naz zaten açarken sıkıtı yaşıyor ve bu kez Ali de kilidi yapamamış da beni çağırdılar. Ben bakıyordum. Yani evet… Üçümüz birden.”

 “Anladım,” diyen Sema, inanmış görünüyordu. İyi geceler dileyerek salona girip kapısını kapatmışken hepsi rahat bir nefes aldı. Salondan uzaklaştıktan sonra Naz nasıl söyleyeceğini bilemeyerek konuşmaya başladı. “Sanırım… Bu gece burada kalsanız fena olmayacak. Sema’nın çok dikkatini çektik. Riske atmayalım,” diye fısıldadı. Ali başını sallayarak odasına geçmişken Naz’la Yağız ayakta dikiliyordu.  

 Yalanların üzerine kurulu bir günün sonuna gelmişlerdi. Yağız kanlı canlı karşısındayken onun, evinde kalacağı düşüncesinin ciddiyeti yüzüne vurmuştu. İyiydi, güzeldi, hoştu! Kalacaktı da nerede kalacaktı? Ali’nin yatağı zaten tek kişilikti ve odası da kitaplarıyla doluydu. Kendi yatak odasından başka oda da yoktu. “Yatmayı düşünmüyor muyuz?” derken Yağız da yorgun görünüyordu.

 Biz?! Yatmayı?! Düşünmüyor?! Muyuz?! Tabii ki kadın düşünüyordu; ama… Adamı nerede yatıracaktı? Ona uyuyacak bir alan sağlayamayacağı gibi fazladan uyku seti takımı da yoktu. Olanı da Sema’ya vermişti. Tek uygun yer kendi yatağı gibi görünüyordu. Naz’ın kafasında adamla nasıl yatağını paylaşacağı sorusu dönüp duruyordu. Aslında zor bir şey değildi. Birisi sağ tarafa birisi de sol tarafa yatacaktı. Bir yorganı paylaşacaklar, ayrı yastıklara baş koyacaklardı. Ne vardı ki bunda? Ama vardı işte bir şeyler! Olmasaydı kalbi böyle deli gibi atar mıydı? Naz’ın yatak odasına girdiklerinde “Demek ki senin yatağında da yatmak kısmet olacakmış. Sen benimkinde yatmıştın, bu durum iadeyi ziyaret gibi oldu,” demişti adam.

 “Ya öyle oldu. Anılarımı canlandırdın. Sen sağ tarafta yat ben de solda yatayım.” Yağız kuşkuyla kendisine bakınca “Ne oldu?” diye sordu. “Hayret genelde kitaplarda ve filmlerde iki karakter böyle bir durumla karşı karşıya kaldığında bayan karakter ısrarla erkeğin ya çekyatta ya da yerde yatmasını ister.”

 “Ama şu an burada bir çekyat yok ve aynı zamanda o kitaplarda erkek karakter ne yapıp eder en sonunda o yatağa girer. Bugünkü teklif de benden çıktığına göre sana yerde yat, diyemem ki yerde yatacağın takdirde sana verebileceğim uyku seti gibi şeyler de yok,” dese de ilk başta söylediği sözler kulağına sonradan gelmiş gibi söylediklerine inanamadı. Erkek karakter ne yapıp eder en sonunda o yatağa girer. Bunu gerçekten söylemiş olabilir miydi?

 Naz’ın dediği gibi yatağın sağ tarafına geçip yerleşen genç adam yastığını hafifçe dikleştirerek hafif oturur pozisyonda uzandı. Yastıktan kadının kokusu burnuna dolarken bir kokunun içini nasıl bu kadar rahatlatabildiğini düşündü. Onunla sadece uyunmak için dahi olsa aynı yatağı paylaşacakları anı zihnine kaydetmek istiyor, kendini ilk birlikteliğini yaşayacak toy bir erkek kadar heyecanlı hissediyordu. Oysaki ne Yağız’ın ilk birlikteliği gibi bir durum söz konusuydu ne de ortada birlikte olma düşüncesi vardı.

 “Maalesef ki bu kıyafetlerinle yatmak zorundasın. Sana uyabilecek herhangi bir kıyafetim yok. Ama istersen yastık kılıfını değiştirebilirim. O yastığı kullanmıyorum; fakat kokum sinmiş olabilir,” dedi Naz, yatağın sol tarafına geçerken. “Benim için bir sakıncası yok.”

 Yağız sırt üstü yatarken Naz ona doğru döndü. Aslında ne kadar aynı yatağı paylaşıyor dahi olsalar yatağın en uzak köşelerine tünemişlerdi. “Çok kısa denecek bir sürede evli olduğumuzu tüm okul ve birlik duyar. Anlaşılan o ki birlikte çok popülersin Yüzbaşım,” derken Naz’ın aklına yaptıkları o ciddi konuşma gelmişti. Yağız’sa sanki o konuşmayı yapan adam değil gibi gülmüştü. “Hiç farkında değilim.”

 “Hemşireleri de mi fark etmedin?” derken Naz da gülümsemişti. Gülümsemeye çalışmıştı.

 “Hayır, fark etmedim. Benim çalıştığım kısım revire oldukça uzak, onların beni fark etmiş olmaları garip aslında.” Gerçekten de hiç fark etmemişti. İşlerinin içine öyle yoğunlaşıyordu ki odasından hiç çıkmadığı zamanları da oluyordu. Hatta son bir ayda uğraştığı şeyler ya masasının üzerindeki evrakları ya da aklında dönüp duran Naz’dı.

 “Şu adam… İbrahim’in abisi. Okula çok mu sık geliyor?” Sormadan edememişti işte. Ne zamandan beri aklında bu düşünce dönüp duruyordu. Yüzünün ne hâl aldığınıysa umursamıyordu. “Sık geliyor. Kardeşi hakkında konuşuyoruz. Aslında… Neden o kadar sık geldiğine daha önce hiç kafa yormadım. İlgili bir abi olsa gerek. İbrahim abisine tapıyor neredeyse. Sen neden sordun?”

 ‘Seni rahatsız mı ediyor, onu merak ettim! Sana nasıl bakıyor, onu merak ettim! Neden o kadar sık gelip seni görüyor, onu merak ettim! Merak ettim işte!’ soruları kafasında dönüyorken dudaklarından çıkan kelimeler bambaşkaydı. “Askeriye olarak çevreyi tanımamız gerekiyor. Adamın, aşiretin oğlu olduğunu söyledin. O yüzden sordum,” diye geçiştirdi. Şu an kendisine doğru dönmüş olan bu kadını bir hamlede kendisine doğru çekip gece boyu gözlerini alamadığı dudaklarının tadına bakmak istiyordu. Kaymaklı ekmek kadayıfından daha tatlı ve lezzetli olduğuna emindi.

 “Eğer tahmin ettiğimiz kadar çabuk yayılırsa, yarın evli insanlar olarak uyanacağımıza eminim,” dedi Naz gülerek. Öyle bir durum olursa Yağız hemen gerçek nikâh işlemlerini başlatabilirdi. Bunu şu an düşünse de fena fikir değildi aslında. Ağzında gevelediği bir şeyler mırıldandı.

  Yağız’ın muhteşem Fransız aksanıyla mırıldandığı kelimeler sanki kızın tüm hücrelerini ayaklandırıyordu. Aynı şeyi yemekteyken de yapmıştı. “Bunlar yemekteyken söylediğin sözler. Ne dedin?”

 Genç adam sol dirseğiyle destek alarak başını eline yasladığında Naz’dan tarafa döndü ve fısıltı gibi çıkan sesiyle sözlerin Türkçesini söylemeye başladı. “Seninle geçirdiğim hiçbir günden ya da paylaştığım hiçbir şeyden pişman değilim bir tanem. Yine olsa yine yaparım.”

 Yanında uzanmış olan kadının yanaklarının pembeliği, kaslarını daha da ısıtırken yanaklarını okşamamak için kendini zor tutuyordu.

 “Böyle düşünmene sevindim. İyi geceler,” diyen kadın, Yağız’a arkasını dönüğünde Yağız bir süre onun sırtını seyrettiyse de onu kendisine çekme isteğine engel olamıyordu. Sırt üstü yatarak bir süre tavanı izlemeye başladı. Tüm uykusu kaçmıştı.

 Nasıl bu hâle gelmişlerdi de bu kadın onun hayallerini süsler olmuştu. Daha dün birbirlerini yiyecek durumdayken şimdi eş rolü yapabiliyorlardı ve ne zaman bu kadın bu kadar önemli hâle gelmişti? Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu; ama Naz’ın düzenli nefeslerine yoğunlaşmıştı. Hiçbir kadını böylesine düşünmemiş, güvenliğine kafa yormamıştı. Şimdi ise bu kadının işe gidiş geliş saatlerine göre kendisine ayarlamalar yapmıştı. Pişman mıydı? Tabii ki değil; ama… Bu durum onu hem korkutuyor hem de heyecanlandırıyordu. Bakışlarını tavandan ayırarak hareketlenen Naz’a çevirdi. Kadın şimdi kendisine doğru dönmüşse de hareket etmeye devam ediyordu. Ne kadar kadını kendisine çekmemek için çaba sarf etse de kadın ona doğru gelirken hiç de yardımcı olmuyordu şu anki hâline. Ama kendisi gelirse Yağız kendisini tutmayacaktı. Naz’ın kıpırdanarak, önce uzattığı koluna ardından da yastık misali göğsüne yerleşmesiyle bir anlık nefesini tuttu. Bugün tenleri her birbirine değişinde Yağız’ın hissettiği karıncalanma şimdi tüm vücuduna yayılıyordu. Bir de kendisini hiç olmadığı kadar huzurlu ve… Evinde hissediyor gibiydi. Evini korumak isteyen bir eş gibi kadını belinden tutarak daha çok kendine çekerken uyansa da umurunda değildi. Bu hareketinden sonra kadın, kendisine daha çok sokulunca, kadının kokusunu içine çekmek için alnını onun başına yasladı. Gözleri kapalı bir şekilde derin nefesler alırken saçlarındaki çiçek kokusu burnuna doldu ve dudaklarını saçlarına bastırdı. İşte bunu her gün yaşamak istiyordu.

 

Aşkın Nazlı Hali - Bölüm 12

 

Bölüm 12

 Bir dikişli kısmı diğerinin üzerine getirdi ve tam anlamıyla üst üste olduklarından emin oldu. Bu kez kesinlikle ama kesinlikle üst üste olmalıydı; çünkü bu dikişler haricinde her şey alt alta üst üsteydi. Özellikle de sinirleri! Bunu yapamadığı her bir dakika makyajına ayıracağı saatten çalıyordu. Kahvaltı vaktinin uçup gittiğini saymıyordu bile.

 Bir kez daha ütünün sıcak buhar yayan tabanı pantolonun siyah kumaşının üzerinden geçerken dikkatle izledi. Oluyor gibiydi. Paçalara geldiğinde ütüyü bırakarak pantolonu açmış ve özellikle bacak kısımlarına bakmıştı. Gördüğü görüntü sonrasında yanaklarına doldurarak şişirdiği havayı sertçe dışarı verdi. Bu kaçıncı ütü iziydi ama?! Resmen pantolonun bacak kısmında ikiden fazla ütü izi sayılıyordu ve bu şekilde bunu giymesi mümkün değildi. Pantolonu yatağının üzerine doğru atarak henüz tarak değmemiş saçlarını sertçe geriye itti ve soluğu gardırobunun önünde aldı. Giyecek başka bir şeyler bulmalıydı. Neden bu ütü işini sabaha bırakmıştı ki? Hem de yapamayacağını bile bile… Kendine kızarken sinirini kıyafetlerden alırcasına askıları bir ileri bir geri sürüklüyordu dolabın içinde. Bazılarını eline alıyor bazılarınıysa yatağının üzerine seriyordu ve tümü sabah sabah şeker kadar tatlı dilinden nasibini alıyordu. ‘Bu ince! Bu kısa! Ah hayır kış renklerine uygun değil!’

