Bölüm
8
Tam takır
kuru bakır olan bir ev için ne gerekli olabilirdi? Tabii ki her şey! Ama o
gerekli olan her şeyi önündeki kâğıda sığdırabilmesi mümkün müydü, bu konuda
endişeleri vardı Naz’ın. Temizlik malzemeleri derdi vardı. Çamaşırından
bulaşığına, zemininden camına kadar ayrı ayrı hem de… Elindeki kalemi gergince
sallayarak hafifçe çenesine vurdu. On dakikadan fazladır mutfağın masasının
başında, önünde bir kâğıt parçasıyla beraber oturuyordu ve bu kâğıda yazacağı
her şey onu sıfırı tüketmek durumuna daha çok yaklaştıracağından, bir türlü
ihtiyaçlarını en aza indirgeyemiyordu. Uzun süredir ahenkli bir ritim tutturmuş
olan midesinden gelen sesler ürkütücü bir hâl almaya başlamışken yiyeceklerden
başlamaya karar verdi. Dünden beri kraker dışında boğazından hiçbir şey
geçmemişti. Şimdi de saat öğlen olmuştu neredeyse ve kraker stokunu tüketmişti.
Üstüne üstlük içinde bulunduğu açlık, büyük bir alışverişe müsamaha gösterecek
dereceyi çoktan geçmişti. O yüzden şimdilik midesine göre tek öğünlük bir
alışverişle yetinebilirdi.
Sağlam bir
kahvaltının adımları olarak kahvaltılıkları aklından geçirdi. Gerçi bulunduğu
saat, kahvaltı yapılacak saatten çok, brunch saatiydi. Brunch düşüncesi bile
midesine sert krampların girmesine neden oluyordu. Türlü türlü peynir, zeytin
çeşitleri, farklı türde onlarca meze, börek, çörek…
Tamam!
Şimdi sakin olmalıydı.
Son İtalya
ziyaretinde tattığı o güzel parmesan peyniri, pizzalar, her fırsatta Fransa’ya
yaptığı ziyaretlerinde tattığı şaraplara eşlik eden sayısız peynir çeşidi…
Fransa demişken kahveyle hoş bir birliktelik içerisinde olan kruvasanı unutmamak
gerekiyordu. Gerçi unutmak istese de kalçaları unutturmazdı. Çünkü bir deyime
göre; kruvasan ağzınızda otuz saniye, midenizde
otuz dakika, kalçalarınızda ise otuz sene kalıyordu. Kruvasanın yanına
yakışan kahvenin de Brezilya’dan olmasını tercih ederdi. Karnaval zamanı
gittiğinde bundan emin olmuştu. Ya o kahvenin yanına yakışacak olan diğer
tatlardan, Kanada’da yediği akçaağaç şuruplu, tereyağlı turtalarla,
Kanada’nın medarı iftiharı, her aklına gelişinde ağzının suyunu akıtan poutine
efsanesine ve Avustralya’da yediği çöreklere ne demeliydi? Gerçi Avustralya’dan
aklında kalan çöreklerden çok, gelişmiş hayvancılıktan ortaya çıkan, barbeküden
sofralara ulaşan bin bir çeşit pişirme şekliyle etleriydi. Yemeğin ağırlığından
kurtulduktan sonra İngiltere’nin beş çayının tadına varmak da enfes olurdu. Bir
kısım ziyaretlerinden arta kalan o efsane lezzetlerin etkisi, beyninin en ücra
köşelerinden açlıktan kendi kendini sindirmek üzere olan midesini uyarınca
derin bir nefes alarak hatıralarını görmezden geldi.
Sakin hâli
bu olamazdı!
Bu kadar
abartmaya gerek yoktu. Kendi yurdunda da gayet tabii onlarla yarışacak
lezzetler vardı ve burada bulabildiği ölçüde bu lezzetlerden faydalanarak
mütevazı bir kahvaltıyla da idare edebilirdi. Şu an kahvaltı hazırlamak yerine,
bulduğu en küçük şeyle bile yetinebilirdi aslında. Kâğıdı bir kenara bırakarak
hızla odasına gitti ve eşofmanlarını giyerek dış kapıya ulaştı. Ayakkabılarını
giymek için dış kapıyı ani bir hareketle açtığında kapıyı vurmak üzere olan bir
elle burun buruna geldi. İrkilerek hafifçe geriye gittiğinde Gülbahar teyzeyle
karşılaştı. Yaşlı kadın, ışıl ışıl kahve gözleriyle kendisine bakıyordu.
Gülbahar teyzenin arkasındaki hareketliliğe gözü takıldığında Yağız’ın da kendi
kapısının önünde olduğunu fark etti.
“Günaydın
Nazlı kızım. Bir yere mi gidiyordun sen?”
Naz,
önündeki yaşlı kadının sesiyle dikkatini ona çevirdi. “Günaydın,” derken aynı
şekilde gülümsedi. “Yemeklik bir şeyler almak için dışarıya çıkacaktım. Bu
arada… Adım Nazlı değil, Naz…” deyip de adını düzeltmekten alıkoyamadı
kendisini.
“Ben de
öyle dedim ya güzel kızım. Seni de iyi yakaladım. Kahvaltı için geç olsa da
Yiğit oğlumla Nazlı kızıma kahvaltı hazırlayayım, dedim. Sizin
şimdi ağzınıza götürecek bir lokma yemeğiniz yoktur evde. Sıcak bir aş girsin
kursağınıza gelin de olur mu Nazlı kızım?”
Dışarıdan
gülümsemesi daha da genişlese de içinden çığlık atmak geliyordu. Bu kadın ne
mübarek kadındı böyle!
“Gelirim
tabii Gülbahar teyzeciğim,” dedi büyük bir minnetle. İkazına rağmen yanlış
söylenen ismini dahi umursamamıştı.
“İyi hadi.
Hasan amcanız da bekliyor yukarda. Çaylar soğumasın,” diyerek yukarı çıktı
yaşlı kadın.
