Aşkın Nazlı Hali - Bölüm 8

 


Bölüm 8

Tam takır kuru bakır olan bir ev için ne gerekli olabilirdi? Tabii ki her şey! Ama o gerekli olan her şeyi önündeki kâğıda sığdırabilmesi mümkün müydü, bu konuda endişeleri vardı Naz’ın. Temizlik malzemeleri derdi vardı. Çamaşırından bulaşığına, zemininden camına kadar ayrı ayrı hem de… Elindeki kalemi gergince sallayarak hafifçe çenesine vurdu. On dakikadan fazladır mutfağın masasının başında, önünde bir kâğıt parçasıyla beraber oturuyordu ve bu kâğıda yazacağı her şey onu sıfırı tüketmek durumuna daha çok yaklaştıracağından, bir türlü ihtiyaçlarını en aza indirgeyemiyordu. Uzun süredir ahenkli bir ritim tutturmuş olan midesinden gelen sesler ürkütücü bir hâl almaya başlamışken yiyeceklerden başlamaya karar verdi. Dünden beri kraker dışında boğazından hiçbir şey geçmemişti. Şimdi de saat öğlen olmuştu neredeyse ve kraker stokunu tüketmişti. Üstüne üstlük içinde bulunduğu açlık, büyük bir alışverişe müsamaha gösterecek dereceyi çoktan geçmişti. O yüzden şimdilik midesine göre tek öğünlük bir alışverişle yetinebilirdi.

 Sağlam bir kahvaltının adımları olarak kahvaltılıkları aklından geçirdi. Gerçi bulunduğu saat, kahvaltı yapılacak saatten çok, brunch saatiydi. Brunch düşüncesi bile midesine sert krampların girmesine neden oluyordu. Türlü türlü peynir, zeytin çeşitleri, farklı türde onlarca meze, börek, çörek…

 Tamam! Şimdi sakin olmalıydı. 

 Son İtalya ziyaretinde tattığı o güzel parmesan peyniri, pizzalar, her fırsatta Fransa’ya yaptığı ziyaretlerinde tattığı şaraplara eşlik eden sayısız peynir çeşidi… Fransa demişken kahveyle hoş bir birliktelik içerisinde olan kruvasanı unutmamak gerekiyordu. Gerçi unutmak istese de kalçaları unutturmazdı. Çünkü bir deyime göre; kruvasan  ağzınızda otuz saniye,  midenizde otuz dakika, kalçalarınızda ise otuz sene kalıyordu. Kruvasanın yanına yakışan kahvenin de Brezilya’dan olmasını tercih ederdi. Karnaval zamanı gittiğinde bundan emin olmuştu. Ya o kahvenin yanına yakışacak olan diğer tatlardan, Kanada’da yediği akçaağaç şuruplu, tereyağlı turtalarla, Kanada’nın medarı iftiharı, her aklına gelişinde ağzının suyunu akıtan poutine efsanesine ve Avustralya’da yediği çöreklere ne demeliydi? Gerçi Avustralya’dan aklında kalan çöreklerden çok, gelişmiş hayvancılıktan ortaya çıkan, barbeküden sofralara ulaşan bin bir çeşit pişirme şekliyle etleriydi. Yemeğin ağırlığından kurtulduktan sonra İngiltere’nin beş çayının tadına varmak da enfes olurdu. Bir kısım ziyaretlerinden arta kalan o efsane lezzetlerin etkisi, beyninin en ücra köşelerinden açlıktan kendi kendini sindirmek üzere olan midesini uyarınca derin bir nefes alarak hatıralarını görmezden geldi.

 Sakin hâli bu olamazdı!

 Bu kadar abartmaya gerek yoktu. Kendi yurdunda da gayet tabii onlarla yarışacak lezzetler vardı ve burada bulabildiği ölçüde bu lezzetlerden faydalanarak mütevazı bir kahvaltıyla da idare edebilirdi. Şu an kahvaltı hazırlamak yerine, bulduğu en küçük şeyle bile yetinebilirdi aslında. Kâğıdı bir kenara bırakarak hızla odasına gitti ve eşofmanlarını giyerek dış kapıya ulaştı. Ayakkabılarını giymek için dış kapıyı ani bir hareketle açtığında kapıyı vurmak üzere olan bir elle burun buruna geldi. İrkilerek hafifçe geriye gittiğinde Gülbahar teyzeyle karşılaştı. Yaşlı kadın, ışıl ışıl kahve gözleriyle kendisine bakıyordu. Gülbahar teyzenin arkasındaki hareketliliğe gözü takıldığında Yağız’ın da kendi kapısının önünde olduğunu fark etti.

 “Günaydın Nazlı kızım. Bir yere mi gidiyordun sen?”

 Naz, önündeki yaşlı kadının sesiyle dikkatini ona çevirdi. “Günaydın,” derken aynı şekilde gülümsedi. “Yemeklik bir şeyler almak için dışarıya çıkacaktım. Bu arada… Adım Nazlı değil, Naz…” deyip de adını düzeltmekten alıkoyamadı kendisini.

 “Ben de öyle dedim ya güzel kızım. Seni de iyi yakaladım. Kahvaltı için geç olsa da Yiğit oğlumla Nazlı kızıma kahvaltı hazırlayayım, dedim. Sizin şimdi ağzınıza götürecek bir lokma yemeğiniz yoktur evde. Sıcak bir aş girsin kursağınıza gelin de olur mu Nazlı kızım?”

 Dışarıdan gülümsemesi daha da genişlese de içinden çığlık atmak geliyordu. Bu kadın ne mübarek kadındı böyle!

 “Gelirim tabii Gülbahar teyzeciğim,” dedi büyük bir minnetle. İkazına rağmen yanlış söylenen ismini dahi umursamamıştı.

 “İyi hadi. Hasan amcanız da bekliyor yukarda. Çaylar soğumasın,” diyerek yukarı çıktı yaşlı kadın.

 Naz ve Yağız karşı karşıya kalmışlardı. Naz adamı şöyle bir süzdü. Düne rağmen pek de yorgun görünmüyordu. Hâlbuki kendisi kayda değer bir iş yapmamasına rağmen sızlayan kemiklerle ve üşümekten birbirine vuran dişleriyle uyanmıştı. Naz amacına ulaşamamış olmanın verdiği sıkıntıyla yerinde kıpırdandı. “Günaydın,” dedi adama doğru.