 Kendi huyunu bile bile neden akşamdan hazırlık yapmamıştı, hiçbir fikri yoktu. İlk günün verdiği stresle an itibariyle patlayacak bomba gibiydi. Dışarıdaki havayı incelemek için pencereye yöneldiğinde karşılaştığı güneş ışığından zerre nasiplenmemiş hava ve hafif çiseleyen yağmurla buz kesti genç kadın. Kurduğu kaçıncı alarmla gözlerini açtığını dahi bilemediği gün, hiç de heyecan vaat etmiyordu kendisine. Yatağında küçük bir dağ oluşturduğu kıyafetlerinin içinden kışlık, siyah kalem eteğini çekti çıkardı zira başka bir pantolonla daha uğraşmaya ne mecali vardı ne de zamanı. İnce siyah çoraplarını özenle bacaklarına geçirdikten sonra eteğini dökümlü bordo bir kazakla tamamladı. Sıra saçına ve makyajına geldiğinde çıkması için yarım saati vardı. Saçlarının dalgalarını belirginleştirip öyle bırakırken aceleyle makyajına başladı. O an başına gelebilecek en kötü şeylerden biri daha gelmişti. Fondöteninin resmen dibi görünüyordu! Bunun icabına gelince bakacaktı. Makyajını da yapıp boş olan diğer odaya geçti. Odanın bir kenarına dizdiği ayakkabı kutularından birkaç tanesini açarak kıyafetine en uyumlu olan tığ topuklu bordo botlarını sevinçle eline aldı. İçindeki bu his, bu sabah duyduğu tek heyecandı. Bu ayakkabıları bir gün, bir yerde giyeceğini biliyordu! Ama içindeki, o geç kaldığını hatırlatan sirenler, tamamen başka şeyler söylüyordu.

 Aceleyle dış kapıya ulaşarak kapıyı açtığında günün ilk şaşkınlığı ve ikinci heyecanının sebebi karşısında duruyordu. Hem de üniformalı… Bir ayağı merdiven basamağının birinde dururken diğer ayağı birkaç basamak daha üstteydi ve postallarının bağcıklarıyla uğraşıyordu. Kapının açılmasıyla başını kaldıran adamın mavi bakışlarındaki zindelik ve ışıltı, henüz günü aydınlatmamış güneşi kıskandırabilirdi. Naz, derin bir nefes alırken hızla ayakkabılarını giymeye başladı.

 Kadının dikkati başka yerdeyken, Yağız kadını incelemeyi ihmal etmedi. Doğrularak kadının tam önünde dimdik durdu. Fark ettiği bir şeyle yüzünde bir gülümseme oluştu. Bir kadının üzerindeki hiçbir detay mı uyumsuzluk yaratmazdı?

 Kadın eğildiği yerden doğrulduğunda adamı karşısında görmenin etkisiyle yeşil bakışları bir an için açılırken hızla montunu giymeye odaklandı. Üniforma aşkı, diye bir şey vardı ve bunun abartılmasını hiçbir zaman anlam veremezdi. Fakat şimdi bazı şeyler yerine oturuyordu. Üniformanın asaleti, onu taşıyanın etrafındaki tüm havayı değiştiriyordu. Şu an karşısındaki adam, kendinden emin duruşuyla etkileyicilik kelimesinin tam karşılığını veriyordu. Yeni tıraş olduğunu anlamak için tıraş sonrası ortaya çıkan köşeli çenesine bakmak, Naz’ın ciğerlerine dolan ferahlatıcı tıraş losyonunun yanında oldukça gereksizdi. Yağız, gerçekten etkileyiciydi, kabul. Yapılan anketler sonucunda yüzde doksan dokuz hemfikir kadın çıkacak kadar etkileyiciydi hem de. Ama… Üniforma içinde bambaşka görünüyordu. Naz, kalp atışlarının yükseldiğini fark ettiğinde bunun nedeninin nefes almayı unutması olduğunu fark ederek hızla ciğerlerini havayla doldururken adamın kokusuyla uyuşan vücudu çok yanlış yaptığının sinyallerini veriyordu. Zorlukla dikkatini adamdan ayırarak kapısını kilitlemek için arkasını döndü. Bu da neydi sabah sabah?! İlk günün stresi üzerine tek derin nefes üniformalı Yağız, hiç iyi gelmiyordu insana. Eli ayağı bir an için birbirine karışırken sakin olmaya çalıştı. Bu adam sinir sistemini gereksizce tahrip eden hipnotik etkili ilaçlar gibiydi. Sabah sessizliğinde yankılanan adamın sesiyle, eli kilitlemekte olduğu kapının anahtarı üzerinde durdu.

 “Bu ne gerginlik böyle sabah sabah Nazlı Öğretmenim? Yoksa ilk günün heyecanı mı?”

 Naz, anahtarı kilitten çıkartarak çantasına attı ve hızla hareketlenerek adamın yanından geçti.“Sana da günaydın, Yüzbaşım,”derken merdivenlere yönelmiş topuk seslerine aldırmadan aceleyle aşağı iniyordu. Adam da tam arkasındaydı. Apartmandan çıktıklarında Naz’ın yüzüne vuran ayaz öyle belirgindi ki kadının gözleri sulanmaya başlamıştı. Makyajını her türlü yağmur ve çamura karşı dayanıklı yapmış olsa da bu soğuk, birkaç güne kalmaz tüm cildini mahvedecekti! Sonrasında düzeltmek için kullanacağı el ve vücut kremlerine, yapacağı bakım maskelerine, özel dermatologunun uygulayacağı işlemlere yatıracağı parayı şimdilik düşünmek istemiyordu.

 “Gün pek de aydınlanmış sayılmaz.”

 Adam haklıydı. Türkiye’nin en doğusunda olup da günün daha erken ağarması gerekirken gün aydınlanmamak için direniyordu. Kara bulutlar, tüm göğü istila etmişken kadının içi sıkıldı. Adamla yan yana yürümeye başlamışlardı.

 “Sen günaydın deseydin belki de aydınlanmış olurdu,” derken montunun yakalarına iyiden iyiye gömülmeye çalıştı kadın. Bu esinti kesinlikle rüzgâr olamazdı. Uğultusu öyle derinden ve soğuğu öyle keskindi ki fırtınadan başka açıklaması yoktu. Dişlerinin birbirine vurmasına engel olamıyordu. Şimdi şuralarda bir yerde misal köşeyi döndüğünde bir kahve dükkânı ile karşılaşsa ve kahvesini yudumlayarak stresini atmaya çalışırken mesaiye öyle başlasa… Kuvvetli bir esinti daha içinden geçerken soğuktan yanmış gözleriyle öylece kalakaldı. Geçen sene bu günlerde Brezilya’daydı ve sıcak havadan ne kadar şikâyet etse de günün yorgunluğunu atmak için sıcak kahvesini yudumluyordu. İstediği oradaki enfes kahve değildi, olsa hayır demezdi; ama herhangi bir kahve de yeterli olurdu. Tüm eklemleri dişleriyle uyum içerisinde titrerken çığlık atma isteğini zor bastırdı. Konuşmaya başladığındaysa sesi fısıltı gibi çıkıyor uğultuda kayboluyordu. “Şimdi… Sıcak bir kahve ya da çay istesem çok şey istemiş olurum, değil mi?”

 Zorlukla bedenini hareket ettirerek yürümeye başladı. Attığı her bir adımda bedeni havaya karışıp uçacak hissine kapılıyordu. Bir esinti de uğultu eşliğinde tüm bedenini ayaklandırıp geçerken fısıltı gibi bir çığlık attı. “Onun bile şu an seni ısıtmak için yeterli geleceğini zannetmiyorum.”

 Yanında yürüyen adama baktı. Kendisi tir tir titrerken adam oldukça sakindi. Hiç mi üşümüyordu? En başından beri olaylara verdiği tepkilerden onun soğukkanlı bir canlı olduğunu anlamalıydı. İnlerken sıcak nefesini dışarı verdi kadın. Aldığı soğuk nefes ciğerlerini yakıyordu. “Herhangi sıcak bir şey de iş görürdü şu an.”

 Diğerlerine göre daha kuvvetli bir esinti bir an için kadının dengesini bozdu. Uçağa binmeden uçmanın ne demek olduğunu deneyimlemek üzereydi. Ta ki adam nazikçe belini kavrayana kadar... Bakışlarını adama çevirdiğinde adamın gayet rahatça kendisine gülümsediğini gördü.

 “Bir tanecik karımın yanımdan uçup gitmesine göz yummamı beklemiyorsun herhalde.”

 Yeterince geç kalmış ve üşümüşken, adamın belinde hissettiği elleri nasıl oluyordu da içini daha çok titretebiliyordu ya da gerçekten üşümenin ötesine geçmişti. Şu dakika adamın, uçmasına izin vermesini tercih ederdi aslında. Çünkü stresini dağıtmaya çalışırken sinirleri dağılıyordu.

 “Keşke bıraksan da uçsam. Çok hoş olmaz mı?” derken adamın elini nazikçe belinden çekse de kolayca yürüyebilmek için adamın koluna girdi. Bu daha katlanılabilirdi.

 “Farkında mısın bilmiyorum; ama henüz bir gündür karı kocayız ve sen hemen uçup başka dallara konma niyetindesin.”

 Naz, adamın ciddi olup olmadığını anlamak için yüzüne baktı. Dudaklarında oynaşan tebessüm oynadığı oyunun ispatıyken, gözleri mahallede top oynarken komşunun camını kıran haşarı çocuk ışıltıları yayıyordu. Oynadığı oyundan aldığı zevki işiteceği azara rağmen saklamıyordu. Yeşil bakışları kısılırken adamın beklediğinin aksine, dudakları kıvrıldı. Adama istediğini vermeyecekti, en azından bu sabah. Onu azarlama niyetiyle söylediği her bir laf sonrasında örümcek ağında çırpınarak ağa iyice dolanan avdan farkı kalmıyordu. İstediği oyunsa şimdilik oynayabilirdi.

 “Acaba bunun nedenini kendinde aramak hiç aklına geldi mi?”

 Yağız’ın duyduklarıyla bir kaşı haylazca havalansa da yüzündeki gülümseme hiç bozulmamıştı. “Benimle ilgili hangi neden yüzünden beni bırakmak niyetindesin, merak ettim gerçekten. Her şeyde sana yardım ediyorum. Perde takmaksa, takıyorum. Alışverişse, onu da yaptık. Eşyalardan birine bile elini sürdürmedim. Yemek de yaptım. Daha ne yapıp sana yaranayım, bilemiyorum.”

 “Hayat müşterek bir kere. Yapacaksın elbette. Ama bunu sanki her şeyi ben yapmak zorundaymışım gibi sürekli başıma kalkıp da beni sinir edip durursan ben de hâliyle kaçmak isterim.”

 Adam, Naz’ı bir dükkâna yönlendirdiğinde kadın sohbetten sıyrılıp kapısından girmek üzere oldukları yere baktı. Bir fırındı. “Neden buradayız?” diye sordu merakla.

 Yağız, “Biraz önce herhangi sıcak bir şeyin hayalini kuran sen değil miydin? Sıcak bir şeyler alıp senin hayallerini gerçekleştirmek niyetindeydim; ama belli ki yine karıma yaranamadım,” derken içeri girmişlerdi bile.

 Yüzüne vuran sıcakla mayışırken rahat bir nefes aldı kadın. Burnuna o kadar güzel kokular doluyordu ki midesi, boş olduğunun sinyallerini vermeye başlamıştı. Fırıncı kendilerine garip bir bakış attıktan sonra Yağız’a dönmüştü. “Biz, dört tane poğaça alalım,” derken Naz’a dönmüştü. “Neli olsun?”

 Naz, ise adamın neden öyle şaşkın baktığına takılmıştı. Yağız’ın kendisine soru sorduğunu anlayınca “Peynirli,”diyerek yanıtlamış ve fırıncının bakışlarının sebebini düşünmeye devam etmişti. Muhakkak yabancı göründükleri için bundan sonra mahallelerinde yaşayacak insanları merak ediyor olmalılardı. Bakışlarını kendisine ve Yağız’a çevirdiğinde, gariplik tam olarak gözünün önündeydi. Kendi kolu hâlâ adamın kolunda duruyordu ve adamda bu duruma alışkınmış gibi kolunu göğsünde tutuyordu. İş işten geçmişken bu garipliği kafalardan silmek için çok geçti. Hatta fırıncı, Yağız’ın son söylediklerini duymuş bile olabilirdi. Naz düşüncelerinin dehşeti içinde kaybolmuşken, Yağız parayı ödemiş ve onu kapıdan dışarı çıkarmıştı bile.