Naz ve
Yağız karşı karşıya kalmışlardı. Naz adamı şöyle bir süzdü. Düne rağmen pek de
yorgun görünmüyordu. Hâlbuki kendisi kayda değer bir iş yapmamasına rağmen
sızlayan kemiklerle ve üşümekten birbirine vuran dişleriyle uyanmıştı. Naz
amacına ulaşamamış olmanın verdiği sıkıntıyla yerinde kıpırdandı. “Günaydın,” dedi
adama doğru.
Yağız,
kollarını göğsünde birleştirerek kapı pervazına yaslandı. “Tünaydın. Ama belli
ki senin dairende gün anca aymış.”
Genç
kadın, elinde kalan ayakkabılarını dış kapının önüne bırakarak adam gibi kapı
pervazına yaslandı. “Senin dairende de anlaşılan haddinden önce gün aymış.
Hayret,” derken dudak büzdü. Çünkü planlarına göre böyle olmamalıydı.
Kadının
büzülmüş dudaklarından dikkatini ayırarak şöyle bir süzdü genç adam. Üzerinde,
oldukça kaliteli olduğu belli olan ve bedenine oldukça yakışmış, gri bir
eşofman takımı vardı. Saçları dün olduğu gibi tepesinde alelade bir topuzla
toplanmış olsa da üzerinde bu kadar uğraşılsa bu derece güzel olamaz, diye
geçirdi adam içinden. Bakışları kadının yüzünü bulduğunda yüzündeki makyajsız
saflıkla oldukça etkileyici olduğuna karar verdi. Bakışları dudaklarında durdu
ve kadının hoşnutsuz dudaklarının gülümsemesini istedi nedenini bilmeden.
“Merak
etme, o kadar da erken günüm aydınlanmadı. Sayende dün günlük idmanımı yapmış
olsam da diğer günlerime göre iki saat daha fazla uyudum ve ağrılı uyandım.”
İşte
olmuştu. Kadının dolgun dudakları istediğini almış olmanın zevkiyle kıvrılırken
aslında kazanmasına adamın izin verdiğinden bir haberdi.
“Güzel bir
öğretmenle idman yapma fırsatım olmamıştı Nazlı Öğretmenim. Ne kadar ağrım
olursa olsun, iyi geldi,” Adam kendine hâkim olamamıştı. Hafifçe tek kaşı
kalkarak yüzünde eğik bir gülümseme belirmiş ve devam etmişti. “Bu arada… Bana
kalırsa o merdivene yanında seni yakalayabilecek biri olmadan çıkma. Düşeceğin
yer, her zaman hazır ve yumuşak olmayabilir.”
Adamın yüzündeki o çekici gülümsemeye sahip dudaklardan çıkan her
bir sözün kendisini kışkırtmak için olduğu belliydi ve bunları bilerek adamın
tüm söylediklerini es geçebilirdi. Fakat adamın Nazlı deyişinde başından aşağı
kaynar sular döken bir tını vardı.
“Hadi Gülbahar teyze yaşlılık yüzünden ismimi karıştırıyor. Senin
sebebin ne?!” derken farkında olmadan kaşları çatılmıştı kadının. Adam cevap
vermeyince ellerini beline atarak bilmiş bir tavırla devam etti. “Ne o, yoksa
bir sebep bulamadın mı?”
Yağız’sa kadının yaptığı gibi ellerini beline koymuş ve kaslarını
hafifçe esnetmişti. “Hayır, aslına bakarsan o kadar çok var ki hangisini
söylesem karar veremiyorum.”
Aldığı cevap karşısında derin bir nefes alarak nefsi müdafaaya
hazırlanan Naz’ın girişimi, üst kattan yankılanarak gelen Gülbahar teyzenin
sesi tarafından bölündü. “Hadi çocuklar.
Çaylar buz oldu buz!”
Adama sadece keskin bir bakış atmakla yetinen Naz, hırsla
ayakkabılarını giydi ve kendisi önde merdivenlerden çıkarken Yağız da
arkasından geliyordu. Evden içeri ilk adımını attığında midesini yakıp kavuran
mis gibi kokular doldu burnuna. Gülbahar teyzenin sesinin geldiği yöne doğru
ilerlediklerinde büyük salona ulaştılar. Bu daire, apartmandaki diğer dairelere
göre daha büyüktü ve içinde bulundukları salon ağır, eski ama klasik
mobilyalarla döşenmişti. Naz’ın bakışları salonun diğer ucundaki yemek masasına
ulaştığında şaşkınlıktan açılan gözlerine inat dudakları memnuniyetle
kıvrılmıştı. “Hadi çocuklar, buyurun oturun sofraya,” diyen Gülbahar teyzenin
eşi Hasan amcaya baktı Naz. Başını sallamakla yetinirken masaya yaklaştığında
masada başka bir şey koymak için hiç yer kalmadığını gördü. Bakışları her bir
tabak üzerinde şaşkınca dolaşırken gözleri açlığını doyurmaya başlamıştı bile.
Evet, bekliyordu; ama bu kadarını değil. Brunch mı istemişti birkaç dakika evvel?
Kesinlikle istediğini almıştı. Başka
bir şey isteseydi belli ki şu an o da olurdu!
Masada
birden fazla peynir, zeytin çeşidinin yanında bir o kadar reçel kâsesi vardı.
Birkaç farklı tabakta börek, katmer ve pişi olduğunu tahmin ettiği bir yiyecek
bulunuyordu. Dadısı da evde yapardı. Diğer tabaklara da şöyle bir baktı.
Kaymak, bal, sucuklu yumurta, tereyağı, görünüşünden tanıyamadığı çeşit çeşit
şey… Dudağına hafifçe dişlerini geçirdi. Resmen dizlerinin bağı çözülmüştü.
Allah kimseyi açlıkla sınamamalıydı!
Hasan amca
başköşeye oturduğunda Gülbahar teyze de elinde çay tepsisiyle salona girmişti.
Naz, yaşlı kadının elindeki tepsiyi almak için hamle yaparak tepsiyi aldı.