 Yağız, kollarını göğsünde birleştirerek kapı pervazına yaslandı. “Tünaydın. Ama belli ki senin dairende gün anca aymış.”

 Genç kadın, elinde kalan ayakkabılarını dış kapının önüne bırakarak adam gibi kapı pervazına yaslandı. “Senin dairende de anlaşılan haddinden önce gün aymış. Hayret,” derken dudak büzdü. Çünkü planlarına göre böyle olmamalıydı.

 Kadının büzülmüş dudaklarından dikkatini ayırarak şöyle bir süzdü genç adam. Üzerinde, oldukça kaliteli olduğu belli olan ve bedenine oldukça yakışmış, gri bir eşofman takımı vardı. Saçları dün olduğu gibi tepesinde alelade bir topuzla toplanmış olsa da üzerinde bu kadar uğraşılsa bu derece güzel olamaz, diye geçirdi adam içinden. Bakışları kadının yüzünü bulduğunda yüzündeki makyajsız saflıkla oldukça etkileyici olduğuna karar verdi. Bakışları dudaklarında durdu ve kadının hoşnutsuz dudaklarının gülümsemesini istedi nedenini bilmeden.

 “Merak etme, o kadar da erken günüm aydınlanmadı. Sayende dün günlük idmanımı yapmış olsam da diğer günlerime göre iki saat daha fazla uyudum ve ağrılı uyandım.”

 İşte olmuştu. Kadının dolgun dudakları istediğini almış olmanın zevkiyle kıvrılırken aslında kazanmasına adamın izin verdiğinden bir haberdi.

 “Güzel bir öğretmenle idman yapma fırsatım olmamıştı Nazlı Öğretmenim. Ne kadar ağrım olursa olsun, iyi geldi,” Adam kendine hâkim olamamıştı. Hafifçe tek kaşı kalkarak yüzünde eğik bir gülümseme belirmiş ve devam etmişti. “Bu arada… Bana kalırsa o merdivene yanında seni yakalayabilecek biri olmadan çıkma. Düşeceğin yer, her zaman hazır ve yumuşak olmayabilir.”

 Adamın yüzündeki o çekici gülümsemeye sahip dudaklardan çıkan her bir sözün kendisini kışkırtmak için olduğu belliydi ve bunları bilerek adamın tüm söylediklerini es geçebilirdi. Fakat adamın Nazlı deyişinde başından aşağı kaynar sular döken bir tını vardı.

 “Hadi Gülbahar teyze yaşlılık yüzünden ismimi karıştırıyor. Senin sebebin ne?!” derken farkında olmadan kaşları çatılmıştı kadının. Adam cevap vermeyince ellerini beline atarak bilmiş bir tavırla devam etti. “Ne o, yoksa bir sebep bulamadın mı?”

 Yağız’sa kadının yaptığı gibi ellerini beline koymuş ve kaslarını hafifçe esnetmişti. “Hayır, aslına bakarsan o kadar çok var ki hangisini söylesem karar veremiyorum.”

 Aldığı cevap karşısında derin bir nefes alarak nefsi müdafaaya hazırlanan Naz’ın girişimi, üst kattan yankılanarak gelen Gülbahar teyzenin sesi tarafından bölündü.  “Hadi çocuklar. Çaylar buz oldu buz!”

 Adama sadece keskin bir bakış atmakla yetinen Naz, hırsla ayakkabılarını giydi ve kendisi önde merdivenlerden çıkarken Yağız da arkasından geliyordu. Evden içeri ilk adımını attığında midesini yakıp kavuran mis gibi kokular doldu burnuna. Gülbahar teyzenin sesinin geldiği yöne doğru ilerlediklerinde büyük salona ulaştılar. Bu daire, apartmandaki diğer dairelere göre daha büyüktü ve içinde bulundukları salon ağır, eski ama klasik mobilyalarla döşenmişti. Naz’ın bakışları salonun diğer ucundaki yemek masasına ulaştığında şaşkınlıktan açılan gözlerine inat dudakları memnuniyetle kıvrılmıştı. “Hadi çocuklar, buyurun oturun sofraya,” diyen Gülbahar teyzenin eşi Hasan amcaya baktı Naz. Başını sallamakla yetinirken masaya yaklaştığında masada başka bir şey koymak için hiç yer kalmadığını gördü. Bakışları her bir tabak üzerinde şaşkınca dolaşırken gözleri açlığını doyurmaya başlamıştı bile. Evet, bekliyordu; ama bu kadarını değil. Brunch mı istemişti birkaç dakika evvel? Kesinlikle istediğini almıştı. Başka bir şey isteseydi belli ki şu an o da olurdu!

 Masada birden fazla peynir, zeytin çeşidinin yanında bir o kadar reçel kâsesi vardı. Birkaç farklı tabakta börek, katmer ve pişi olduğunu tahmin ettiği bir yiyecek bulunuyordu. Dadısı da evde yapardı. Diğer tabaklara da şöyle bir baktı. Kaymak, bal, sucuklu yumurta, tereyağı, görünüşünden tanıyamadığı çeşit çeşit şey… Dudağına hafifçe dişlerini geçirdi. Resmen dizlerinin bağı çözülmüştü. Allah kimseyi açlıkla sınamamalıydı!

 Hasan amca başköşeye oturduğunda Gülbahar teyze de elinde çay tepsisiyle salona girmişti. Naz, yaşlı kadının elindeki tepsiyi almak için hamle yaparak tepsiyi aldı. Gülbahar teyze, Yağız’ı Hasan amcanın yanına oturtunca Naz da çay servisine başladı. Önce Hasan amcaya tepsiyi götürdü, ardından da Hasan amcanın tam karşısındaki diğer başköşede oturan Gülbahar teyzeye. Yağız’a da çayını verirken en son kendisi çayını aldı. Ev işleriyle, özellikle de mutfakla ilgili anlatılan pek çok şeye kulak tıkamış ya da bu konular hakkında beceriksiz olabilirdi ki kendisi pratik eksiği olduğunu düşünmeyi tercih ediyordu; ama asla görgü kuralları hakkında anlatılanları kaçırmazdı.  Yerine oturmak üzereyken Gülbahar teyze onu durdurdu.