 Yürümeye başladıklarında, “Adam bizi evli zannetti!” dedi hâlâ inanamazken. Yüzüne vuran soğuğu zerre umursamazken yanlış izlenim bırakmanın ki bu izlenimden zerre hoşnut değildi, siniriyle yanakları kızarmıştı. Adamdansa ne olmuş yani, dercesine bir bakış atmıştı. Naz da onu taklit eder gibi aynı bakışı adama yollamıştı; ama adam gülmek dışında bir tepki vermeyince kadın hırsla adamın kolundan çıktı. “Bu kadar mı yani?!”

 “Bu durumdan bu kadar rahatsızsan, dönüp durumu fırıncıya izah edebilirsin. Ama eminim ki herkes sıcak ekmek beklerken adamın, senin aşk hayatından daha önemli işleri vardır,” derken elindeki poşetten bir tane poğaça almış ve Naz’a uzatmıştı.

 Gel de sinir olma! Bu ne rahatlıktı böyle? Üstüne üstlük bir de haklıydı. Nasıl izah edebilirdi ki geri dönüp fırıncıya. Yağız’ın uzattığı poğaçayı alırken, poğaçanın sıcaklığı donmuş parmaklarını çözüyordu. Sıcak ekmeğin üzerinde hakiki tereyağının erimesini izlerken insanın ağzının suyunun akması gibi bir şeydi. “Bunu daha sonra düşüneceğim,” diyerek bir parça koparmış ve ağzına atmıştı.

 Kısa bir yürüyüş sonrasında Naz’ın okuluna gelmişler, Yağız’sa yoluna devam etmişti. Yol boyunca aklında tek bir şey vardı. Naz… Tüm atışmalarına ve küçük, hararetli kavgalarına rağmen özellikle dün çok güzel vakit geçirmişlerdi. Naz sanki varlığıyla evindeki tüm boşlukları doldurmuştu. Bir şey söylediğinde sesine karşılık veren kızgın, mutlu, hırslı, inatçı, etkileyici, nazlı bir ses vardı dün. Kendisini şimdiye kadar hiç böyle hissettiğini hatırlamıyordu. Böyle umursamaz ve bu derece rahat hareket ederken… Her zaman ciddi bir adamdı ve Naz’a bunu söylese hayatta inanmazdı. Karargâhta geçirdiği vakitlerin gevşekliğe tahammülü yoktu. Duruşu dik olmak zorundaydı. Ama bu kadının yanında düşünmeden hareket ediyor ve bundan gerçek anlamda mutlu oluyordu. Ciddi duruşunun sınırlarını aşıyor ve bu iyi geliyordu. Nizamiyedeki askerin selamını kabul ederken birlikten içeri girdi. Düşüncelerine hayret ederken binanın içine girdiğinde duvarda asılı duran bir resim dikkatini çekti. Aslında onu, buraya geldiğinden beri birçok kez görmüştü; ama şimdi aklına kadının yakıştırmaları gelince gülmeden edemedi.

 Resimde ‘Komando olmak onurumdur,’ yazıyordu. Hem de üzerinde büyük, yırtıcı bir kedi resmi vardı. Kadın haklıydı. Yağız bir kediydi. Ama bir sokak kedisi değil, oldukça büyük bir kedi… Bir Pars Komandosu!

 ***

Burası gerçekten okul muydu?! İki katlı kutu gibi bir binaya benziyordu sadece. Daha önce gördüğü okullar sayesinde kafasında kurmuş olduğu okul kavramını alt üst ediyordu. Çok küçük bir bahçesi vardı. Acaba okuldaki tüm çocuklar aynı anda burada oynayabiliyorlar mı diye merak ederken binadan içeri girdi ve bir temizlik görevlisiyle göz göze geldi. Müdürün odasının yerini öğrenerek hızlı adımlarla oraya yöneldi. Kapının önüne geldiğinde saatine baktı. Ah Allah’ım! Çok geç kalmıştı. Kapıyı çalarak içeri girdiğinde küçük odada ilk göze çarpan, oldukça büyük olan Başöğretmen, Ulu Önder, Mustafa Kemal Atatürk’ün çerçeveli fotoğrafı oldu. Derin bir nefes alarak masaya doğru yürüdü. Masanın önünde oturan adam da merakla kendisine bakıyordu.

 “Merhaba. Ben okulunuza atanan yeni öğretmenlerden biriyim. Naz Karasu,” diyerek elini uzattığında adam sandalyesinde kalkarak uzatılan eli sıktı. “Hoş geldiniz Naz Hanım. Ben Tahir Yılmaz. Ben de sizi bekliyordum. Daha önce uğramadınız.”

 Evet, uğramamıştı; ama uğramalıydı. Sadece ayakları geri geri giderken kaçınılmaz sonu ertelemek işine gelmişti. “Oldukça geç kaldım. Bunun için üzgünüm,” diyerek geçiştirmekle yetindi.

 Karşısındaki adam, sandalyesinden kalktığında Naz’ın beklediğinden daha uzun görünmüştü gözüne. Takım elbisesinin içindeki duruşuyla oldukça disiplinli bir adama benziyordu. Saçlarının çoğu aklaşmışken yüzünde pek kırışıklık seçilmiyordu. Ellili yaşlarında olmalıydı. Naz, adamın işaret ettiği yere oturdu.

 “Naz Hanım, sanırım burası ilk görev yeriniz.”

 “Kadrolu olarak evet, ama daha önce pek çok özel okulda görev yaptım.”

 “O zaman… Üzülerek söylüyorum ki özel okullardaki şartları sağlamaktan oldukça uzağız. Ama umarım bu ilk görev yeriniz size hayal kırıklığı yaşatmaz. Ayrıca… Sizinle özellikle görüşmek istediğim bir konu var.”

 Naz merakla adamın devam etmesini bekledi. “Şu günlerde okulumuz öğretmen sıkıntısı yaşıyor. Bu yüzden maalesef ki iki sınıfa eğitim vermek durumundasınız.” Naz, durumu anlamadığını belirtir gibi adama baktı bir süre. Bu yüzden adam devam etti. “Doğum izninde olan bir hocamız planının dışında iznini uzattı. Bu yüzden de bir süre, sınıflarımızın mağdur olmaması için böyle yapmayı düşündük. Eğitim saatinde ona göre bir ayarlama yaptık.”

 Adamın laflarını sindirmeye çalışarak bekledi bir süre. Bu iki kat çalışma anlamına geliyordu! Kesinlikle okulda yeni olduğu için onu bezdirmek amacıyla tüm bunlar kasıtlı yapılıyor olmalıydı. Öncelikle yapması gereken şey kendisini sakinleştirmekti. Derin bir nefes aldı. “Ne kadar kısa bir süreden bahsediyoruz?”

 “Oldukça kısa olacağına eminim,” diyerek çekimser bir cevap vermişti Tahir Bey. “Böyle bir başka durumla daha karşı karşıya kaldık bu sene. Okulumuza bu kısa süre içinde öğretmen sağlanamadığından aynı şekilde durumun üstesinden gelmeye çalışacağız. Sema Hanım, bu konuda bize yardımcı olacak.”

 Böyle bir şey nasıl mümkün olabilirdi? Koskoca okulda kendisi dışında başka öğretmen mi yoktu, yoksa birileri Naz’ı mı deniyordu? Üstüne üstlük bu konuda yalnız değildi. Hayır demesi ihtimaline karşı ne olacağını düşündü. Muhakkak öğrencilerin dersi boş kalırdı. Karşısındaki adamın yüzünü inceledi. Gerçekten de bu konuda Naz’a ihtiyaç var gibi görünüyordu. Aldığı nefesi sıkıntıyla bıraktı. Bu durum kısa sürseydi iyi olurdu. Bunları bir kenara bıraktıktan sonra Tahir Beyle bir süre daha konuşup işleyişi öğrendikten sonra oldukça geç kalmış olduğu sınıfa gitmek için odadan çıktı. Etrafını araştırmacı gözlerle tararken sınıfların kapıları kapalıydı, biri dışında. Koridorun sonundaki sınıf… Muhakkak kendi sınıfı olmalıydı.

 Sınıfa yaklaştıkça gürültü artmışken kendi topuk seslerini duyamaz olmuştu. Kapıdan içeriye ilk adımını attığında oldukça büyük bir kalabalıkla karşılaştı ve onu fark eden kalabalık anında sus pus olmuş ve tüm uğultu kesilmişti. Öğrenci sayısı ve sınıfın durumu beklediğinden daha iyi gibiydi. En azından batı akıllı tahtaya geçmişken buralar tebeşir dönemi yaşamıyordu. En güzeli de soba yoktu. Ama bunlara rağmen büyük illerdeki okullarla oldukça farklar vardı. Çantasını ve elindeki montunu, öğretmen masasının üzerine bırakarak tahtanın önünde dimdik durdu. Öğrenciler kadar veliler de şaşkınca onu süzüyorlardı.

 “Velilerimiz dışarıda bekleyebilirler mi, lütfen?” diyerek kibarca velilerin dışarı çıkmasını sağladı ve arkalarından kapıyı kapattı. Şimdi öğrencilerle baş başa kalmışlardı. Kimisi utangaçça bakarken, bazıları Naz’ın ağzından çıkacak tek bir lafı bekliyordu. Bir kısımsa ki o kısım en ürktüğü kesimi kapsıyordu, anne babasının kapıdan içeri girmesini dört gözle bekliyor gibi görünüyordu. Yeni eğitim yılına tanışarak başlamak ve hepsinin üzerindeki gerginliği ve heyecanı üzerinden atmasını sağlamak en iyisi olacak gibi görünüyordu. Hepsinin yüzüne tek tek baktıktan sonra konuşmaya başladı.

 “Okulun bu ilk gününde biliyorum ki hepiniz çok heyecanlısınız. Ben de sizler kadar heyecanlıyım,” dedikten sonra güven verircesine tebessüm etmişti. “Bütün bir yıl boyunca dersleri beraber işleyeceğiz.  Benim adım Naz. Soyadım Karasu,” demişti tane tane ve sıranın ilk başına geldi. “Ben kendimi tanıttığıma göre şimdi sıra sizleri tanımaya geldi. Sırayla bana isimlerinizi söylerseniz, ben de sizleri tanımış olurum. Olur mu?”

 Onlarla yaşıtıymış gibi konuşmak, öğrenciyi rahatlatmak için en ideal yollardan biriydi. Bu sayede öğrenci kendisini daha rahat ifade edebilirdi. Bu öğretmenliğin altın kurallarından biriydi. İsmini söyleyecek öğrencisinin önünde dar eteğine rağmen çömelerek onunla direk göz teması kurdu. Bu minik ağladı ağlayacak bir durumdaydı. Naz, miniğe gülümserken gözlerini ondan ayırmıyordu. Bu da Naz’ın ikinci altın kurallarından biriydi. Öğrenciyle göz teması kurmak ve onunla aynı seviyede olmak onu ciddiye aldığını, bir birey olarak gördüğünü belirtmek için bir başka yoldu. Çocuk, ürkekçe gözlerinin içine bakarken yumuşakça sordu. “Bize ismini söyler misin, acaba?”

 Çocuk yarım ağızla ismini mırıldandığında “Demek ismin Ömer,” diyerek yüksek sesle tekrar etmişti Naz. Bu miniklerin sadece biraz sabra ihtiyaçları vardı. Daha dünyaya gözlerini tam anlamıyla açmamışken bu sabrı oldukça hak ediyorlardı. “Tanıştığımıza memnun oldum, Ömer,” derken çocuğa gülümsediğinde bu kez çocuk da bakışlarını kaçırmadan ona bakmıştı. Belli ki işe yaramıştı. Diğer öğrencilerle de sabrının son damlasına kadar isimlerini öğrenmiş, onlara gülümsemiş ve açılmaları için ellerinden geleni yapmıştı. Bunu düşünmekten gurur duyuyordu; çünkü başarılı olmuştu. Birçoğu şimdi daha rahattı.