Gülbahar teyze, Yağız’ı Hasan amcanın yanına oturtunca Naz da çay servisine
başladı. Önce Hasan amcaya tepsiyi götürdü, ardından da Hasan amcanın tam
karşısındaki diğer başköşede oturan Gülbahar teyzeye. Yağız’a da çayını
verirken en son kendisi çayını aldı. Ev işleriyle, özellikle de mutfakla ilgili
anlatılan pek çok şeye kulak tıkamış ya da bu konular hakkında beceriksiz
olabilirdi ki kendisi pratik eksiği olduğunu düşünmeyi tercih ediyordu; ama
asla görgü kuralları hakkında anlatılanları kaçırmazdı. Yerine oturmak üzereyken Gülbahar
teyze onu durdurdu.
“Sen benim yanıma otur güzel kızım da ben sana yemek yedireyim. Bir
deri bir kemik kalmışsın. Perhiz senin neyine? Bırak perhizi Hasan amcan
yapsın.”
Naz, hiçbir şey demeden başköşedeki yaşlı kadının yanına oturdu.
Yağız da diğer yanındaydı. Yağız’ın hafif öksürüşünü duyunca istemsizce başını
ona çevirdiğinde gülüşünü gizlemeye çalıştığını fark etti. Adamın neye
güldüğüne anlamak için başını kaldırdığında elindeki ekmeğe tereyağı sürerken
eli havada kalan Hasan amcayla karşılaştı.
“O kadar sofra kurmuşsun da bu sofradan sonra perhiz mi olur hanım?”
diyerek isyan etti Hasan amca.
Hasan amca haklıydı. Böyle bir sofraya dayanmak sabır isterdi.
“Bizim hatırımız için, bir defalık affedemez misin Gülbahar teyze?” dedi tatlı
bir ses tonuyla. Hasan amca da Naz’la iş birliği yaparak yaşlı kadına tatlı
tatlı gülümsemişti. “İyi hadi, bir seferlik olsun; ama bak Hasan Bey, Nazlı
kızım ve Yiğit oğlumun hatırı için,” diyerek Naz ve Yağız’a döndü. “Siz
buraların yabancısısınız. Öyle büyük şehirlerde bu kadar çok, taze lezzeti
bulamazsınız. Sen zaten çok zayıfsın Nazlı kızım, senin de çok enerjiye
ihtiyacın var Yiğit oğlum, yakıyorsundur nasıl olsa.”
Naz, Gülbahar teyzenin laflarına inanamayarak kimseye fark
ettirmeden bedenine baktı. Beli aşırı ince olmasa da o bölgede fazlalılığı
yoktu; fakat hatları gayet dolgundu. Şimdi bunların hiçbiri umurunda değildi.
Düz karnını şişirmek için oldukça istekliydi. Gülbahar teyze de yemeğe
başlayınca çatalını eline aldı. Servis tabağı olmadığına göre üstünden
yiyeceklerdi. Sucuklu yumurtanın bulunduğu bakır tavaya çatalını götürdüğünde
Gülbahar teyzenin uyaran sesini duydu.
“Güzel kızım, bunu çatalla yersen tadını alamazsın. Bandır ekmeğini
tavanın içine de öyle ye. Öyle tadı çıkar bunun. Ondan tavayla koydum.”
İşte bu olmamıştı. Söyleneni yaparak çatalını bıraksa da eliyle
yemek konusunda pek istekli değildi. “Gülbahar teyze tam olarak bunu kast
ediyor,” diyen Yağız’a döndüğünde adamın elindeki bir parça ekmeği bakır tavaya
daldırarak bir parça yumurta ve sucuk alarak ağzına atışını izledi. Naz,
karşılaştığı manzara karşısında gözlerini birkaç kez kırpıştırdı. Bu
yabancılamak değildi kesinlikle. Bu… Adamın yiyişinde öyle bir hava vardı ki
insanın iştahını açıyordu. “Böyle yapacaksın,” demişti adam bu kez. Genç kadın
nasıl yendiğini biliyordu! Kendisi de gayet tabii eliyle yiyebilirdi, sadece
alışkın değildi.
Önündeki bir parça ekmekten kopartarak Yağız’ın yaptığı gibi tavaya
daldırdı ve aldığı parçayı ağzına götürdü. Adama döndüğünde açlığını bastıran
ilk lokmanın lezzetinden ne diyeceğini unuttu ve sonrasında da umursamadı. Şu
an bu adam keyfini bozamazdı! Karnına bayram ziyafeti çektirmek gibi hayati bir
işle meşguldü.
Gülbahar teyzenin masanın üzerinde işaret ettiği yerlere baktı
kadın. “Bunlar Kars’a özel peynirler. Bu eski kaşar, çeçil ve gravyer peynir…”
derken farklı farklı tabakları gösteriyordu. “Belki tadını beğenmezsiniz diye
normal taze kaşarla, beyaz peynir de koydum. Tereyağı, sarıyağ, kaymak falan
hepsi burada yapıldı. Yiğit oğlum, bak bakalım kaymağın tadına. Beğenecek
misin?”
Yağız, söyleneni ikiletmeden ekmeğinin üzerine kaymak, biraz da bal
sürdü ve bir lokma aldı. Çıkardığı sesten ve başını sallayışından beğendiği
belli oluyordu. “Gerçekten de çok güzel. Bu kadar güzelini hiç yememiştim,” demiş
ve yemeğe devam etmişti Bir yandan da Gülbahar teyzeyi dinliyordu.
“Yapanı görsen o da çok güzeldir Yiğit oğlum. Yan tarafta benim
ahretliğim var, Hatice. Onun kızı Şakire yapar kaymağımızı. Bir görsen kaymak
gibi de kızdır maşallah…” Naz, yaşlı kadının laflarının altında yatan imayı
anlar anlamaz dudaklarının ucuna gelen kahkahayı bastırmak zorunda kaldı. Hasan
amca, Gülbahar teyzenin laflarını bölmeseydi gerçekten de gülmek üzereydi.