 “Sen benim yanıma otur güzel kızım da ben sana yemek yedireyim. Bir deri bir kemik kalmışsın. Perhiz senin neyine? Bırak perhizi Hasan amcan yapsın.”

 Naz, hiçbir şey demeden başköşedeki yaşlı kadının yanına oturdu. Yağız da diğer yanındaydı. Yağız’ın hafif öksürüşünü duyunca istemsizce başını ona çevirdiğinde gülüşünü gizlemeye çalıştığını fark etti. Adamın neye güldüğüne anlamak için başını kaldırdığında elindeki ekmeğe tereyağı sürerken eli havada kalan Hasan amcayla karşılaştı.

 “O kadar sofra kurmuşsun da bu sofradan sonra perhiz mi olur hanım?” diyerek isyan etti Hasan amca.

 Hasan amca haklıydı. Böyle bir sofraya dayanmak sabır isterdi. “Bizim hatırımız için, bir defalık affedemez misin Gülbahar teyze?” dedi tatlı bir ses tonuyla. Hasan amca da Naz’la iş birliği yaparak yaşlı kadına tatlı tatlı gülümsemişti. “İyi hadi, bir seferlik olsun; ama bak Hasan Bey, Nazlı kızım ve Yiğit oğlumun hatırı için,” diyerek Naz ve Yağız’a döndü. “Siz buraların yabancısısınız. Öyle büyük şehirlerde bu kadar çok, taze lezzeti bulamazsınız. Sen zaten çok zayıfsın Nazlı kızım, senin de çok enerjiye ihtiyacın var Yiğit oğlum, yakıyorsundur nasıl olsa.”

 Naz, Gülbahar teyzenin laflarına inanamayarak kimseye fark ettirmeden bedenine baktı. Beli aşırı ince olmasa da o bölgede fazlalılığı yoktu; fakat hatları gayet dolgundu. Şimdi bunların hiçbiri umurunda değildi. Düz karnını şişirmek için oldukça istekliydi. Gülbahar teyze de yemeğe başlayınca çatalını eline aldı. Servis tabağı olmadığına göre üstünden yiyeceklerdi. Sucuklu yumurtanın bulunduğu bakır tavaya çatalını götürdüğünde Gülbahar teyzenin uyaran sesini duydu.

 “Güzel kızım, bunu çatalla yersen tadını alamazsın. Bandır ekmeğini tavanın içine de öyle ye. Öyle tadı çıkar bunun. Ondan tavayla koydum.”

 İşte bu olmamıştı. Söyleneni yaparak çatalını bıraksa da eliyle yemek konusunda pek istekli değildi. “Gülbahar teyze tam olarak bunu kast ediyor,” diyen Yağız’a döndüğünde adamın elindeki bir parça ekmeği bakır tavaya daldırarak bir parça yumurta ve sucuk alarak ağzına atışını izledi. Naz, karşılaştığı manzara karşısında gözlerini birkaç kez kırpıştırdı. Bu yabancılamak değildi kesinlikle. Bu… Adamın yiyişinde öyle bir hava vardı ki insanın iştahını açıyordu. “Böyle yapacaksın,” demişti adam bu kez. Genç kadın nasıl yendiğini biliyordu! Kendisi de gayet tabii eliyle yiyebilirdi, sadece alışkın değildi.

 Önündeki bir parça ekmekten kopartarak Yağız’ın yaptığı gibi tavaya daldırdı ve aldığı parçayı ağzına götürdü. Adama döndüğünde açlığını bastıran ilk lokmanın lezzetinden ne diyeceğini unuttu ve sonrasında da umursamadı. Şu an bu adam keyfini bozamazdı! Karnına bayram ziyafeti çektirmek gibi hayati bir işle meşguldü.

 Gülbahar teyzenin masanın üzerinde işaret ettiği yerlere baktı kadın. “Bunlar Kars’a özel peynirler. Bu eski kaşar, çeçil ve gravyer peynir…” derken farklı farklı tabakları gösteriyordu. “Belki tadını beğenmezsiniz diye normal taze kaşarla, beyaz peynir de koydum. Tereyağı, sarıyağ, kaymak falan hepsi burada yapıldı. Yiğit oğlum, bak bakalım kaymağın tadına. Beğenecek misin?”

 Yağız, söyleneni ikiletmeden ekmeğinin üzerine kaymak, biraz da bal sürdü ve bir lokma aldı. Çıkardığı sesten ve başını sallayışından beğendiği belli oluyordu. “Gerçekten de çok güzel. Bu kadar güzelini hiç yememiştim,” demiş ve yemeğe devam etmişti Bir yandan da Gülbahar teyzeyi dinliyordu.

 “Yapanı görsen o da çok güzeldir Yiğit oğlum. Yan tarafta benim ahretliğim var, Hatice. Onun kızı Şakire yapar kaymağımızı. Bir görsen kaymak gibi de kızdır maşallah…” Naz, yaşlı kadının laflarının altında yatan imayı anlar anlamaz dudaklarının ucuna gelen kahkahayı bastırmak zorunda kaldı. Hasan amca, Gülbahar teyzenin laflarını bölmeseydi gerçekten de gülmek üzereydi. “Hanım, kızın adı Şakire değil, Nazire.” 

 Gülbahar teyzenin kaşları çatıldı. “Ee o zaman benim neden Şakire diye aklıma geliyor, kaç yıllık ahretliğimin kızı?” derken kızın adının Şakire olduğundan çok emin gibiydi. “Kızın babasının adı Şakir, hanım,” diye yanıtlamıştı Hasan amca.

 “Hiç olur mu öyle şey? Kızının adını niye babasının adından belleyeyim Allah Allah,” demiş ve devam etmişti. “Şakire, tahsil görüyor şimdi. Annesi de sütçü, mahallenin en güzel sütü onlardadır. Şakire de tahsilli sütçü olacakmış...”