 Teneffüsü bildiren zil çaldığında çocukları serbest bırakırken kendisini sandalyesine doğru bıraktı. Gözleri eteğine takıldı. Eğilmekten oluşan onlarca kat izi vardı. Aman ne güzel! Başını çocuklara bakmak için kaldırdığında kiminin grup halinde konuştuklarını, kimilerinin anne babaları yanlarındayken hararetle ders boyunca yaptıklarını anlattıklarını, kimilerinin de oyun oynadığını fark etti. Oldukça rahat görünüyorlardı. Anlaşılan o ki garezleri Naz’aydı. Sıcak sınıfı terk etmemek için oturduğu sandalyesinde telefonuyla ilgilenmeye başladığında kulağına gelen konuşmalarla dikkatini o yöne verdi.

 “Bizim öğretmen nasıl da güzel İbo? Öğretmenlerin hepsi böyle güzel mi oluyor ki?” diyen küçük çocuk söylediklerinin dinlendiğinden habersizdi.

 “Yok be oğlum, yan sınıfın öğretmenini görmedin mi? Balon gibiydi. Var ya keşke büyük olsaydım. Kesin evlenirdim Naz Öğretmenle,” demişti diğer çocuk. Derste, isminin İbrahim olduğunu öğrendiği çocuk sanki dehşete kapılmış gibi Mehmet’i dürtmüştü. “Hadi oradan sümüklü İbo. Ne yapsın seni Naz Öğretmen?”

 “Niyeymiş?! Hem buraların en zengini biziz,” diyerek hararetle kendini savunmuştu İbrahim. Naz’ın bakışları şaşkınlıkla açılırken duyduklarının hoşuna gittiğini gizlemeyen tebessüm dudaklarındaydı.

 “Zenginsiniz oğlum tamam da ben, senden daha yakışıklıyım.”

 İbrahim, “Sen boyuna baktın mı hiç? Sen Naz Öğretmenle denk misin de konuşuyorsun?” derken kaşlarını çatmıştı. Mehmet’inse cevabı gecikmemişti. “Benden azcık uzunsun diye, sen mi denk olacaksın Naz Öğrenmenle?”

 “Ben de değilim!” demişti İbrahim. Fakat buna rağmen yüzünde bir gülümseme belirmişti. “Ama abim denk. O kesin evlenir Naz Öğretmenle.”

 Naz, doğru mu duyuyordu yoksa bir anda paylaşılamayan kadın mı olmuştu? Her yaştan hayranı bünyesinde barındırıyordu belli ki. İbrahim, kendisini ailesine almakta kararlı gibi duruyordu gerçekten. İçinde biriken gülme isteğini tutarken, belli etmeden çocuklara baktı. Ah bu çocuklar yok muydu? İnsanın keyfini bir anda yerine getirebiliyorlardı.

 ***

Hızlı adımlarla okulun çıkışına doğru yürürken evinin sıcaklığını düşlüyordu. Gerçi şu an evinin kendi kendisini zor ısıttığı düşünülürse evine ulaştığından hayal kırıklığı yaşayacağı aşikârdı. Ülkesinin en soğuk illerinden birindeyken bu konuda çok beklentiye girmemek gerekiyordu. Arkasından duyduğu bir sesle başını çevirdiğinde kendisine yetişmek için hızlı adımlarla yürüyen Sema’yla karşılaştı. İkisi de raporlu öğretmen mağdurları olarak okulda fazla mesai yapmışlardı ve diğer öğretmenlere göre daha geç çıkmışlardı ki okulun ilk günü olduğundan dolayı çıkış yaptıkları saat erken bile sayılırdı. Sema, güler yüzüyle nefes nefese yanına ulaştığında beraber yürümeye başladılar.

 “Eve mi gidiyorsun?” diye sormuştu Sema.

 Sema, bugün akıllı uslu sohbet ettiği tek kişiydi. Ortama alışmamışken kimseyle sohbet etmek içinden gelmiyordu. Kaldı ki kendisine garip bakışlarındaki okları fırlatmaktan çekinmeyen herhangi bir insan evladıyla konuşmayı reddediyordu! Ama Sema, öyle değildi. Oldukça güler yüzlü ve iyimserdi. Onunla sohbet etmek oldukça kolay olmuştu. Kahve gözlerindeki ışıltıdan işini severek yaptığı belli oluyordu. Naz’ın aksine burada olmaktan da memnun gibiydi. Boyu ne uzun ne de kısaydı. Ama Naz’ın topukluları sayesinden ondan kısa görünüyordu. Olağan bir görünüm çizse de yüzündeki samimiyet diğerlerinden onu ayırıyordu.

 “Evet. Sen?”

 “Maalesef ki evet. Ev arkadaşım yüzünden gittiğim yere ev demek oldukça zor geliyor. Topu topu birkaç haftadır beraber kalıyoruz; ama şimdiden pişman oldum. Gerçi başka şansım da yoktu. Yine de… Yeni bir ev arkadaşı bulur bulmaz kendimi kurtaracağım,” dedi sıkıntıyla.

 Naz, Sema’nın konuşmalarındaki bir şeylere takıldı. Sanki kadın, ev arkadaşlığı konusunda Naz’ın ne düşündüğünü tartmaya uğraşır gibiydi. Demek Sema, yeni tanıştığı biriyle eve çıkma düşüncesini benimseyecek kadar bezmişti şu anki ev arkadaşından. Naz, onun adına üzülse de ev arkadaşı konusuna pek sıcak bakmıyordu. Ne kadar evinde boş bir oda olsa da şu an içini ıvır zıvırları ve ayakkabı kutularıyla doldurmuştu. Hem, Sema’nın aksine o, ilk gün tanıştığı bir kişiye, maalesef ki ev arkadaşı gözüyle bakamıyordu. Bu yüzden “Durumuna üzüldüm. Umarım en yakın zamanda kendine göre bir ev arkadaşı bulursun. Yabancı bir yerde, insanlara güvenmek oldukça zor,” diyerek geçiştirmekle yetinmişti.

 “Evet haklısın. İstanbul gibi kalabalık bir yerden böyle küçük bir yere gelince, insan bir anda alışamıyor. Üstüne üstlük biz de kalabalık bir aileyiz. O yüzden ev arkadaşımla da anlaşamayınca kendimi çok yalnız hissediyorum burada. Hâlbuki buraya gelmeden önce böyle olacağını hiç düşünmemiştim…”

 Sema, anlatmaya devam ederken Naz, çoktan onun söylediklerinden kopmuştu. Sema da kendisi gibi kuş misali buraya gelmiş ve alışmaya çabalıyordu. Nasıl alışacaktı peki? Soğuğu iliklerinde hissederken âşık olduğu o sıcaklığı nerede bulacaktı? Ya evi, komşuları, faturaları, öğrencileri, yalnızlığı… Faturaları şimdilik düşünmeyi geçiyordu. Evine ve komşularına da alışmak zor olmayacak gibiydi; ama komşu sıfatını aşıp her seferinde büründüğü farklı bir kimlikle önüne gelen o adama; Yağız’a, karşı komşusuna, Yüzbaşısına, sözde arkadaşına, müstakbel eşine nasıl alışacaktı? Adama ait düşünceleri saklandıkları beyin kıvrımlarından bir bir çıkarken ve alışılmadık tepkiler de onlarla beraber gelirken, bunu nasıl yapacaktı?

 “Naz, beni dinliyor musun?” diyen Sema’nın sesiyle kendine gelirken başını dalgınca salladı. “Affedersin. Ne diyordun?”  Sema, merakla Naz’ı inceledi. “Ne düşünüyordun?”

 “Eşimi,” diyen Naz, sarf etmiş olduğu kelimelerin sanki büyüyerek kulağına gelmesiyle söylediklerine kendisi de şaşırdı. Ah bu adam yanında olmadığında bile kendisini sinir etmekten geri kalmıyordu. Sema da yaşadığı hafif şaşkınlıkla “Eşini mi?”diye sorarken Naz kadar şaşkın olamazdı. Naz’sa söylediklerini hızla toparlamaya çalıştı.

 “Eşimi mi? Hayır, evimi dedim. Evimi düşünüyordum. Bugün ilk gün olmasına rağmen oldukça yoruldum da,” diyerek kontrolü eline alırken rahat bir nefes aldı. Gerçi Sema’yla medeni hâli hakkında bir konuşma içerisine girmemişti; ama bugün fırıncı vakasından sonra bir kişide daha yanlış izlenim bırakmak istemedi. Sema’yla birlikte bir yere kadar beraber yürüdüler ve Sema’ya evini tarif ettikten sonra ondan ayrılarak yoluna yalnız devam etti.

 Soğuk rüzgâr yüzüne vururken rüzgârın uğultusuna karışan karnının gurultusuyla adımlarını hızlandırdı. Kafasında yapabileceği yemekleri geçirirken, sürekli aklı hazır gıdalara gidiyordu. Belli ki midesinin ve aklının yemek hazırlamaya sabrı yoktu kaldı ki ne yapabileceğini de biliyordu. Sabah girdikleri fırını gördüğünde, tam da aklında taze ekmeğin üzerine süreceği tereyağının hayalini kuruyordu. Hiç düşünmeden fırından içeri girdiğinde sabahki adamla karşılaştı. Gülümseyerek selam verirken adamın “Hoş geldin, yenge,” diyen sözleriyle donakaldı. Adam sözlerine devam ederken Naz, hiçbir tepki vermedi. Veremedi. “Mahallemize de hoş geldiniz,” diye devam etmişti adam.

 Şimdi bu adama ne diyecekti? ‘O benim kocam değil, ben evli değilim,’ ile başlayan uzun soluklu bir konuşma mı yapmalıydı, yoksa yabancı olduğu bu yerde bekârlığını çok dillendirmeyip adamı yanlış anlamalara bulanmış zihniyle mi bıraksaydı? Günün stresine yenik düşen bedeni, isyan eden midesi ve her fırsatta kendisini yarı yolda bırakmaya hazır sinirleri aynı anda kendini gösterirken uzun soluklu bir konuşmayı es geçti. Zaten onun özeli kimi ilgilendirirdi ki? Lafı uzatmadan “Hoş bulduk,”demekle yetindi. Bir tane fırından taze ekmek alarak fırından çıkmak üzereyken fırıncının sesiyle adama dönmek zorunda kaldı. “Komutanıma selam söyleyin yenge.”

 Genç kadın dişlerini dolgun dudaklarına geçirmişken “Söylerim,” diye homurdanarak kendini dışarı attı. Demek ki sinirlerinin alt üst olması için adamın yanı başında olmasına gerek yoktu. Ne yazık ki varlığı yetiyordu.

 Ayaklarını yere sürüyerek evine ulaştığında bu kez, kendisini sınayan kapısı olmuştu. Yine tutukluk yapmış, Naz’la dalga geçiyordu. Kadın bir süre homurdanarak uğraştıktan sonra hırsla nefesini bıraktı. Evet, belli ki buralara alışmak için, pek çok şey seferber olmuş gerekli özeni kendisine gösteriyordu. Sinirle ayağını yere vurmak üzereyken yukarıdan açılan kapının sonrasında da aşağı seslenen Gülbahar teyzenin sesini duymasıyla kendini engelledi. “Nazlı kızım, yukarı gel de karnını doyur. Yorulmuşsundur şimdi,” diyen yaşlı kadının sesi apartmanda yankılanırken, Naz başını yukarı doğru uzattığında Gülbahar teyzeyle göz göze gelmişti. “Sağ ol, Gülbahar teyzeciğim. Rahatsızlık vermeyeyim size? Ben bir şeyler ayarlarım.”

 “Olur mu öyle şey, Nazlı kızım? Hem bak benim günüm var şimdi. Mahallenin hepsi de burada. Gel de benim güzel Nazlı kızımı görsünler çocuğum,” demiş ve Naz’ın bir şey demesine fırsat vermeden Naz’la göz temasını kesmişti. Yani… ‘Hayır’ı cevap olarak kabul etmiyordu. Gerçi Naz’ın da canına minnetti. Yemek yapma olayını bir süre daha ertelemiş olurdu böylece.