“Hanım, kızın adı Şakire değil, Nazire.”
Gülbahar teyzenin kaşları çatıldı. “Ee o zaman benim neden Şakire
diye aklıma geliyor, kaç yıllık ahretliğimin kızı?” derken kızın adının Şakire
olduğundan çok emin gibiydi. “Kızın babasının adı Şakir, hanım,” diye
yanıtlamıştı Hasan amca.
“Hiç olur mu öyle şey? Kızının adını niye babasının adından
belleyeyim Allah Allah,” demiş ve devam etmişti. “Şakire, tahsil görüyor şimdi.
Annesi de sütçü, mahallenin en güzel sütü onlardadır. Şakire de tahsilli sütçü
olacakmış...”
Sütçülüğün tahsilinin olduğunu da ilk kez duyuyordu Naz. Muhakkak
yine başka bir şeyle karıştırıyordu yaşlı kadın. Ne olursa olsun, şu an çok
eğleniyordu. Çünkü Gülbahar teyze, Yağız’la uğraşıyordu ve adam dinlemek
dışında hiçbir şey yapamıyordu.
“Sütçü değil hanım, kız süt ürünleri mi gıda mühendisliği mi ne
okuyormuş,” diye karısının lafını bölmüştü Hasan amca. Ama Gülbahar teyzenin
cevabı gecikmemişti. “Ee Hatice, sütçü olacak dedi. Kızının ne olduğunu
bilmiyor mu kadın?” demiş ve Yağız’a dönmüştü tekrar. “Ya işte tahsili bitince
de hayırlı bir kısmeti çıkarsa evlendireceğiz güzel Şakire’mizi.”
Naz dayanamayarak elindeki ekmeğe kaymak ve bal sürerek bir ısırık
aldı. Taze kaymağın bin bir çiçeğin özüyle harmanlanan balla mükemmel uyumu
yakalamış lezzeti dilinden midesine doğru kayarken gerçekten de adamın dediği
gibi bu kadar güzelini yemediğini düşündü Naz.
“Gerçekten de çok güzel Gülbahar teyze. Belli ki yapan tüm
güzelliğini katmış içine. Ellerine sağlık,” derken yan gözle Yağız’a baktı.
“Bakarsın hayırlı kısmeti de yakınındadır. Böyle lezzetli ellere sahip bir kız,
bir de güzel, hiç kaçar mı? Ne de olsa erkeğin kalbine giden yol midesinden
geçermiş.”
Yanında oturan adamın tek kaşı hafifçe havaya kalkmıştı ve hafifçe
Gülbahar teyzeye gülümsemişti. “Hakkında hayırlısı olsun,” diyerek konuşmayı
uzatmamıştı ve yemeğine geri dönmüşken Gülbahar teyzenin sözleriyle adamın
çatalı havada kalmıştı. Yüzündeki eğri gülümsemeyle Naz’a dönmüşken şaşırma
sırası Naz’daydı.
“Nazlı kızım, kaymaktan baldan bol bol ye. Hakiki Kars balıdır. Onu
da bizim Hayri getirmiş sağ olsun. Arıcılık yapıyor o da…” diyen Gülbahar
teyzenin lafını yine Hasan amca böldü. “Hanım, Hayri değil çocuğun adı
Hayrettin. Yine karıştırıyorsun yaşlılıktan.”
Gülbahar teyzenin gülümseyen bakışları kararırken Hasan amcaya
dönmüştü. “Kaç yıllık Emine görümcemin oğlu Hayri ne zaman Hayrettin oldu, be
adam? Görümcemin adı da Hayriye de oğluna ondan mı Hayri dedim şimdi?” Hasan
amca da geri kalmamıştı. “Hayret, ablamın adını doğru hatırladın.”
“Bunak mıyım ben Hasan Bey?! Hem… Emine görümcemin adını kimse
unutturamaz bana,” demiş ve tekrar yüzüne gülümseme takınarak Naz’a dönmüştü.
Naz, yaşanan bu manzara karşısında şaşkınca bakakalmıştı. Yağız’ın
da ondan geri kalır yanı yoktu. Aslında ikisi de yüzlerindeki gülümsemeyi bir
şekilde gizlemenin yolunu bulmuştu. Ama işin ilginç yanı ortamda gerginlik
yoktu. Gülbahar teyze ne kadar inkâr ederse etsin herkesin adını yanlış
söylüyordu; ama Hasan amca da onu iğneler gibi değil takılır gibi cevap
veriyordu. Çok tatlı görünüyorlardı. Naz’ın şaşırdığı bir diğer nokta yaşlı
kadın, ahretliğiyle görümcesinin adını doğru söylemişti. Ya görümcesi vakti
zamanında çok çektirmişti ya da hafızası bu duruma gelmeden önce bu ismi çok
sağlam aklına kazımıştı.
“…Hayri oğlum arıcılıkla uğraşıyor; ama çok beceriklidir. Bir de
kartolla uğraşıyorlar...”
“Kartol… Nedir?” dedi tereddütle Naz. Aslında bu konuşmanın gidişatı
pek hoşuna gitmemişti. Bir yerden kesmesi gerekiyordu yoksa yanındaki adam,
ciddi anlamda kahkaha atacaktı.
“Tabii sen bilmezsin kartolu. Patates Nazlı kızım. Hayriler tezgâh
açarlar pazarda; yarın Hasan amcanızın da işi var. Yiğit oğlum senin işin yoksa
Nazlı kızım da uygunsa, Hasan amcanın emektarla bizi yarın pazara götürürsün,
olur mu? Hem sizin de aş pişirecek bir şeyiniz yoktur evinizde. Size de bir
şeyler alırız.”
“Tabii götürürüm teyzeciğim. Hem Hayri’yi de görürüz, kartollarımızı
da oradan alırız,” demişti adam.