 Sütçülüğün tahsilinin olduğunu da ilk kez duyuyordu Naz. Muhakkak yine başka bir şeyle karıştırıyordu yaşlı kadın. Ne olursa olsun, şu an çok eğleniyordu. Çünkü Gülbahar teyze, Yağız’la uğraşıyordu ve adam dinlemek dışında hiçbir şey yapamıyordu.

 “Sütçü değil hanım, kız süt ürünleri mi gıda mühendisliği mi ne okuyormuş,” diye karısının lafını bölmüştü Hasan amca. Ama Gülbahar teyzenin cevabı gecikmemişti. “Ee Hatice, sütçü olacak dedi. Kızının ne olduğunu bilmiyor mu kadın?” demiş ve Yağız’a dönmüştü tekrar. “Ya işte tahsili bitince de hayırlı bir kısmeti çıkarsa evlendireceğiz güzel Şakire’mizi.”

 Naz dayanamayarak elindeki ekmeğe kaymak ve bal sürerek bir ısırık aldı. Taze kaymağın bin bir çiçeğin özüyle harmanlanan balla mükemmel uyumu yakalamış lezzeti dilinden midesine doğru kayarken gerçekten de adamın dediği gibi bu kadar güzelini yemediğini düşündü Naz.

 “Gerçekten de çok güzel Gülbahar teyze. Belli ki yapan tüm güzelliğini katmış içine. Ellerine sağlık,” derken yan gözle Yağız’a baktı. “Bakarsın hayırlı kısmeti de yakınındadır. Böyle lezzetli ellere sahip bir kız, bir de güzel, hiç kaçar mı? Ne de olsa erkeğin kalbine giden yol midesinden geçermiş.”

 Yanında oturan adamın tek kaşı hafifçe havaya kalkmıştı ve hafifçe Gülbahar teyzeye gülümsemişti. “Hakkında hayırlısı olsun,” diyerek konuşmayı uzatmamıştı ve yemeğine geri dönmüşken Gülbahar teyzenin sözleriyle adamın çatalı havada kalmıştı. Yüzündeki eğri gülümsemeyle Naz’a dönmüşken şaşırma sırası Naz’daydı.

 “Nazlı kızım, kaymaktan baldan bol bol ye. Hakiki Kars balıdır. Onu da bizim Hayri getirmiş sağ olsun. Arıcılık yapıyor o da…” diyen Gülbahar teyzenin lafını yine Hasan amca böldü. “Hanım, Hayri değil çocuğun adı Hayrettin. Yine karıştırıyorsun yaşlılıktan.”

 Gülbahar teyzenin gülümseyen bakışları kararırken Hasan amcaya dönmüştü. “Kaç yıllık Emine görümcemin oğlu Hayri ne zaman Hayrettin oldu, be adam? Görümcemin adı da Hayriye de oğluna ondan mı Hayri dedim şimdi?” Hasan amca da geri kalmamıştı. “Hayret, ablamın adını doğru hatırladın.”

 “Bunak mıyım ben Hasan Bey?! Hem… Emine görümcemin adını kimse unutturamaz bana,” demiş ve tekrar yüzüne gülümseme takınarak Naz’a dönmüştü.

 Naz, yaşanan bu manzara karşısında şaşkınca bakakalmıştı. Yağız’ın da ondan geri kalır yanı yoktu. Aslında ikisi de yüzlerindeki gülümsemeyi bir şekilde gizlemenin yolunu bulmuştu. Ama işin ilginç yanı ortamda gerginlik yoktu. Gülbahar teyze ne kadar inkâr ederse etsin herkesin adını yanlış söylüyordu; ama Hasan amca da onu iğneler gibi değil takılır gibi cevap veriyordu. Çok tatlı görünüyorlardı. Naz’ın şaşırdığı bir diğer nokta yaşlı kadın, ahretliğiyle görümcesinin adını doğru söylemişti. Ya görümcesi vakti zamanında çok çektirmişti ya da hafızası bu duruma gelmeden önce bu ismi çok sağlam aklına kazımıştı.

 “…Hayri oğlum arıcılıkla uğraşıyor; ama çok beceriklidir. Bir de kartolla uğraşıyorlar...”

 “Kartol… Nedir?” dedi tereddütle Naz. Aslında bu konuşmanın gidişatı pek hoşuna gitmemişti. Bir yerden kesmesi gerekiyordu yoksa yanındaki adam, ciddi anlamda kahkaha atacaktı.

 “Tabii sen bilmezsin kartolu. Patates Nazlı kızım. Hayriler tezgâh açarlar pazarda; yarın Hasan amcanızın da işi var. Yiğit oğlum senin işin yoksa Nazlı kızım da uygunsa, Hasan amcanın emektarla bizi yarın pazara götürürsün, olur mu? Hem sizin de aş pişirecek bir şeyiniz yoktur evinizde. Size de bir şeyler alırız.”

 “Tabii götürürüm teyzeciğim. Hem Hayri’yi de görürüz, kartollarımızı da oradan alırız,” demişti adam.

 Yaşlı kadındaki bakışlarını aniden Yağız’a çeviren Naz, kısılmış bakışlarla baktı bir süre. Bu süre içerisinde, bakışlar öldürseydi ifadesi kadının gözlerinin içindeki anlamdı ve konuşmanın pazara gitmekten tekrar Hayri’ye dönmesiyle Gülbahar teyzeye de fırsat doğmuştu.

 “Tabii görürüz. Çok becerikli çocuktur Hayri. Şimdi de peynir işine gireceklermiş. Maşallah kazancı pek iyi. Manken gibi de delikanlı. Hayırlı kısmetini bulunca da mürüvvetini göreceğiz inşallah. Aa bak güzel kızım bu patates hakiki Kars patatesi. Hayri oğlum getirdi.”

 Naz, kendileri için o kadar zahmete giren kadını kırmak istemese de Hayri görünümlü Hayrettin’in patatesini de yemek istemiyordu. Kırmamaya çalışarak “Ekmeğim bitsin de ondan da alırım,” demekle yetindi. Ama yanındaki adam, yaşlı kadını kışkırtır gibi “Ben tadına bakarım o hâlde,” demiş ve çatalıyla bir parça almıştı.