 Ve beş dakika sonrasında üçlü koltuğun tam ortasına oturtulmuşken, bir yanında Gülbahar teyze diğer yanındaysa Gülbahar teyzenin ahretliği Hatice teyze oturuyordu. Karşısında da bir salon dolusu meraklı kadın konuşlanmış, kendisini inceliyordu. Gülbahar teyzenin kendisine hazırlamış olduğu, karnını iyiden iyiye acıktıran tabağa aç gözlerle bakarken tüm lokmaları boğazına dizilecek gibi duruyordu. Gülbahar teyze, o içeri girdiğinde göğsünü gere gere onu, benim güzel öğretmen Nazlı kızım, diye tanıtmıştı herkese. O da gülümseyerek Naz, diye düzeltmişti. Her zaman olduğu gibi… Şimdi de ufak lokmalarla yemeğini yemeye uğraşırken meraklı mahallelinin sorularını yanıtlamaktan da kaçamıyordu. Tabii ki ilk soru medeni hâliyle ilgiliydi. Bekâr olduğu ortaya çıkınca, hayret dolu sesler gelmişti kalabalıktan kulağına. Sonrasında bu sorular; sevgilin var mı, evlenmeyi düşünüyor musun, annen baban ne iş yapıyor gibi soruların türevleriyle almış başını yürümüştü. Bir süre sonra da mahalle hakkında Naz’a bilgilendirme adı altında dedikodular vermeye başlamışlardı.

 Hüseyin amcanın kızı kimle kaçmıştı, Hacer teyzenin kızı hangi şehirde okul kazanmıştı ki kızının azimli olduğunu da öğrenmişti, Şerife teyzenin kızı nişanı niye attı, bunların hepsini hatta nicelerini öğrenmişti.  Oturduğu mahalle oldukça küçüktü anlaşılan ve ne oluyorsa herkesin anında haberi oluyordu. Hepsi, çok tatlı insanlar gibi görünüyorlardı. Yasemin teyze, Gülbahar teyzenin görümcesi Hayri’nin annesi Emine teyze, Gülbahar teyzenin ahretliği Hatice teyze ve kızı Nazire, Fatma teyze ve onun kızı Elif, Zehra teyze, Neriman teyze ve onların gelinleri… Şu an birilerini çekiştirirlerken belki de böyle düşünüyor olması garipti; ama hiçbirinin art niyeti yoktu. Belli ki şimdiki gündemin en üstünde de Naz ve Yağız, bulunuyordu. Yağız’ı uzaktan görenler şöyle yakışıklı, böyle karizmatik yorumları yaparken Gülbahar teyzenin de çok efendi, pek saygılı gibi türlü teşvikleriyle uzun bir süre de adamdan konuşulmuştu. O da konunun kendisinden başka yöne çevrilmesiyle rahat bir nefes almış gibi hissetse de bu rahatlığı adama civardan kız yakıştırmaları yapılmasıyla nedensiz bir rahatsızlığa dönüşmüştü.

 Naz, tabağını alarak mutfağa geçti ve tabağını tezgâha bıraktığında arkasında birinin varlığını hissetmesiyle başını çevirdi. Nazire de elinde boş tabaklarla mutfağa gelmişti. Nazire gerçekten de çok tatlı bir kızdı. Oldukça masum bir yüzü ve ona eşlik eden bir o kadar utangaç gülümsemesi vardı. “Çok sıkılmadın inşallah, Naz abla,” derken kıkırdamıştı genç kız. “Hep böyleler mi?” diyen Naz da kıza eşlik etmişti.

 “Ben kendimi bildim bileli böyleler. Bir de onların eline doğduğum düşünülürse... Dillerine düşmemekte fayda var. Burası küçük bir yer, onlar da meraklı olunca hâliyle böyle oluyor. İstanbul gibi bir yerde, böyle bir durumla karşılaşmamışsındır herhalde,” demiş ve tekrar gülmüştü Nazire. “Ama yine de hepsi çok iyi insanlardır. Zor günlerinde hiç birbirlerini bırakmazlar. Çok tutkundurlardır birbirlerine. Hepsi de gençliklerini beraber geçirmişler.” Bunları söylerken Nazire’nin yüzündeki hayranlık ve sevgi belirgin şekilde seçiliyordu. Belli ki hepsini gerçekten de çok seviyordu.

 “Haklısın. Böyle bir mahalleyle daha önce karşılaşmadım. Açıkçası… Ben mahalle ortamında daha önce yaşamadım. O yüzden alışmam zaman alacak; ama şikâyetçi değilim,” derken hâlinden memnunca gülümsemişti. “Sen üniversite okuyorsun, değil mi? Gülbahar teyzeden net olarak nerede okuduğunu öğrenemedim; ama… Sadece tahsilli sütçü olacağını duydum.”

 Nazire, duyduklarıyla tekrar kıkırdamıştı. “Ben gıda mühendisliği okuyorum. Gülbahar anneme, süt dalında bir şeyler yapmak istediğimi söylemiştim de ondan öyle diyor. Annem de mahallenin sütçüsü olunca.” Naz da gülmeden edemedi. “Evet, evet öyleymiş duydum. Mahallenin en güzel sütü sizdeymiş. Gülbahar teyzenin yeğeni de sütle ilgili bir şeyler yapacakmış sanırım… Gülbahar teyze bahsediyordu,” diyen Naz, kızın tepki verip vermeyeceğini ölçmeye çalışırken kızdan beklediği tepki gelmişti. Yanakları kızarmış ve gülüşü daha da utangaçlaşırken bir an için ellerini nereye koyacağını bilememişti. “Evet, evet. İçerideki Emine teyzenin oğlu… Hayri.”

 Naz, merak ettiğini aldığında kızı çok da fazla zorlamamaya karar verdi ve beraber içeri geçtiler. Genç kadın, müsaade isteyerek kalkacakken Gülbahar teyze onu durdurdu ve eline bir tabak tutuşturdu. “Nazlı kızım bunu da Yiğit oğluma indiriver, olur mu? Yazık oğlumun aş pişirecek biri yok evinde. Yorgun argın gelir şimdi, ağzından birkaç lokma bir şey geçsin.”

 Bu kadın nasıl sevilmez, ona nasıl alışılmazdı ki? Nasıl da hiçbir fırsatı kaçırmayıp kızı ve oğlu gibi benimsiyordu onları? Dayanamayarak yaşlı kadının yanağına içtenlikle bir öpücük kondururken “Götürürüm tabii Gülüm, teyzem,” demiş ve tabağı alarak aşağı inmişti. Tam o sırada da Yağız, merdivenlerden yukarı çıkıyordu. Naz, adamın yanına gelmesini bekledi ve tabağı ona uzattı.

 “Gülbahar teyze gönderdi sana.” Yağız, tabağı aldığında yüzünde Naz’ın nadiren şahit olduğu samimi gülümsemesi vardı. “Sağ olsun,” diye mırıldanmıştı adam.

 Genç kadın kendi kapısına yönelerek kapıyla olan amansız mücadelesine giriştiğinde “Fırıncının da sana selamı var,” diyerek arkasına doğru seslendi.

 “Aleyküm selam da bu nereden çıktı?”

 Adamın sesini yanı başında hisseden Naz, başını giriştiği işten kaldırdığında adamla göz göze geldi. Özel alanı Yağız’la dolmuşken hareket edemedi. Adam nazikçe onun elini kenara çekip tek eliyle kadının kapısını açmıştı.

 “Yengeleriyle komutanlarına selam söylediler. Elçiye zeval olmaz,” derken kendine gelerek hızla evine girdi. Bu adamın yanında anlaşılamayan tepkiler verirken, onun yanında fazla uzun kalması bu tepkilerin nedenini çözene kadar pek akıl kârı değildi. Sanki tüm sinir uçları alarm veriyordu. Adamın gülümsemesinin iyiden iyiye genişlediğini fark ettiğinde yeşil bakışları kısılmış tehditkâr bakışlarını adamın mavilerine dikmişti.

 “Sakın gülme… Sakın!” diyerek dişlerinin arasından mırıldanırken adamın yüzüne kapıyı kapatmıştı.

 ***

Son bir haftadır ki okula başlayalı bir hafta olmuştu, kendini derin titreyişlerle evine atıyordu. Pek çok şeyden kesinti yapabilirdi belki; ama bunun sonucunda üşüyecek de değildi. Bunun sonucunda varsın fatura yüksek gelsindi. Doğal gaz faturasının kabarıklığını göze alarak kombisinin ayarında elini korkak alıştırmamıştı ve şimdi iliklerine kadar ısındığını hissediyordu. Isınma konusuyla ilgili bu bir hafta içerisinde bir şeyi fark etmişti. Gardırobu ne karar dolu olursa olsun Kars’ın soğuğuna karşı kendisini koruyacak kalınlıkta kıyafeti yoktu. Şimdiye kadar böylesine ilik donduran bir yerde yaşayacağını tahmin etse, bunun önlemini mutlaka önceden almış hem de yapacağı alışverişin ücretini de kendisi ödememiş olurdu. Şimdi mecbur kalınca bu durumu kendisi ıslah etmek durumunda kalmıştı. İnternet üzerinden birkaç tane kazak, pantolon ve kendisini bu soğuğa karşı koruyacağını düşündüğü bilumum şeyleri almıştı. Ucuz olduğunu düşündüğü alışverişin toplam tutarını gördüğünde o güzel dudakları uçuklamanın eşiğine gelmiş olsa da kendisine engel oldu. Bir de dibini gördüğü fondöteni vardı. Onu bir de yurt dışından getirteceğini düşününce indirimden almasının imkânı yoktu. Fakat el mahkûmdu. Onsuz yapamazdı. Fondötenle yüz renginin eşitlenmediği bir makyaj, sanat özelliği taşımıyor parçası eksik yapbozdan farkı olmuyordu. Fondöteni sipariş vermek için girdiği yabancı internet sitesinde fiyatı gördüğünde bu kez dudakları gerçekten uçuklamış ve gözleri, yeşim taşı misali kocaman açılmıştı. Daha önce aldığında da fiyatı bu kadar mıydı?! Hazır batmışken sitede indirimde olduğunu gördüğü kapatıcıyı da siparişine eklese bir şey fark etmezdi. Derin bir nefes alırken fatura bilgilerini doldurmaya başladı. Aklına gelen sakinleştirici bir düşünceyle aldığı derin nefesini bıraktı. Taksitler bu günler için vardı.

 Birkaç gün içerisinde kıyafetleri eline ulaşmış olsa da fondöteni hâlâ gelmemişti ve onsuz yaptığı her bir makyajı pudrasıyla telafi etmeye çalışsa da aynı etkiyi yaratmıyordu. Okuldan çıkıp da evine geldiğinde bir süredir edindiği alışkanlıkla kargo şirketi olma ihtimaline karşı yabancı bir numara tarafından aranıp aranmadığına baktı; ama arayan yoktu. Gününün en sıkıcı kısmına geçmek için üzerini değiştirerek mutfağa girdi. Bunu yapmak zorunda olmaktan nefret ediyordu. Şimdiye kadar kendi mutfağında yaptığı hiçbir yemek, saraylara layık değildi ki böyle bir şeyi de kendisinden beklemiyordu, en azından açlığını giderebiliyordu. Eli lezzetli değildi, bunu kesinlikle kabul ediyordu.

 Anne ve dadısının onun için hazırladıkları tariflerin bulunduğu defteri alarak tezgâhın başına geçti. Defterde seçtiği bir tavuk yemeğinde karar kılmıştı. Ayrı çeşni ve sos yapımı da yazıyordu. Talimatlara uyarsa yapamayacağı şey değildi, öyle değil mi? Gerçi, ne kadar zor olabilir ki, diye başladığı her bir mutfak macerası hüsranla son bulduğundan bu kez daha özenli yapacağına kendini ikna ederek işe koyuldu. Lezzetli bir yemek yemek istiyordu artık. Bir tas çorbaya hasret midesi inlerken elindeki malzemelerle bir şeyler yapmaya koyuldu. Uzun sayılacak bir zaman sonra her şeyin hakkından gelmenin gururuyla yemeği fırına sürmüş ve çorba yapımına geçmişti. Bunun için fazla uğraşamayacağında karar kılarak hazır çorba yapmaya karar vermişti. Çorbayı kaynaması için ocağın üzerine koyarak karıştırmaya başlamış ve çorba ufak ufak kaynamaya başladığında Naz’ın kulağına içeride çalmakta olan telefonunun sesi geldi.