Yaşlı kadındaki bakışlarını aniden Yağız’a çeviren Naz, kısılmış
bakışlarla baktı bir süre. Bu süre içerisinde, bakışlar öldürseydi ifadesi
kadının gözlerinin içindeki anlamdı ve konuşmanın pazara gitmekten tekrar
Hayri’ye dönmesiyle Gülbahar teyzeye de fırsat doğmuştu.
“Tabii görürüz. Çok becerikli çocuktur Hayri. Şimdi de peynir işine
gireceklermiş. Maşallah kazancı pek iyi. Manken gibi de delikanlı. Hayırlı
kısmetini bulunca da mürüvvetini göreceğiz inşallah. Aa bak güzel kızım bu
patates hakiki Kars patatesi. Hayri oğlum getirdi.”
Naz, kendileri için o kadar zahmete giren kadını kırmak istemese de
Hayri görünümlü Hayrettin’in patatesini de yemek istemiyordu. Kırmamaya
çalışarak “Ekmeğim bitsin de ondan da alırım,” demekle yetindi. Ama yanındaki
adam, yaşlı kadını kışkırtır gibi “Ben tadına bakarım o hâlde,” demiş ve
çatalıyla bir parça almıştı.
“Nazlı kızım, bak sizin için kuzinemde közledim bunları. Birkaç yıl
önce doğal gaz bağlattık tüm apartmana. Malum yaşlandık artık, güçten düştük;
soba yak, külünü dök, kömürünü taşı zor oluyor bize. Ama ben yine de kuzinemden
vazgeçemedim. Benim gelinliğimden kalma… Mutfağa kurdurdum Hasan amcanıza.
Orada közledim bu patatesleri de. Soğutmadan yiyin, içine hakiki Kars tereyağı
da koydum. Yağ donmadan ye kızım.”
Ama bu kadının, şu yaşına rağmen kendileri için harcadığı emeğe
nasıl hayır diyebilirdi ki? Diyememişti de. Çatalıyla patatesten bir parça
alarak ağzına götürdü ve bir an için durdu. Ya aç olduğu için her şeyin tadı bu
derece iyi geliyordu ya Hayri yani Hayrettin patates yetiştiriciliğinin hakkını
veriyordu ya da her şeyin birleşimiydi bu.
“Hadi demin ben yaşlandın deyince bana kızdın da neden şimdi
yaşlandığımızı söylüyorsun hanım?” diye takıldı Hasan amca. Gülbahar teyze bir
yudum aldığı çayını masaya koyarak cevap verdi. “Yaşlandık, güçten düştük dedim
ben Hasan Bey. Bunadık demedim. Yaşlanıyoruz herhalde, yaş gidiyor; ama
bunamadım ben daha,” demiş ve Naz’a dönmüştü tekrar. “Ama bak kızım sen hiç
yemiyorsun. Pişi, katmer, acuka falan hep duruyor olduğu gibi… Hem bak şu da
kete. Buraya hastır. Karşıda oturan Fatma teyzen var, onun kızı Elif yaptı
size.”
Naz’ın bakışları bir şey düşünür gibi kısılırken kendini tutamadı.
“O da bekâr mı Gülbahar teyze?” diye sordu. Yağız’a döndüğünde adamın kaşı,
kadının ne yapmaya çalıştığını anlamışçasına kalkmıştı.
“Yok, kızım o evli. Nazlı kızımla Yiğit oğlum gelecek dedim, hepsi
bir yandan yaptılar bir şeyler. Ne güzel evimiz de şenlendi siz gelince. Benim
alt kattaki oğullarım gelince de böyle olur bizim ev. Kendi çocuklarıma olan
hasretim biraz olsun diniyor siz gelince, geçmiyor ama olsun. Onlar da burnumda
tütüyorlar. Kızım Zeynep, Ankara’da, oğlum Mehmet de yurt dışında, doktor mu ne
olmuş, öyle diyordu geçen aradığında. İkisi de buradan gitmek için uğraşıp
durdular, sonra da kuş olup uçtular.”
Gözleri dolan yaşlı kadını öyle görmeye dayanamamıştı Naz. Hasan
amca da belli ki dayanamamıştı ki söze başladı ve onun sözleri ortamı
yumuşatmıştı. “Bizim oğlan doktor olmadı hanım, doktora yapıyormuş.” Gülbahar
teyze de burnunu çekmişti hüzünle; ama verdiği cevaptan üstündeki üzüntüyü
atmış olduğu belliydi. “Ben anlamadım valla bu oğlan ne olacak? Senelerdir
okuyor… Ne olduğu belli değil. Yavrum siz de soğutmayın. Yiyin hadi.”
Tatlı sohbetlerle yemeklerini yerlerken çok keyif almıştı Naz. Ev
sahipleri o kadar içten davranıyordu ki kendisini misafir gibi değil evin kızı
gibi hissetmişti. Bu da hissettiği ev özlemini az biraz bastırmıştı. Yağız da
aynı durumda gibiydi. Kendisiyle uğraşan adamın yerinde yeller esiyordu şimdi.
Memnuniyetle yemeğini yerken evin yakışıklı ve tatlı oğlundan farkı yoktu. Her
fırsatta Gülbahar teyzenin yemeklerine methiyeler düzmeyi ihmal etmiyordu. Aynı
zamanda, etkileyici ve güven verici bir duruşu vardı. Bu düşüncelerden zihnini
arındırdığında derin bir nefes almıştı. Uzun zamandır bu kadar çok midesine
yüklendiğini hatırlamıyordu. Çayının son yudumunu da içince Gülbahar teyzeye
döndü.
“Ellerinize sağlık Gülbahar teyzeciğim. Hem senin hem de
mahalledekilerin. Her şey çok güzel olmuş,” dedi büyük bir minnetle.
“Ama Nazlı kızım az yedin sen…” diyen yaşlı kadını Naz durdurma
ihtiyacı hissetti. Çünkü gerçek anlamda midesi soda sinyalleri veriyordu. “Olur
mu teyzeciğim? Gerçekten çok yedim.”
“O zaman helva getireyim mi? Buranın helvasıdır. Bastırır mideni,” derken
Yağız’a da bakmıştı.