 “Nazlı kızım, bak sizin için kuzinemde közledim bunları. Birkaç yıl önce doğal gaz bağlattık tüm apartmana. Malum yaşlandık artık, güçten düştük; soba yak, külünü dök, kömürünü taşı zor oluyor bize. Ama ben yine de kuzinemden vazgeçemedim. Benim gelinliğimden kalma… Mutfağa kurdurdum Hasan amcanıza. Orada közledim bu patatesleri de. Soğutmadan yiyin, içine hakiki Kars tereyağı da koydum. Yağ donmadan ye kızım.”

 Ama bu kadının, şu yaşına rağmen kendileri için harcadığı emeğe nasıl hayır diyebilirdi ki? Diyememişti de. Çatalıyla patatesten bir parça alarak ağzına götürdü ve bir an için durdu. Ya aç olduğu için her şeyin tadı bu derece iyi geliyordu ya Hayri yani Hayrettin patates yetiştiriciliğinin hakkını veriyordu ya da her şeyin birleşimiydi bu.

 “Hadi demin ben yaşlandın deyince bana kızdın da neden şimdi yaşlandığımızı söylüyorsun hanım?” diye takıldı Hasan amca. Gülbahar teyze bir yudum aldığı çayını masaya koyarak cevap verdi. “Yaşlandık, güçten düştük dedim ben Hasan Bey. Bunadık demedim. Yaşlanıyoruz herhalde, yaş gidiyor; ama bunamadım ben daha,” demiş ve Naz’a dönmüştü tekrar. “Ama bak kızım sen hiç yemiyorsun. Pişi, katmer, acuka falan hep duruyor olduğu gibi… Hem bak şu da kete. Buraya hastır. Karşıda oturan Fatma teyzen var, onun kızı Elif yaptı size.”

 Naz’ın bakışları bir şey düşünür gibi kısılırken kendini tutamadı. “O da bekâr mı Gülbahar teyze?” diye sordu. Yağız’a döndüğünde adamın kaşı, kadının ne yapmaya çalıştığını anlamışçasına kalkmıştı.

 “Yok, kızım o evli. Nazlı kızımla Yiğit oğlum gelecek dedim, hepsi bir yandan yaptılar bir şeyler. Ne güzel evimiz de şenlendi siz gelince. Benim alt kattaki oğullarım gelince de böyle olur bizim ev. Kendi çocuklarıma olan hasretim biraz olsun diniyor siz gelince, geçmiyor ama olsun. Onlar da burnumda tütüyorlar. Kızım Zeynep, Ankara’da, oğlum Mehmet de yurt dışında, doktor mu ne olmuş, öyle diyordu geçen aradığında. İkisi de buradan gitmek için uğraşıp durdular, sonra da kuş olup uçtular.”

 Gözleri dolan yaşlı kadını öyle görmeye dayanamamıştı Naz. Hasan amca da belli ki dayanamamıştı ki söze başladı ve onun sözleri ortamı yumuşatmıştı. “Bizim oğlan doktor olmadı hanım, doktora yapıyormuş.” Gülbahar teyze de burnunu çekmişti hüzünle; ama verdiği cevaptan üstündeki üzüntüyü atmış olduğu belliydi. “Ben anlamadım valla bu oğlan ne olacak? Senelerdir okuyor… Ne olduğu belli değil. Yavrum siz de soğutmayın. Yiyin hadi.”

 Tatlı sohbetlerle yemeklerini yerlerken çok keyif almıştı Naz. Ev sahipleri o kadar içten davranıyordu ki kendisini misafir gibi değil evin kızı gibi hissetmişti. Bu da hissettiği ev özlemini az biraz bastırmıştı. Yağız da aynı durumda gibiydi. Kendisiyle uğraşan adamın yerinde yeller esiyordu şimdi. Memnuniyetle yemeğini yerken evin yakışıklı ve tatlı oğlundan farkı yoktu. Her fırsatta Gülbahar teyzenin yemeklerine methiyeler düzmeyi ihmal etmiyordu. Aynı zamanda, etkileyici ve güven verici bir duruşu vardı. Bu düşüncelerden zihnini arındırdığında derin bir nefes almıştı. Uzun zamandır bu kadar çok midesine yüklendiğini hatırlamıyordu. Çayının son yudumunu da içince Gülbahar teyzeye döndü.

 “Ellerinize sağlık Gülbahar teyzeciğim. Hem senin hem de mahalledekilerin. Her şey çok güzel olmuş,” dedi büyük bir minnetle.

 “Ama Nazlı kızım az yedin sen…” diyen yaşlı kadını Naz durdurma ihtiyacı hissetti. Çünkü gerçek anlamda midesi soda sinyalleri veriyordu. “Olur mu teyzeciğim? Gerçekten çok yedim.”

 “O zaman helva getireyim mi? Buranın helvasıdır. Bastırır mideni,” derken Yağız’a da bakmıştı.

 Yağız, elini göğsüne götürerek hafifçe başını sallamış ve kâfi der gibi bir hareket yapmıştı. Peki, Naz’ın bu tatlı kadını reddedebilmesinin bir imkânı var mıydı? Ama yapmak zorundaydı zira midesi genişleyebileceği sınırı çoktan aşmıştı. “Gerçekten yemeyeyim artık. Başka sefere,” dese de yaşlı kadın, yedirtmekte kararlıydı. “Tamam o zaman, koyayım da eve götürün ikiniz de Nazlı kızım.”

 Ne kadar düzeltse de bunun son olmadığını bile bile umutsuz bir girişimde bulundu Naz. Bu sayısını unuttuğu girişimlerden biriydi; ama adamın diline hepten düşmemek için önce Gülbahar teyzeyi düzeltmeliydi. Yoksa Gülbahar teyzenin, adını her fırsatta yanlış söylemesi sorun değildi. Sorun bundan dolayı adamla uğraşmak zorunda kalmasıydı. “Adım Nazlı değil. Naz…” dedi yumuşakça. Gülbahar teyzeyse şaşkınca Naz’a baktı. “Ben de öyle dedim Nazlı kızım; ama sen öyle diyorsan tamam, artık Sadenaz derim sana. Safinaz’dan aklıma gelir,” demiş ve Naz’ı hepten dipsiz kuyulara atmıştı. Çünkü Yağız, çekinmeden gülüyordu, bu cesareti de ona eşlik eden Hasan amcadan aldığı belliydi.