 Kargo şirketinin aradığını umarak aceleyle içeriye koştu ve aldığı haberler haricinde her şey tam da tahmin ettiği gibiydi. Evet, arayan kargo şirketiydi; fakat yaşanılan bir aksilik yüzünden kargosunu Kars merkezden almasını istiyorlardı. Telefonda yaptığı hararetli görüşme kibar bir rica sonrası, ufak bir tartışmaya dönüşmüştü. Nasıl oluyordu da adres kısmında mahalle ve sokağına kadar kendi evinin adresini yazmışken merkez şubeden alması gerekiyordu ki? Sabahın kör vakitlerinde okula gitmek için evinden çıkıp da hava karardığında evine geliyorken hangi zaman diliminde oraya gidip paketini alacaktı acaba?! Telefonu kapattığında hırsla koltuğun üzerine fırlattı. Oturma odasında bu duruma çözüm bulmak için bir ileri bir geri yürürken aklına gelen bir fikirle olduğu yerde durdu. O alamasa da onun yerine bir başkası alabilirdi. Bu fikirle keyfi yerine gelirken, aklına gelen başka bir şeyi onaylayan yanık kokusuyla mutfağa koştu ve kabına sığmayarak taşan çorbanın altını kapattı. Tüm ocak, çorba denizinin altında kalmıştı resmen! Ama kokunun kaynağı çorba gibi görünmüyordu. Fırını kapattıktan sonra kapağını açtığında yüzüne vuran dumanla geri çekilirken fırında unuttuğu tepsiye bakakaldı. Yanmış gibi görünüyor düşüncesi pek doğru değildi, henüz kömür karası olmamıştı. Biraz fazla kızarmış demek daha doğruydu. Elini beline atarken bezgince mutfağını taradı. Fırınında yanmanın eşiğinden dönmüş bir tepsi tavuk, yarısını ocağının nasiplendiği yarım tencere çorbası ve çeşnisiydi, sosuydu, garnitürleriydi derken kendisine çıkmış dünyanın bulaşığı vardı. Buz gibi soğuk suyun altında bunları nasıl temizleyecekti?! Beceriksizliğinin verdiği sıkıntı içinde büyürken elinde olanlarla yetinmeye karar verdi, belli ki bugün de midesi lezzetli bir yemeğe hasret uyuyacaktı; ama bulaşık konusunda bir şeyden oldukça emin olmuştu. En yakın zamanda bir bulaşık makinesi alması gerekiyordu!

 ***

Okula gitmek üzere dış kapıyı açtığında bir süredir alıştığı manzarayla karşılaştı genç kadın. Her zaman olmasa da zaman zaman sabahları adamla rast geliyorlardı ve beraber yürüyorlardı. Bugünün diğer günlerden farkıysa, bu kez kadının bu anı yaşamayı diğer günlere nazaran daha çok istemesiydi. “Günaydın,” derken merdivenlerden inmeye başlamıştı. Adam da “Günaydın,” diyerek karşılık verdiğinde onun arkasından iniyordu.

 Apartmandan çıkarak yürümeye başladıklarında kadının aklına bir şey takıldı. Beraber yaptıkları bu sabah yürüyüşleri hiçbir zaman planlı olmuyordu. Birden gelişiyordu. Birbirlerine rast geliyorlar ve birbirlerinden davet beklemeksizin yola koyuluyorlardı. Bu hâllerine istemeden de olsa gülerken adamın sorduğu soruyla kendine geldi.

 “Günlerin nasıl geçiyor bakalım?”

 Şimdi tam zamanıydı işte. Bunu Yağız’a yaptırabileceğini biliyordu. Yüz ifadesini değiştirerek gülen yüzünü soldurarak sıkıntılı bir ifade takındı. Ardındansa derin bir nefes alarak huzursuzca bıraktı.

 “Aslında… Güzel geçiyordu; ama…”

 Yağız’ın kaşları çatılmış ve anında “Sorun ne?” diye sormuştu. Ses tonu ve yüzündeki ifade durumla ilgilendiğini belli ediyordu. Bunun yanında mavi bakışlarındaki endişe Naz’ın o kadar hoşuna gitmiş ve içini okşamıştı ki adamı kandırmak üzere olduğu düşüncesi içini sızlatsa da bunu yapmak zorundaydı. Paketi eline ulaşana kadar bu adama yapmayacağı şey yoktu. Adamın kendisine yaptıklarını aklına getirerek vicdanını kısa süreli de olsa rahatlattı. Dudaklarını büzerken konuşmaya başladı.

 “Yurt dışından beklediğim bir paket vardı; fakat bir sorun çıktığı için buraya kadar getiremiyorlarmış. Benim gidip Kars merkezden almam gerekiyormuş. Ama işte… Benim de hiç fırsatım yok oraya gitmeye.”

 Adam, durumu anladığını belirtir gibi başını sallamış ve yeni tıraş ettiği çenesini ovuşturmuştu. Naz, onun her bir hareketini izlerken ona paketin içindekinin ne olduğunu söylemesi ihtimalinde adamın, ağzından burnundan getirmekle kalmayıp bin bir emekle paketi almaya gideceğini adı gibi biliyordu. O yüzden pes etmeyecekti. Adamdan işiteceği laflar ne kadar az olursa bu durumu o kadar ağrısız atlatırdı. Fondöteni için değerdi. Okulun önüne geldiklerinde ikisi de durmuşken Naz başını hafifçe eğmiş ve uzun kirpiklerini kaldırarak yeşil bakışlarını adamın mavilerine dikmişti. O anda adamı silahsız bıraktığının farkında değildi.

 “Benim için çok önemli… Hayat memat meselesi,” diye mırıldandı sakince. Biraz abartmış olabilirdi. Hatta biraz kelimesi az kalıyordu; ama bu adam o paketi kendisine getirmeliydi. Hâlinden memnun bir şekilde Yağız’ın ifadesinin iyiden iyiye yumuşayışını izledi. Naz’a güven verircesine gülümserken kadın yutkunmak zorunda kaldı. Etkilenmesi gereken kişi Yağız olmalıydı, kendisi değil. Soğuğa rağmen derin bir nefes alırken adamın ellerini, kendi kollarının iki yanında hissetti. Gözlerini adamın mavilerinin sıcaklığından çekemiyordu.

 “Bu halledilemeyecek bir şey değil. Sen kargo şirketini arayıp benim ismimi ver ve benim alacağımı söyle. Sonra da bana haber ver. Canını da böyle şeyler için sıkma.” Adamın söylediklerini onaylarcasına hafifçe başını sallamıştı. “İyi dersler. Akşam görüşürüz,” diyen adam onu orada bırakarak tekrar yürümeye başlamıştı.

 Ve bingo! Büzdüğü dudakları yerini eğri bir gülümsemeye bırakırken bir süre giderek uzaklaşmakta olan adamın sırtını izledi. Gözünün önüne gelen adamın o ilgili ve endişeli yüz ifadesiyle bir kez daha içi sızladı. Kesinlikle yaptığı şeyden gurur duymuyordu. Ama insanlara dilediği şeyleri yaptırmayı seviyordu. Huyu kurusun!

 ***

Günün ilk yarısını atlatmak için sadece bir dersi kalan Naz, koridorda ilerliyordu. Bu dersle ilgili farklı planları vardı. Geçici bir süre öğretmenliğini yaptığı beşinci sınıf öğrencileri, Naz’ın miniklerine kitap okuyacaklardı. Hem böylece çocuklar farklı yaş gruplarıyla kaynaşmış olacaklardı hem de Naz, biraz da olsa nefes alacaktı. Günün diğer yarısına, beşinci sınıfların derslerine, başlamadan önce dinlenmeye ihtiyacı vardı. Sınıfa yaklaşmışken kapının önünde bir miniğiyle konuşan iyi giyimli bir adam dikkatini çekti. Minik öğrencisi İbrahim’di; ama adamı daha önce görmemişti. Yanlarına ulaşmak üzereyken küçük çocuk onu fark etmiş karşısındaki adama “Benim Naz Öğretmenim,”diye kendisini işaret etmişti. Adam, Naz’a doğru döndüğünde kadın, adamın şaşkın bakışlarıyla karşılaştı. Bu tepkiye son birkaç haftadır alışmış olan Naz, çok belli etmeden adama bir bakış attı. Oldukça uzun boyluydu. Esmerdi ve kara kaşlı, kara gözlü tabirinin açık örneğiydi. Üzerine yakıştırdığı giyim tarzıyla da oldukça da hoş bir görüntüsü vardı. Adam, şaşkınlığını üzerinden attıktan sonra Naz’a doğru gülümsedi.  “Merhaba, ben İbrahim’in abisi Hakan.”

 Naz adama gülümsedikten sonra İbrahim’e dönmüştü. “İbrahimciğim, sen içeri girsen olur mu? Ders başlamak üzere. Ben de birazdan geliyorum,” derken küçük çocuğun omzuna elini koymuş ve ona doğru eğilmişti. İbrahim, hevesle başını sallayarak sınıftan içeri girdiğinde Naz doğrularak adama baktı. “Memnun oldum, Hakan Bey. Eğer İbrahim’in durumunu öğrenmek için geldiyseniz üzgünüm ki bunun için uygunsuz bir zaman. Derse başlamam gerek,” demişti kibarca.

 “Yo, hayır. Asıl uygunsuz bir vakitte geldiğim için ben üzgünüm. İbrahim, sizi çok seviyor ve günlerdir gelip sizinle onun hakkında konuşmam için ısrar ediyor. Ben de yurt dışından kısa bir süre için geldiğimden ancak fırsat bulabildim. İnsanın kardeşi küçük olunca onu kırmak oldukça imkânsız oluyor.”

 Adamı onaylar gibi başını salladı. Karşısındaki adamın konuşmasında doğuya has o şive seçilmiyordu. Konuşurken takındığı tavırdan ve duruşundan küçük bir yerde yaşıyormuş gibi görünmüyordu. Şu an Naz’a göründüğü haliyle buraya ait değil gibiydi. Zaten iki kafadarın, İbrahim ve Mehmet’in, konuşmalarından Hakan hakkında az biraz bilgi sahibi olmuştu. Adam, büyük bir aşiretin büyük oğullarından biriydi ve Sarıkamış’ta yaşamıyordu. Kulak misafiri olduğu şeyler yanlış değilse Naz, böyle anlamıştı. Hakan gerçekten de hoş bir adamdı; ama şaşkınlığını atlattıktan sonra bakışlarına yerleşen o bariz ilgi Naz’ı nedensiz yere rahatsız etti. Hâlbuki beğenilmek güzel bir şeydi. Hem de böyle yakışıklı bir adam tarafından…

 “İzninizle derse başlamalıyım. Daha sonra gelirseniz görüşme imkânımız olur,” diyerek nezaketen gülümsemiş ve sınıfa girerek kapıyı kapatmışken delici bakışlardan uzaklaştığı için derin bir nefes aldı. Sandalyesine oturduğunda karşısındaki öğrencilerini izledi. Abi ve ablalarının onlara kitap okuyuşlarını ilgiyle dinliyor, yüzlerindeki belirgin merak zaman zaman şaşkınlığa dönüşürken bazen de gülüşlerinden kaçırdıkları kıkırtıları Naz’ın kulağına geliyordu.

 Ders boyunca her bir öğrencisinin yüz ifadesini incelemişti. Peki, ne değişmişti? Burada da eğitim veriyordu, orada da. Tek fark şu an bunu yapmak zorunda olduğuydu ve ilk defa bu kadar uzun süre kesintisiz görev yapıyordu. Neyin, ne zaman ve neden değiştiğini bilmiyordu; ama bir şeylerin değiştiğinden ve hâlâ da değişiyor olduğundan adı gibi emindi. Çünkü daha önce böyle hissetmiyordu. Bu his, öğretmenin doyumu olmalıydı. Fakat her geçen gün öğrettiği kadar, o yüzlerde gördüğü sevgiden de bir şeyler öğreneceğini biliyordu.