Yağız, elini göğsüne götürerek hafifçe başını sallamış ve kâfi der
gibi bir hareket yapmıştı. Peki, Naz’ın bu tatlı kadını reddedebilmesinin bir
imkânı var mıydı? Ama yapmak zorundaydı zira midesi genişleyebileceği sınırı
çoktan aşmıştı. “Gerçekten yemeyeyim artık. Başka sefere,” dese de yaşlı kadın,
yedirtmekte kararlıydı. “Tamam o zaman, koyayım da eve götürün ikiniz de Nazlı
kızım.”
Ne kadar düzeltse de bunun son olmadığını bile bile umutsuz bir
girişimde bulundu Naz. Bu sayısını unuttuğu girişimlerden biriydi; ama adamın
diline hepten düşmemek için önce Gülbahar teyzeyi düzeltmeliydi. Yoksa Gülbahar
teyzenin, adını her fırsatta yanlış söylemesi sorun değildi. Sorun bundan
dolayı adamla uğraşmak zorunda kalmasıydı. “Adım Nazlı değil. Naz…” dedi
yumuşakça. Gülbahar teyzeyse şaşkınca Naz’a baktı. “Ben de öyle dedim Nazlı
kızım; ama sen öyle diyorsan tamam, artık Sadenaz derim sana. Safinaz’dan
aklıma gelir,” demiş ve Naz’ı hepten dipsiz kuyulara atmıştı. Çünkü Yağız,
çekinmeden gülüyordu, bu cesareti de ona eşlik eden Hasan amcadan aldığı
belliydi.
Kucağında birleştirdiği ellerinin farkında olmadan yaptığı
yumruklarını çözerek hızla ayağa kalktı. Eğer daha fazla bu adamın sinir bozucu
sesinin kahkahaya dönüşmüş tonuna maruz kalırsa burada üçüncü dünya savaşı
çıkacaktı ve belli ki bu ortam, bunun için müsait değildi. “Elinize sağlık
Gülbahar teyzeciğim,” demişti bir kez daha ve masadan rastgele birkaç tabak
alarak mutfağın yolunu tutmuştu. Elindekileri tezgâha bıraktığında yaşlı kadın
da arkasındaydı.
“Sen şimdi bize bir güzel Türk kahvesi yaparsın. Ne zamandır da
böyle güzel bir kızın elinden kahve içmedik. İçeriz karşılıklı.”
Kendisi için pek çok şey yapan bu kadın, ilk defa bir şey yapmasını
istiyordu ondan ve o, kendisinden istenilen şeyi yapmasını tam manasıyla
beceremiyordu. Bu durum öğrencinin o kadar çalışmasına rağmen sınavda
çalışmadığı tek yerden gelen, bol puanlı bir soruya benziyordu!
“Ben… Kahve yapmasını pek… Beceremiyorum,” dedi rahatsızca. Neyse ki
adam burada değildi. “Beceremiyorum olur mu kızım hiç? Görücü falan geldiğinde
kim yapıyor kahveyi?”
İçinden yaşlı kadının şaşkın tepkisine gülmek gelse de durdurdu kendini
genç kadın. Acaba görücü bekleyen birine mi benziyordu uzaktan? Bunu gizleme
gereği de duymadı. “Daha önce böyle bir durumla karşı karşıya kalmadım.”
O anda atalarımızın söylediği gibi ‘İstenmeyen
ot başında biter,’ misali, Yağız içeri girmiş ve aynı anda Gülbahar teyze “Sana
hiç görücü gelmedi mi?” diye hepten hayrete düşmüştü. Adam da yaşlı kadının
tepkisiyle elindeki tabakları bırakıp onlara dönmüş ve gülmesini engellemek
için hafifçe öksürmüştü. Naz ise biraz alınmışçasına yüzünü buruşturmuştu.
Neydi yani?! Bu ayıp bir şey miydi?!
“Sen hiç üzülme güzel kızım. Sana koca mı yok? Gel ben sana şöyle
güzel bir kahve yapmayı öğreteyim de sana geldikçe yaparsın bana,” demişti
sonrasında yaşlı kadın. Naz’ın anlayamadığı bir şey vardı. Oradan bakınca bu
durum açısından üzgün gibi mi görünüyordu?
Gülbahar teyze kolları sıvayıp tezgâhta bir şeylerle uğraşırken
Yağız, Naz’ın yanına gelmişti. “Sen hiç üzülme Nazlı Öğretmenim. Gülbahar teyze
şimdi sana kahve yapmayı da öğretir, ertesi gün kartolcu Hayrettin kapına
görücü de gelir,” demişti fısıltıyla. Naz, saçlarını savurarak adama döndü. Bu
adamı cevapsız bırakıp da içinde bulunduğu durumla eğlenmesine göz
yummayacaktı. Bu kadar damarına bastıktan sonra bir fazlasına daha
katlanamazdı. Yeşilleri kısılıp da tehlikeli pırıltılar saçmaya başlamışken
dudaklarında cezp edici bir tebessüm belirdi. “Sen, Gülbahar teyze seni koluna
takıp da elinde çikolatan ve çiçeğinle Şakire’nin kapısına götürene kadar
bekle. Pardon… Nazire’nin,” diye fısıldamış ve yaşlı kadının yanına gitmişti.
Yağız da kadının tavrına hayranlıkla gülmeden edemese de onları yalnız
bırakmıştı.
Adamın gidişiyle rahatlayan Naz, Gülbahar teyzenin anlattıklarını
dinlemeye koyuldu. Gülbahar teyze dört tane fincanı ocağı üzerine koyarken bir
şeylerin yanlış olduğunu düşündü genç kadın. Kahveyi köpüğüyle yapmayı tam
manasıyla beceremiyor olsa da kahvenin cezvede yapıldığını biliyordu. Sanki
yaşlı kadın onun düşüncelerini duymuş gibi konuşmaya başladı. “Bak Nazlı kızım,
bunu İzmirli bir arkadaşımdan öğrendim, sen de benden öğrenmiş ol. Olur da eve
gelenler kalabalık olursa bu şekilde kolay yaparsın kahveyi. Hem çok da köpüklü
olur. Görücü geldiğinde de sade, orta, şekerli diye de ayrı ayrı yapmana gerek
kalmaz güzel kızım,” demiş ve her fincana bir tatlı kaşığı kahve koymuştu.