 Kucağında birleştirdiği ellerinin farkında olmadan yaptığı yumruklarını çözerek hızla ayağa kalktı. Eğer daha fazla bu adamın sinir bozucu sesinin kahkahaya dönüşmüş tonuna maruz kalırsa burada üçüncü dünya savaşı çıkacaktı ve belli ki bu ortam, bunun için müsait değildi. “Elinize sağlık Gülbahar teyzeciğim,” demişti bir kez daha ve masadan rastgele birkaç tabak alarak mutfağın yolunu tutmuştu. Elindekileri tezgâha bıraktığında yaşlı kadın da arkasındaydı.

 “Sen şimdi bize bir güzel Türk kahvesi yaparsın. Ne zamandır da böyle güzel bir kızın elinden kahve içmedik. İçeriz karşılıklı.”

 Kendisi için pek çok şey yapan bu kadın, ilk defa bir şey yapmasını istiyordu ondan ve o, kendisinden istenilen şeyi yapmasını tam manasıyla beceremiyordu. Bu durum öğrencinin o kadar çalışmasına rağmen sınavda çalışmadığı tek yerden gelen, bol puanlı bir soruya benziyordu!

 “Ben… Kahve yapmasını pek… Beceremiyorum,” dedi rahatsızca. Neyse ki adam burada değildi. “Beceremiyorum olur mu kızım hiç? Görücü falan geldiğinde kim yapıyor kahveyi?”

 İçinden yaşlı kadının şaşkın tepkisine gülmek gelse de durdurdu kendini genç kadın. Acaba görücü bekleyen birine mi benziyordu uzaktan? Bunu gizleme gereği de duymadı. “Daha önce böyle bir durumla karşı karşıya kalmadım.”

 O anda atalarımızın söylediği gibi ‘İstenmeyen ot başında biter,’ misali, Yağız içeri girmiş ve aynı anda Gülbahar teyze “Sana hiç görücü gelmedi mi?” diye hepten hayrete düşmüştü. Adam da yaşlı kadının tepkisiyle elindeki tabakları bırakıp onlara dönmüş ve gülmesini engellemek için hafifçe öksürmüştü. Naz ise biraz alınmışçasına yüzünü buruşturmuştu. Neydi yani?! Bu ayıp bir şey miydi?!

 “Sen hiç üzülme güzel kızım. Sana koca mı yok? Gel ben sana şöyle güzel bir kahve yapmayı öğreteyim de sana geldikçe yaparsın bana,” demişti sonrasında yaşlı kadın. Naz’ın anlayamadığı bir şey vardı. Oradan bakınca bu durum açısından üzgün gibi mi görünüyordu?

 Gülbahar teyze kolları sıvayıp tezgâhta bir şeylerle uğraşırken Yağız, Naz’ın yanına gelmişti. “Sen hiç üzülme Nazlı Öğretmenim. Gülbahar teyze şimdi sana kahve yapmayı da öğretir, ertesi gün kartolcu Hayrettin kapına görücü de gelir,” demişti fısıltıyla. Naz, saçlarını savurarak adama döndü. Bu adamı cevapsız bırakıp da içinde bulunduğu durumla eğlenmesine göz yummayacaktı. Bu kadar damarına bastıktan sonra bir fazlasına daha katlanamazdı. Yeşilleri kısılıp da tehlikeli pırıltılar saçmaya başlamışken dudaklarında cezp edici bir tebessüm belirdi. “Sen, Gülbahar teyze seni koluna takıp da elinde çikolatan ve çiçeğinle Şakire’nin kapısına götürene kadar bekle. Pardon… Nazire’nin,” diye fısıldamış ve yaşlı kadının yanına gitmişti. Yağız da kadının tavrına hayranlıkla gülmeden edemese de onları yalnız bırakmıştı.

 Adamın gidişiyle rahatlayan Naz, Gülbahar teyzenin anlattıklarını dinlemeye koyuldu. Gülbahar teyze dört tane fincanı ocağı üzerine koyarken bir şeylerin yanlış olduğunu düşündü genç kadın. Kahveyi köpüğüyle yapmayı tam manasıyla beceremiyor olsa da kahvenin cezvede yapıldığını biliyordu. Sanki yaşlı kadın onun düşüncelerini duymuş gibi konuşmaya başladı. “Bak Nazlı kızım, bunu İzmirli bir arkadaşımdan öğrendim, sen de benden öğrenmiş ol. Olur da eve gelenler kalabalık olursa bu şekilde kolay yaparsın kahveyi. Hem çok da köpüklü olur. Görücü geldiğinde de sade, orta, şekerli diye de ayrı ayrı yapmana gerek kalmaz güzel kızım,” demiş ve her fincana bir tatlı kaşığı kahve koymuştu. Sonra eline şeker kavanozunu almış ve iki fincana şeker koymuştu. “Siz gençler şimdi şekerli için. Bizim yaşımıza gelince şekersiz içirtecekler nasılsa.”

 Sonra da dört fincanı da suyla doldurmuş ve ocağın altını kısık ateşte yakmıştı. Naz şaşkınca bakakalmıştı. Şimdi dört fincan da ateşin üzerindeydi. Bir süre sonra fincanların dibindeki kahvenin yavaş yavaş tüm fincana dağıldığını ilgiyle izledi ve en sonunda fincanın içi öyle bir köpükle dolmuştu ki bu kadar kolay olduğuna inanamadı. Gülbahar teyzenin gösterdiği yerden fincanların altlıklarını alarak tepsinin üzerine dizdi ve fincanların sıcak kulplarına dikkat ederek tepsiye koydu. Su dolu bardakları da ekleyince her şey tamamdı. Tepsiyi ellerine aldığında şimdi kendisini tam anlamıyla evin kızı gibi hissetmişti. Gülbahar teyze önden gidip salona oturmuş o da peşinden gelerek önce Hasan amcaya sonra da yaşlı kadına kahve servisini yapmıştı. Ardından sıra Yağız’a gelmişti. Adam gözlerinin maviliklerindeki yakamozla kadının yeşillerine bakarken dudağındaki eğri gülümsemeyle “Eline sağlık,” deme lütfunda bulunmuştu. Naz’sa kısık bakışlarla karşılık verirken kısaca “Afiyet olsun,” demekle yetinmiş ve adamla göz göze gelmek zorunda kalmamak için onun yanına oturmuştu. Kahveler içilirken Hasan amcayla Yağız tavla oynuyorlar, Gülbahar teyzeyle Naz da sohbet ediyorlardı. Şimdi sanki büyüklerini ziyarete gelmiş, yeni evli çifti andırıyorlardı. Aman ne hoş!