 ***

Naz’ın kapısının önünde dikilirken elindeki küçücük pakete baktı. Bugün bu uğurda bir kadın hem de kendisine katlanamayan bir kadın, türlü oyunlara girişip onu kandırmıştı. Yağız, kadının sıkıntıyla buruşturduğu dudaklarına ve yardıma muhtaçmışçasına çekimserce kendi mavi gözlerine dikilen yeşim taşı gözlere dayanamamıştı. Nasıl dayanabilirdi ki? Kadının bir sorununun olduğunu anladığı anda adamın içini bir sıkıntı kaplamış ve bu duyguyu ortadan kaldırmak için kadın ne derse o an yapacağını fark etmişti. Kadının bir bakışı da bunların hepsine yetmişti. Bu kadın, ona bunları nasıl yaptırıyordu, Allah biliyordu. Kargoyu almaya gittiğinde eline verilen paketle beraber olan faturayı gördüğünde ilk yaptığı şey gülmekti. Gerçekten de yadırgayan bakışlara aldırmadan kahkaha atmıştı. Kandırıldığını anlaması da pek zamanını almamıştı. Sarıkamış yolu boyunca elinde paketi evirip çevirmişti. Kadın bir de gözlerinin içine o dayanılmaz, zor durumdaymışçasına bakarak ‘Hayat memat meselesi,’ demişti.  Öğretmen maaşına sahip bir insan için, bu fiyatta bir fondötenin hayat memat meselesi olması gayet doğaldı. Kadın, o tavırların hiçbirine girme zahmetinde bulunmadan adama söylemiş olsaydı, yine Yağız kadını kırmaz paketi alırdı; ama böyle fırsatı kaçırmadan kadına laflarını değdirmeyi ihmal etmezdi. Naz, kesinlikle zeki bir kadındı. Bunların başına geleceğini biliyor olmalıydı ki böyle bir yola başvurmuştu. Bir kez daha düştüğü duruma gülerken kadının kapısını çaldı ve kısa bir süre sonra kocaman gülümseyen bir yüzle Naz kapıyı açmıştı. Adam bir şeyden o an emin oldu. Kadının böyle bir gülümsemeyle kendisine kapıyı açacağını tahmin etseydi, kesinlikle bu küçük paketi daha önce getirirdi. Yüzünde oluşan haylaz çocuk gülümsemesini saklayamazken paketi Naz’a uzattı. Naz’ın gülümsemesi daha çok büyümüş hemen paketi açmaya girişmişti. Küçük kutunun içinden çıkan ufacık cam şişeye bakan kadının gözlerindeki ışıltılar öyleydi ki mücevherlerle yarışırdı. Kadın kutunun içinden çıkan siyah tüp şeklindeki bir başka ürünü de incelerken onu seyretmek Yağız’a ne kadar haz verse de dayanamadı.

 “Bu şeyler dediğin gibi gerçekten de hayat kurtarıyor mu?”

 Naz’sa, son anda karar değiştirmeyip iyi ki aynı markanın kapatıcısını da aldığını düşünüp iki kat bir sevinç yaşıyordu. Yağız’ın söylediği hiçbir şey şu an onu kızdırmaya yetmezdi. Gülüşünü hiç bozmadan adamın eğri gülüşüne ardından mavi gözlerine baktı.

 “Hayır… Ama günü kurtardıkları kesin,” derken yüzündeki ifade, sabah yaptıklarından ve söylediği ufak yalanlardan zerre pişman olmadığını haykırıyordu.

 Yağız, ufak bir baş hareketi yaparak kendi dairesine doğru yönelmişken, kadın “Yağız,” diye seslenmişti. Naz’ın ağzından tüm o sıfatlardan sonra kendi adını duymak oldukça garip hissettirse de kadının dudaklarına, adı çok yakışmıştı. Ona dönerek devam etmesini beklerken kadın minnettarlığını belli edercesine gülümsemişti bu kez ve içtenlikle “Teşekkür ederim,” demişti.

 “Rica ederim, ne demek? Biricik karımın her problemini çözmek benim görevim.”

 Kadın duyduklarıyla yüzünü buruştursa da duyduklarına aldırmadığı dudaklarındaki gülümsemeden belliydi ve kapısını kapatırken o güzel dudaklarından çıkan ufak kahkahası Yağız’ın kulaklarına gelmişti.

 ***

 O kapının kapanışından yaklaşık üç hafta geçmişti ve Naz ne okula giderken ne de okuldan eve dönüşünde Yağız’la karşılaşmıştı. Sadece arada bir adam ondan önce çıktığında merdivenlerden inen postal seslerini duyuyordu. O kadar… Ve bu durum oldukça canını sıkıyordu. Bunun nedenini adama çok alışmış olmasıyla bağdaştırıyordu. Okula gitmek için hazırlandığında dışarıyı kontrol etmek için pencereden dışarıya baktı ve tüm mahallenin karlar altında kaldığını gördü. Daha kasım ayının başıydı. Nasıl olmuş da kar yağmıştı?

 Onu soğuktan koruyabilecek her türlü tedbiri almışken topuklu çizmelerini eline alarak dış kapıya yöneldi ve kapıyı açmasıyla kendisi farkında olmasa da içten içe orada olmasını umduğu adamla karşılaştı. Günaydınlaşmadan sonra çizmelerini giyme işine girişmişken adamın söyledikleriyle başını uğraştığı işten kaldırdı. Yağız, “Yürüyebilecek misin?” diye sormuştu. Adama bakış attıktan sonra çizmelerini giyme işlemini tamamlayarak eğildiği yerden doğruldu. “Ben bu yürüme işini çocukluğumdan beri yapıyorum. Bir adım ileri sonra diğer adım… Yani… Zorlanacağımı sanmam,” derken adama takılmadan edememişti. Sanki… Bunu özlediğini hissetmişti. Ama sadece bir an için.

 “Ona ne şüphe. Ama eminim ki bu yürüme işini bunun gibi topuklu ayakkabılarla yapmıyordun.”

 “Çocukken yapmıyor olabilirim; ama artık yapabildiğime göre, sanırım bu topuklularla yürümemem için hiçbir sebep yok.”

 “Dışarıdaki kar ve buzlanma dışında… Haklısın bir engel yok,” diyen adam merdivenden bir adım inmişti ki Naz da onun peşinden inmeye başladı. “Daha dün yağmaya başladı. Hemen, her yer buzlanmış olamaz.”

 Beraber aşağı indiklerinde Yağız apartmanın ağır kapısını açarak Naz’ın geçmesi için kenara çekildi. Naz beyaz zemine ilk adımını başarıyla atarken rahat bir nefes aldı. Düşmediğinden değildi bu rahatlaması. Adama da dediği gibi, hemen buzlanma olmuş olamazdı. Onun tek rahatlaması iki düşüş yaşaması ihtimaliydi. İlk düşüşü kesinlikle yereydi ve acısı keskin olsa bile geçerdi. İkinci düştüğü yer ise adamın dili olurdu ve bunun acısı giderek artar aksi gibi etkisi de kalıcıydı. Adam rahatça yanına gelirken, o bir diğer adımını diken üstünde atmıştı ve beklediği gibi yine bir şey olmamıştı. Adamın dediklerini haklı çıkartmayacaktı işte. Üçüncü adımını bunun rahatlığıyla atarken buzun üzerinden gelen topuğunun buz üzerinden çıkardığı tiz sesle dengesini kaybetmişti. Allah’ım işte düşüyordu! Bu beklentiyle gözlerini sımsıkı kapatmışken belini kavrayan güçlü kollarla birinin bedenine yaslandığını hissetti. Gözlerini açtığında haklı olduğunu haykıran o gülümseyişle karşılaşmak Naz’ı şaşırtmamıştı. Güçlü kolların sıcaklığını ekstra kalın montuna rağmen hissederken ağzını açıp tek kelime etmedi. Edemedi. Yağız o kadar yakındı ki yeni tıraş olan teninden yayılan tıraş losyonu soğuk havayla karışarak ciğerlerine dolarken, tüm vücudunu anlamlandıramadığı bir ürperti almıştı. Sanki bir anda serin terler dökmeye başlamıştı.  Yeşilin farklı tonlarını barındıran gözleri adamın dudaklarından derin mavilerine kaymıştı. Silkinerek toparlanmaya çalıştı. Belli ki bu konuda Naz, pek de haklı gibi görünmüyordu. Yapacak bir tek şey kalıyordu. Bu da adamın laflarından gelecek sinir harbini en aza indirmekti. Bunun için de inkâr etmek gerekiyordu.

 “Ne yaptığının farkında mısın?” derken Naz hâlâ adamın kollarının arasındaydı. “Ne mi yapıyorum? Tabii ki sen düşmek üzereyken seni kurtarıyorum. Yine. Tam anlamıyla bir süper kahraman oldum artık. Hem bak, bu kez kostümüm de üzerimde.”

 “Evet, kendine yakışanı nihayet buldun. Temel Reis, Batman gibi kahramanlar bir Yüzbaşıyla yarışamazlardı,”diyerek yarım bir gülümsemeyle gülmüştü kadın. “Ama sen tutmadan önce de dengemi sağlamak üzereydim. Şunu kabul edelim ki her fırsatta kahramanlık yapmak için atılan sensin, yoksa ben kurtarılmaya muhtaç bir kadın değilim.”

 Yağız, düşmeyeceğinden emin olduktan sonra kadını bıraktığında bir şeyler söylemek üzereyken kadının yüz ifadesinde bir değişiklik olmuştu. Sanki bir şeyi unutmuş da birden hatırlamış gibi… Mavi bakışları bunun ardından ne çıkacağını anlamaya çalışırcasına kısılırken kadın “Aaa!” diyerek eldivenli elleriyle dudaklarını kapatmıştı.  “Okula götürmem gereken birkaç belge vardı,” derken kadının biçimli kaşları çatılmıştı. “Sen, git beni bekleme.”

 Naz, adamın bir şey söylemesine fırsat vermeden apartmana girmişken Yağız sadece arkasından baktı. Bu kadın, kendisinin zekâ seviyesi hakkında ne düşünüyordu acaba? Bir oyuna ikinci defa kanacağını mı? Ufak bir kahkaha attı. Bu kez olmazdı. Buna inanmayacaktı. Bir tongaya iki kez düşecek bir adam değildi.

 ***

 Okuldan çıktığında son iki haftadır hissettiği tedirginliği tekrar yaşadı. Tüyleri diken diken olmuş ve kendini oldukça garip hissediyordu. Havanın soğuğundan olduğunu düşünerek evine doğru ilerlemeye başladı. İzleniyor olduğu hissini bir türlü üzerinden atamıyordu ve bu son iki haftadır böyleydi. Sanki birilerinin gözü onun üzerindeydi. Çantasına ve montuna iyice sarınarak ilerlemeye devam etti. Sokakta ondan başka kimse yoktu. Tedirgin adımlarını hızlandırarak bir süre yürüdükten sonra arkasındaki, hafif kulağına gelen ayak sesleriyle aniden durdu. Adım sesleri de durmuştu. Başını çevirmeye o an oldukça korktu. Ne yapacağını bilemeden karşındaki dükkânın camına baktığında kendisine bakmakta olan yüzünü seçemediği bir adamla karşılaştı. Hemen bakışlarını camdan ayırarak tekrar yürüme başladı. İç sesi çığlık atarken, olası bir durumda dış sesinin sus pus olacağına emindi. Belki de kendi hüsnükuruntusuydu; ama neden o adam kendisini pür dikkat izliyor gibi görünmüştü yansımada? Adımları yavaş tempoda koşarcasına bir hâl aldığında, kulağına dolan bir başka ayak sesine kulak tıkayarak daha da hızlandı ve sanki sesin sahibi giderek kendisine yaklaşıyordu.