Sonra eline şeker kavanozunu almış ve iki fincana şeker koymuştu. “Siz gençler
şimdi şekerli için. Bizim yaşımıza gelince şekersiz içirtecekler nasılsa.”
Sonra da dört fincanı da suyla doldurmuş ve ocağın altını kısık
ateşte yakmıştı. Naz şaşkınca bakakalmıştı. Şimdi dört fincan da ateşin
üzerindeydi. Bir süre sonra fincanların dibindeki kahvenin yavaş yavaş tüm
fincana dağıldığını ilgiyle izledi ve en sonunda fincanın içi öyle bir köpükle
dolmuştu ki bu kadar kolay olduğuna inanamadı. Gülbahar teyzenin gösterdiği
yerden fincanların altlıklarını alarak tepsinin üzerine dizdi ve fincanların
sıcak kulplarına dikkat ederek tepsiye koydu. Su dolu bardakları da ekleyince
her şey tamamdı. Tepsiyi ellerine aldığında şimdi kendisini tam anlamıyla evin
kızı gibi hissetmişti. Gülbahar teyze önden gidip salona oturmuş o da peşinden
gelerek önce Hasan amcaya sonra da yaşlı kadına kahve servisini yapmıştı.
Ardından sıra Yağız’a gelmişti. Adam gözlerinin maviliklerindeki yakamozla
kadının yeşillerine bakarken dudağındaki eğri gülümsemeyle “Eline sağlık,” deme
lütfunda bulunmuştu. Naz’sa kısık bakışlarla karşılık verirken kısaca “Afiyet
olsun,” demekle yetinmiş ve adamla göz göze gelmek zorunda kalmamak için onun
yanına oturmuştu. Kahveler içilirken Hasan amcayla Yağız tavla oynuyorlar,
Gülbahar teyzeyle Naz da sohbet ediyorlardı. Şimdi sanki büyüklerini ziyarete
gelmiş, yeni evli çifti andırıyorlardı. Aman ne hoş!
***
“Yardımcı olmamı ister misin?” diyen Yağız’ın tok sesiyle durdu. Bir
süredir adamın varlığını görmezden gelerek tutukluk yapan kapısını açmaya
uğraşıyordu. Maalesef ki başarılı olamamıştı ve bu da yetmezmiş gibi adam bir
türlü kendi dairesine girip de kendisini varlığından yoksun bırakmamıştı. Adama
bakmaya gerek görmeden “Hayır, teşekkürler,” diyerek başarısız çabalarına geri
dönmüştü.
Çabuk sinirlenen bir insan olabilirdi; ama bu kadar kışkırtılma
herkesi rahatsız ederdi ve nedenini anlayamadığı bir şekilde bu adamın her
hareketi onu tetikliyordu. Ayrıca altta kalmak bilmeyen yapısı ve cevap
vermeden duramayan çenesini saymıyordu bile. Bunların birleşimi burada
olmasının nedeni olsa da, bu adamda başka bir şey vardı! Tüm benliğini
ayaklandırıyordu ve en sonunda kendisini söylemeyeceği şeyleri söylerken,
yapmayacağı şeyleri yaparken buluyordu. Adam kendisine yabancıydı hâlbuki.
Yeniden bölünerek üretilmeyecek tüm sinir hücrelerinin sağlığı için bu adamla
mesafesini koruması gerekiyordu. Ne de olsa tüm sinir sistemi ona ruh sağlığı
için gerekliydi. Bu yüzden affetmek erdemdir düşüncesiyle adamın yemek boyunca
yaptığı her şeyi sinesine çekecekti. Fakat aşırı yüklenilmesi durumunda bu
sözünü tutacağından da emin değildi. Bunları düşünerek farkında olmadan
kapısına çok daha sert davranıyordu.
“Biraz
daha yüklenirsen anahtar kilidin içinde kırılacak ve sen bir kez daha evimde
misafir olmak zorunda kalacaksın,” diyen adama aldırmadan kapıyla olan
mücadelesini sürdürüyordu genç kadın.“Çok yardımseversin. Ama ne şimdi ne de
başka bir sefer… Böyle bir şey olmayacağına emin olabilirsin.”
Kadın haklı mücadelesine devam ederken adam gelip kontrolü eline
almıştı. Elleri birbirine temas etmişken Naz elini çekme fırsatını son anda
bulmuş ve adam anahtarı tutmuştu. Çelik
kapıyı hafifçe yukarı kaldırmış ve anahtarı çevirmişti. Yağız, kapıyı açarak
iyilik yaptığını düşünedursun, Naz’ın tüm sinirlerine elektrik vermişti sanki.
Genç kadın, elini boşlukta yanmışçasına sallarken adam çekici bir gülüşle ona
bakıyordu.
“Bayağı
elektrik yüklüsün. Üzerine yüksek gerilim hattı diye levha asmalılar. Hem bu
kadar kesin konuşma, komşuyuz şunun şurasında. Ne zaman yardıma ihtiyacın
olacağını ve beni çağıracağını bilemezsin. Hem şimdiye kadar ettiğim tüm
yardımları şikâyet etmeden kabul ettin.”
Evet,
etmişti ve şimdi nasıl olup da böyle bir şey yaptığını aklı almıyordu; ama
adamla bu duruma geleceğini bilse kesinlikle kabul etmeyeceğini biliyordu.