 ***

 “Yardımcı olmamı ister misin?” diyen Yağız’ın tok sesiyle durdu. Bir süredir adamın varlığını görmezden gelerek tutukluk yapan kapısını açmaya uğraşıyordu. Maalesef ki başarılı olamamıştı ve bu da yetmezmiş gibi adam bir türlü kendi dairesine girip de kendisini varlığından yoksun bırakmamıştı. Adama bakmaya gerek görmeden “Hayır, teşekkürler,” diyerek başarısız çabalarına geri dönmüştü.

 Çabuk sinirlenen bir insan olabilirdi; ama bu kadar kışkırtılma herkesi rahatsız ederdi ve nedenini anlayamadığı bir şekilde bu adamın her hareketi onu tetikliyordu. Ayrıca altta kalmak bilmeyen yapısı ve cevap vermeden duramayan çenesini saymıyordu bile. Bunların birleşimi burada olmasının nedeni olsa da, bu adamda başka bir şey vardı! Tüm benliğini ayaklandırıyordu ve en sonunda kendisini söylemeyeceği şeyleri söylerken, yapmayacağı şeyleri yaparken buluyordu. Adam kendisine yabancıydı hâlbuki. Yeniden bölünerek üretilmeyecek tüm sinir hücrelerinin sağlığı için bu adamla mesafesini koruması gerekiyordu. Ne de olsa tüm sinir sistemi ona ruh sağlığı için gerekliydi. Bu yüzden affetmek erdemdir düşüncesiyle adamın yemek boyunca yaptığı her şeyi sinesine çekecekti. Fakat aşırı yüklenilmesi durumunda bu sözünü tutacağından da emin değildi. Bunları düşünerek farkında olmadan kapısına çok daha sert davranıyordu.

 “Biraz daha yüklenirsen anahtar kilidin içinde kırılacak ve sen bir kez daha evimde misafir olmak zorunda kalacaksın,” diyen adama aldırmadan kapıyla olan mücadelesini sürdürüyordu genç kadın.“Çok yardımseversin. Ama ne şimdi ne de başka bir sefer… Böyle bir şey olmayacağına emin olabilirsin.”

 Kadın haklı mücadelesine devam ederken adam gelip kontrolü eline almıştı. Elleri birbirine temas etmişken Naz elini çekme fırsatını son anda bulmuş ve adam anahtarı tutmuştu. Çelik kapıyı hafifçe yukarı kaldırmış ve anahtarı çevirmişti. Yağız, kapıyı açarak iyilik yaptığını düşünedursun, Naz’ın tüm sinirlerine elektrik vermişti sanki. Genç kadın, elini boşlukta yanmışçasına sallarken adam çekici bir gülüşle ona bakıyordu.

 “Bayağı elektrik yüklüsün. Üzerine yüksek gerilim hattı diye levha asmalılar. Hem bu kadar kesin konuşma, komşuyuz şunun şurasında. Ne zaman yardıma ihtiyacın olacağını ve beni çağıracağını bilemezsin. Hem şimdiye kadar ettiğim tüm yardımları şikâyet etmeden kabul ettin.”

 Evet, etmişti ve şimdi nasıl olup da böyle bir şey yaptığını aklı almıyordu; ama adamla bu duruma geleceğini bilse kesinlikle kabul etmeyeceğini biliyordu.

 “Öncelikle… Çarpılan benim. Bu da demek oluyor ki Yüzbaşım, bahsettiğin levha senin boynuna asılmalı. Ve evet, yardım ettin. Bu yardımların hiçbirini senden istememiş olsam da yaptıkların için minnettarım. Fakat… İki kere yardım ettin diye ki altını çizerek söylüyorum bunlar için tamamen gönüllüydün, tekrar senin yardımına ihtiyacım olacak diye bir durum söz konusu değil. Sonuçta evime yerleştim ve kas gücünü gerektirecek bir ihtiyacım da kalmadı,” derken hem tane tane hem de tatlı tatlı konuşmuştu ve evet başarıyordu! Bu adamın hakkından sinirlenmeden gelebilirdi. Şimdi adam cevap verirse makul karşılıklar verecek sonrasında da evine girip kaybettiği iç huzurunu bulacaktı.

 “Demek çarpıldığını… Seni çarptığımı kabul ediyorsun?”

 O iç huzur, bulabileceği bir yerdeyse artık kesinlikle kayıplara karışmıştı! Bu ne cüretti böyle?! Kendisini kırmızı görmüş boğalar gibi hissediyordu, belki onlar bile kendisi kadar sinirli hissetmiyordu. Boşuna uğraşıyordu! Kesinlikle boşunaydı. Dişlerini sıkarak kendine verdiği sözü tutmaya uğraşırken çabası beyhudeydi. Vurucu cümleleri ararken ise tüm çabası buhar olup uçmuştu. Bu adamı susturacak bir şey kesinlikle olmalıydı! Ellerini iki yanında yumruk yapmışken cebinde çalan telefonunu duyarak dikkatini adamdan ayırdı. Kesinlikle şu telefona şu an minnettardı. Kimin aradığının bir önemi yoktu. Telefon ekranına bakmadan açarak telefonu kulağına götürdüğünde “Naz… Nasılsın?” diyen Orkun’u işitmişti.