 ‘Bir şey olursa bas çığlığı Naz! Çekinme!’ diyen iç sesine rağmen, dış sesi çıtını çıkarmamakta kararlıydı. Neden yanında biber gazı gibi şeyler taşımazdı ki?! Sonuçta artık yalnız bir kadındı ve başının çaresine bakmalıydı. Adımların sahibini tam arkasında hissettiğinde içinden bildiği tüm duaları sıralamaya başlamıştı bile. Şu sokakta bir şey olsa birileri evinden çıkıp yardıma koşar mıydı acaba, yoksa insanlık gerçekten de ölmüş müydü?! Bunun cevabını da nasılsa birazdan öğrenecekti.

 Kolunu kavrayan kolla aniden sıçradı ve sımsıkı sarılmış çantasını kolunu kavrayan münasebetsizin kafasında paralamak için döndüğünde, hayatında hiçbir zaman bu kadar büyük bir rahatlama yaşamadığını fark etti. Uzun süredir tuttuğu nefesini verirken, bir an için rahatlıkla gözlerini kapattı. O kadar rahatlamıştı ki sanki bir anda eli ayağı iradesini yitirmişti.

 “Naz! İyi misin?”

 Naz’ı hemen belinden kavrayan Yağız, düşmemesi için onu kendi bedenine yasladı. Kadının yanakları soğuktan kızarmış ve biraz önce korkuyla kendisine bakan gözleri şimdi göz kapakları ardına gizlenmişti. Birkaç dakika kızın rahatlamasına izin verdi. Kadın gözlerini açmamışken ona fark ettirmeden etrafı araştıran gözlerle taradı.  Naz önünde yürürken, Naz’ın biraz arkasında dikkatle Naz’ı inceleyen bir adamın olduğunu fark etmişti. Ama şimdi adam ortadan kaybolmuştu. Adam o kadar dikkatle inceliyordu ki kadını, Yağız’ın içini büyük bir sıkıntı kaplamıştı.

 O adam kimdi de Naz’ı takip ediyordu? Naz’ın korku dolu hâlinden adamın daha önce ona bir fenalık yapıp yapmadığını düşünmeye başladı. Acaba rahatsız etmiş miydi?! Ne zamandır takip ediyordu?! Amacı neydi?! Cevaplandıramadığı sorular aklında dönerken, sinirlerinin ayaklandığını hissetti. Bu kadını kesinlikle yalnız bırakmaya gelmiyordu! Zaten onu düşünmekten rahat rahat kendini yaptığı hiçbir şeye odaklayamazken, bu durumu görmesiyle biraz olsun onu kendinde tutan aklı da uçup gidecekti.

 Kadın gözlerini açtığında, aklındaki soruların bir kısmı sonra düşünülmek üzere uçup gitmişti. Ne yapıyordu bu kadın buna böyle?! Mavi gözleri, onun yüzünden her yeri yeşil görür olmuştu. Odasının orman manzarasına bile sırf yeşil olduğu için dalıp gittiğinin kendisi bile farkında değildi. Kadının biraz önceki korkusunun yerini alan rahatlıkla, genç adam da rahatlamadan edemedi. Onun kendisine iyice sokulduğunu fark edince, sıkıntılı ruh hâli kısmen de olsa yatışmıştı.

 “Seni gördüğüme hiç bu kadar sevineceğimi tahmin etmezdim.”

 Naz’ın bu sözleri, başka zaman olsa aralarında, Yağız’ın haz aldığı o hararetli taarruzlardan birini başlatabilirdi; ama kadının yüzündeki tatlı gülümseme ve gözlerindeki minnettarlık bunu tamamen engelliyordu. “Buna sevindim,” derken kadının tebessümüne karşılık vermeye çalıştı.

 “Ama beni çok korkuttun Yağız. İnsan seslenir, değil mi? Usul usul neden yaklaşıyorsun ki?”

 Kadının hafif sitemle sorduğu sorularla, bir önceki düşünceleri aklına üşüşmekte gecikmedi. “Hiç de sessiz yaklaştığımı düşünmüyorum. Bence benim postal sesimi sokağın başından duyabilirsin.”

 “Anlaşılan fazla dalmışım. Birkaç haftadır sürekli izlenildiğim hissine kapılıyorum. Sanırım benim hüsnükuruntum bu. Galiba… Çevreye alışmakta zorluk çekiyorum.”

 Birkaç hafta, düşüncesiyle Yağız’ın kaşları çatıldı. Yani bu durum birkaç haftadır var mıydı?!  Kadının belindeki ellerini yumruk olmuştu. Çok çabuk sinirlenmezdi; ama şimdi gerçekten sinirleniyordu. Kadını korkutmamak için bu durumla ilgili konuşmamaya karar verdi.

 “Alışırsın merak etme. Bir ay alışmak için oldukça kısa bir zaman. Daha iyi misin?”

 “Sanırım haklısın. İyiyim. Teşekkürler,” diyen kadın kollarının arasından çıkmıştı.

 Adamın soğuğa dayanıklı bedeni, kadının kendisinden uzaklaşmasıyla titredi. Ama bilmiyordu ki Naz da bir o kadar isteksizdi o kollardan ayrılmak için. Beraber apartmanın önüne geldiklerinde, Naz apartmandan içeri girer girmez Yağız gözleriyle çevreyi taradı. Bu kez görünürde hiç kimse yoktu. İçeri girerek apartmanın kapısını kapattığında posta kutusu önünde faturaları inceleyen Naz’a baktı. Şimdi onun nasıl hissettiğini anlamaya çalışıyordu. Kadın, faturalar arasında geçiş yaparken yüzünü buruşturmuştu ta ki elindeki en son kâğıt parçasını inceleyene kadar. Bakışları kocaman olurken kadının elindeki şaşkınlığa sebebiyet veren kâğıt yere düşmüştü.

 Merakla “Ne oldu?” diye sordu Yağız. Küçük bir kâğıt parçasında kadını şaşırtan ne yazıyor olabilirdi ki? “Elim yandı!” diyen Naz, şaşkınlığını atlatamamış bir yandan da dişlerini sıkıyordu.

 Adam kâğıdı yerden almak için eğildiğinde önce sabahki yüksek topuklu çizmelerin yerine kadının düztaban bir çizme giydiğini fark etti ve kadının ayaklarının dibindeki kâğıdı alarak incelediğinde doğal gaz faturası olduğunu gördü. Tutar da oldukça yüklüydü. Kadının biraz önceki olaydan sonra tam olarak ne hissettiğini anlayamayarak onun kafasını dağıtmaya karar verdi. Ona biraz olsun takılmak ikisine de iyi gelebilirdi. Hem elinde oldukça bol malzemesi de vardı.

 “Fondötenine ve o yanında gelen küçük tüpe o kadar para vermemiş olsaydın şu an bu faturanın yarısından fazlası ödenmiş olurdu. Umarım fondöteninin ısıtma özelliği vardır. Ayrıca… Bu çizmeler sabahkilerden daha güzel durmuş.”

 Adamın dediklerini idrak edemedi. İnanılır gibi değildi?! Geçen gün ektresine baktığında diğer faturalarını görmüş, yaptığı alışverişlerle birlikte yüklü bir miktarda borcun altında ezileceğini anlamıştı. Ama doğal gaz faturasının bu kadar cebini yakacağını hatta küle çevirip külleri de KarGaz’a savuracağını tahmin etmemişti. Bir de yeni aldığı bulaşık makinesinin taksitleri vardı! Bunların altından tek başına nasıl gelecekti? Bir anda her şeyi unutmuştu. Birkaç dakika önce yaşadığı korkuyu bile… Şu anki korkusu cebini sarmıştı çünkü. Bunun için bir şeyler düşünmeliydi acilen. O bunları düşünürken giriş kattaki dairenin kapısı aniden açıldı. Naz düşüncelerinden sıyrılırken aniden sıçradı.

 “Hocam kusura bakma. Ben… Korkutmak istemedim. Seslerinizi duyunca… Sizinle konuşmam lazım da.”

  “Önemli değil Aliciğim. Bugün yorucu bir gün geçirdim. Sen ne hakkında konuşmak istemiştin?”

 Ali bir Yağız’a bir Naz’a bakarken kıvranıyordu sanki.  “Yarın Öyküm gelecekmiş hocam. Tabii bizimki de kıvranmaya başladı,” diye kapıda belirdi Sarp. Bir yandan da Ali’nin bakışlarına sözleriyle karşılık veriyordu. “Oğlum senin söyleyeceğin yok, ben ne yapayım?”

 Naz ellini açık saçları arasından geçirdi. Bir de bu vardı, değil mi? Anlaşılan evcilik oyununun zamanı gelmişti. Yağız’a baktığında, yüzündeki çapkın gülümsemesiyle kendisini izlediğini fark etti. Düştükleri duruma gülmeden edemedi. Anlaşılan sinirleri fazla oynamıştı. “Anlaşılan evcilik oyununun zamanı geldi. İnşallah mumumuz yatsıya kadar yanmaz,” derken gülerek Ali’ye göz kırptı. Ali mahcup bir ifadeyle kendisine bakınca dayanamadı. “Hadi ama sıkma canını. Ablan ve enişten olarak elimizden geleni yapacağız.”

 “Ee o zaman Ali’nin eşyalarını size ya da Yağız abinin evine çıkarmamız lazım,” dedi Sarp. Anlaşılan Ali mahcup olmuşluktan konuşamıyordu. “Benim için uygun. Benim evime çıkartabilirsiniz,” dedi Naz.

 “Size ne kadar teşekkür etsem az hocam. Tabii Yağız abiye de ayrı bir teşekkür etmem lazım.”

 “Teşekkürleri sonra edersin Aliciğim. Hem abla demeye alıştır kendini artık. Kıza pot kırmayalım. Yarın yemeğe gelirsiniz artık,” diyen Naz, Ali’yi sakinleştirmek için gülümsedi. Hâlbuki içinden ağlamak geliyordu. “Teşekkür etmene gerek yok Ali. Sevenlerin hâlinden anlarız,” diyerek Yağız da Naz’ı desteklemişti.

 Gençlere iyi akşamlar dileyerek yukarıya çıktılar. Naz kendi kapısına bakarak derin bir of çekerken çantasından anahtarını çıkardı; ama kapıya yönelmeden Yağız elinden anahtarları alarak Naz’ın kapısına yöneldi ve kapıyı açtı. “Teşekkür ederim,” derken Yağız’ın hareketine hiç de şaşırmış gibi değildi.

 “Yemek konusunda gerçekten ciddi miydin?”  Adamın dudaklarına yapışmış eğri gülümsemesine bakarken kaşları çatılmıştı. “Evet. Oldukça ciddiydim.”

 “Yani gerçekten yemek yapacaksın?”

 “Neden, yapamaz mıyım yoksa senin menemeninin lezzetini geçer diye mi korkuyorsun?”

 Kadının yeşil bakışları kısılmış ve ellerini beline atmış gülümserken aynı zamanda meydan okurcasına adama bakıyordu. Yağız amacına ulaşmış biraz da olsa kadının gergin ruh hâlinden uzaklaştırmıştı. Aynı zamanda… Bu gülümseyişi özlemişti!

 “Demek menemenimi beğenmiştin?”

 “Evet, oldukça aç bir zamanıma da denk gelince daha bir lezzetli oldu. İnkâr etmiyorum. Ama sana yedireceğim yemekler de başını döndürecek,” derken aslında kadın kendi söylediklerine inanmakta zorluk çekiyordu.

 “Zehirleyerek başımı döndürmekse niyetin, bana acımıyorsan çocuklara acı.”

 “Merak etme. Lezzetinden başın dönecek,”diyerek evine girdiğinde ufak bir kahkaha atarak Yağız’ın yüzüne kapıyı kapattı. İşte Naz da bu adamın yüzüne kapıyı kapatmayı özlemişti!

 Yağız gülerek başını iki yana salladı. Başının döneceğine emindi. Ama o an yemeklerinin değil, kadının gülümseyen dolgun dudaklarının lezzetini düşünüyordu.

 

Fotoğraf: @evetherneyse

Aşkın Nazlı Hali - Bölüm 18

Fotoğraf @nilmelteem Bölüm 18    Okundukça birbirine karışan kelime ve harfler… Tekrar tekrar okunan kaçıncı satırdı bu?! Kaçıncı girişimdi ...