“Öncelikle…
Çarpılan benim. Bu da demek oluyor ki Yüzbaşım, bahsettiğin levha senin boynuna
asılmalı. Ve evet, yardım ettin. Bu yardımların hiçbirini senden istememiş
olsam da yaptıkların için minnettarım. Fakat… İki kere yardım ettin diye ki
altını çizerek söylüyorum bunlar için tamamen gönüllüydün, tekrar senin
yardımına ihtiyacım olacak diye bir durum söz konusu değil. Sonuçta evime
yerleştim ve kas gücünü gerektirecek bir ihtiyacım da kalmadı,” derken hem tane
tane hem de tatlı tatlı konuşmuştu ve evet başarıyordu! Bu adamın hakkından
sinirlenmeden gelebilirdi. Şimdi adam cevap verirse makul karşılıklar verecek
sonrasında da evine girip kaybettiği iç huzurunu bulacaktı.
“Demek
çarpıldığını… Seni çarptığımı kabul ediyorsun?”
O iç
huzur, bulabileceği bir yerdeyse artık kesinlikle kayıplara karışmıştı! Bu ne
cüretti böyle?! Kendisini kırmızı görmüş boğalar gibi hissediyordu, belki onlar
bile kendisi kadar sinirli hissetmiyordu. Boşuna uğraşıyordu! Kesinlikle
boşunaydı. Dişlerini sıkarak kendine verdiği sözü tutmaya uğraşırken çabası
beyhudeydi. Vurucu cümleleri ararken ise tüm çabası buhar olup uçmuştu. Bu
adamı susturacak bir şey kesinlikle olmalıydı! Ellerini iki yanında yumruk
yapmışken cebinde çalan telefonunu duyarak dikkatini adamdan ayırdı. Kesinlikle
şu telefona şu an minnettardı. Kimin aradığının bir önemi yoktu. Telefon
ekranına bakmadan açarak telefonu kulağına götürdüğünde “Naz… Nasılsın?” diyen
Orkun’u işitmişti.
Bakışlarını
adamın eğlenen mavilerinden ayırmazken “İyiyim
Orkuncuğun sen nasılsın? Bensiz oralar güzel mi?” diye sorarken dudaklarında
adama olan sinirine inat çekici bir gülümseme belirmişti. “Bu soruyu bana
sormadın kabul ediyorum. Ne kadar bunu benden duymaktan hoşlanmayacağını bilsem
de… Söylemek zorundayım ki buralar sensiz gerçekten de çekilmez. Buradaki tüm
yaşam enerjisini yanında götürmüş olabilir misin, merak ediyorum. Eğer öyle bir
şey yapmışsan ki benim hâlimden öyle görünüyor, orada çok eğleniyor olmalısın,”
demişti Orkun ve zoraki gülümsemesinin yansıdığı ses tonuna ek, sıkıntıyla
verdiği nefesi de gelmişti Naz’ın kulağına. Sorduğu soruya da bin pişman
olmuştu şimdi. Adama olan siniri yetmezmiş gibi kendisine de sinirlenmişti!
“O kadar
eğleniyorum ki görsen inanamazsın. Kapımın dibinden ayrılmayan, sırnaşık sokak
kedileriyle uğraşmak o kadar zevkli ki. Bir de kendilerini aslan zannedip o
edayla kapımın önünde dikilmeleri yok mu?”
Duyduğu
sözlerle Yağız’ın kaşları çatılmış olsa da eğri gülümsemesi bana mısın
demiyordu. Demek sırnaşık bir sokak kedisi yerine konmuştu; ama aslanı tercih
ederdi. Kadının söylediklerini haklı çıkartır gibi iyice dikleşirken omzunu
kadının kapısının pervazına yasladı.
“Naz sen
kedileri sevmezsin,” diyen Orkun’u dinlerken, genç kadının bakışları Yağız’ın
hareketlerini izliyordu. “Evet sevmem. Mart ayının etkisi desem marta da çok
var; belli ki bazıları zamanını şaşırmış. Muhakkak pusulası şaşmış, dişisini
kovalayan kedilerden çok vardır dışarıda. Ekolojik denge bozulunca tabii
doğanın da buna tepki vermesi gayet doğal. Anneme hatırlatayım da bir ara sokak
hayvanlarını koruma derneğine yaptığı bağışı arttırsın.”
Çakmak
çakmak bakan mavi gözler, kadını tartarken Yağız bu kez kadını gerçekten
çileden çıkardığını anladı. Sinirden kızaran yanaklarına rağmen söylediği
laflarla amacına ulaşmış olmanın mutluluğunu yaşayan yakamozlu yeşiller ışıl
ışıldı. Dolgun dudaklarındaki gülümseme de buna uyumluydu. Kadının sinirini hak
ediyor ve garip bir şekilde bundan memnun da olabilirdi; fakat bu kadarı
yeterliydi. “Yarın sabah erken gideriz Naz. Haberin olsun,” derken yüksek ve
tok bir ses tonu kullanmıştı. Elinde salladığı Naz’a ait olan anahtarları
kadına uzattı.
“Yanında
biri mi var?”diyen Orkun’a “Kedilerle uğraşıyorum dedim ya. Onun sesi
duyduğun,” derken, adamın elindeki anahtarı almıştı. Yağız’ın mavi gözlerindeki
alevler tatmin olması için şimdilik yeterliydi. Çünkü bunu hak etmişti! Ve bu
zaferiyle yaktığı büyük ateşe, adamın buz gibi su döküp söndürmesine izin
vermeyecekti. O adam, şu an lafının üstüne laf söylemeyecekti. Adama hoş bir
gülümseme hediye ederken dairesine girmiş ve kapısını kapatmıştı.
O, zafer
sarhoşluğu ise adama söylediği her bir kelime balyoz darbesi misali zihninde
yankılanırken tuzla buz olmuştu. Söyledikleri kulağına sonradan gelme durumunda
boyut atlamış söylediklerinin idrakine yeni varmıştı. Adama resmen kedi
demişti. Üstüne üstlük sadece kedi dememişti. Ek olarak çeşitli yakıştırmalarla
birlikte kullanmıştı. Sokak, sırnaşık, mart… Bunlar şu an aklına gelenlerdi ve
bu kez… Kesinlikle ileriye gittiğini hissediyordu. O adam için bile olsa, bu
kadarı fazlaydı.