 Bakışlarını adamın eğlenen mavilerinden ayırmazken  “İyiyim Orkuncuğun sen nasılsın? Bensiz oralar güzel mi?” diye sorarken dudaklarında adama olan sinirine inat çekici bir gülümseme belirmişti. “Bu soruyu bana sormadın kabul ediyorum. Ne kadar bunu benden duymaktan hoşlanmayacağını bilsem de… Söylemek zorundayım ki buralar sensiz gerçekten de çekilmez. Buradaki tüm yaşam enerjisini yanında götürmüş olabilir misin, merak ediyorum. Eğer öyle bir şey yapmışsan ki benim hâlimden öyle görünüyor, orada çok eğleniyor olmalısın,” demişti Orkun ve zoraki gülümsemesinin yansıdığı ses tonuna ek, sıkıntıyla verdiği nefesi de gelmişti Naz’ın kulağına. Sorduğu soruya da bin pişman olmuştu şimdi. Adama olan siniri yetmezmiş gibi kendisine de sinirlenmişti!

 “O kadar eğleniyorum ki görsen inanamazsın. Kapımın dibinden ayrılmayan, sırnaşık sokak kedileriyle uğraşmak o kadar zevkli ki. Bir de kendilerini aslan zannedip o edayla kapımın önünde dikilmeleri yok mu?”

 Duyduğu sözlerle Yağız’ın kaşları çatılmış olsa da eğri gülümsemesi bana mısın demiyordu. Demek sırnaşık bir sokak kedisi yerine konmuştu; ama aslanı tercih ederdi. Kadının söylediklerini haklı çıkartır gibi iyice dikleşirken omzunu kadının kapısının pervazına yasladı.

 “Naz sen kedileri sevmezsin,” diyen Orkun’u dinlerken, genç kadının bakışları Yağız’ın hareketlerini izliyordu. “Evet sevmem. Mart ayının etkisi desem marta da çok var; belli ki bazıları zamanını şaşırmış. Muhakkak pusulası şaşmış, dişisini kovalayan kedilerden çok vardır dışarıda. Ekolojik denge bozulunca tabii doğanın da buna tepki vermesi gayet doğal. Anneme hatırlatayım da bir ara sokak hayvanlarını koruma derneğine yaptığı bağışı arttırsın.”

 Çakmak çakmak bakan mavi gözler, kadını tartarken Yağız bu kez kadını gerçekten çileden çıkardığını anladı. Sinirden kızaran yanaklarına rağmen söylediği laflarla amacına ulaşmış olmanın mutluluğunu yaşayan yakamozlu yeşiller ışıl ışıldı. Dolgun dudaklarındaki gülümseme de buna uyumluydu. Kadının sinirini hak ediyor ve garip bir şekilde bundan memnun da olabilirdi; fakat bu kadarı yeterliydi. “Yarın sabah erken gideriz Naz. Haberin olsun,” derken yüksek ve tok bir ses tonu kullanmıştı. Elinde salladığı Naz’a ait olan anahtarları kadına uzattı.

 “Yanında biri mi var?”diyen Orkun’a “Kedilerle uğraşıyorum dedim ya. Onun sesi duyduğun,” derken, adamın elindeki anahtarı almıştı. Yağız’ın mavi gözlerindeki alevler tatmin olması için şimdilik yeterliydi. Çünkü bunu hak etmişti! Ve bu zaferiyle yaktığı büyük ateşe, adamın buz gibi su döküp söndürmesine izin vermeyecekti. O adam, şu an lafının üstüne laf söylemeyecekti. Adama hoş bir gülümseme hediye ederken dairesine girmiş ve kapısını kapatmıştı.

 O, zafer sarhoşluğu ise adama söylediği her bir kelime balyoz darbesi misali zihninde yankılanırken tuzla buz olmuştu. Söyledikleri kulağına sonradan gelme durumunda boyut atlamış söylediklerinin idrakine yeni varmıştı. Adama resmen kedi demişti. Üstüne üstlük sadece kedi dememişti. Ek olarak çeşitli yakıştırmalarla birlikte kullanmıştı. Sokak, sırnaşık, mart… Bunlar şu an aklına gelenlerdi ve bu kez… Kesinlikle ileriye gittiğini hissediyordu. O adam için bile olsa, bu kadarı fazlaydı.


Aşkın Nazlı Hali - Bölüm 7

 


Bölüm 7

 Yağız,  hafif bir yorgunlukla ağrıyan kaslarını umursamadan ayakta dikilirken, ellerini beline dayadı ve kendi ellerinden çıkan odayı mavi bakışlarıyla süzmeye başladı. İnceleyen gözleri, odanın bir ucundan diğer ucuna doğru ilerlerken her şeyin en uygun olabileceği şekilde olduğunu düşündü. Bakışları odanın sonuna ulaştığında, kendisi gibi odanın son hâlini inceleyen genç kadına takıldı. Kadın bir an için izlendiğini fark edince yüzünü adama doğru çevirmiş ve genç adamla göz göze gelmişti. Yağız,  gözlerini kadının hareli yeşillerinden ayırmadan, omuzlarını taşıdığı hafif yorgunlukla esneterek kollarını göğsünde birleştirdi. Mavilikleri hafifçe kısılırken dudaklarında aldırmayan, eğri bir gülümseme vardı.

 “Bence, bu hâliyle gayet güzel ve kullanışlı oldu. Sen ne düşünüyorsun?” diye sorarken, başını gerçekten onun düşüncelerini merak edercesine eğmişti. Aslında kadının vereceği cevabı, adının Yağız olduğu kadar iyi biliyordu.  Kesinlikle ve kesinlikle, kendi düşüncelerine itiraz edecek ve beğenmediğini söyleyecekti. Böyle düşünmesinin sebebi, kararsızlıkla büzülmüş kırmızı dudakları ya da fark etmeksizin biçimli çenesinin kenarında tempo tutan manikürlü tırnaklara sahip parmakları değildi. Bunun sebebi, hareli yeşillerindeki pırıltılardı. Çünkü ne zaman intikam alırcasına bir harekete kalkışacak olsa, takındığı o tavırlara inat, gözleri aldığı zevki belli edercesine ışıldıyordu.

 “Aslında şu koltukların yeri… Bilemiyorum… Hâlâ içime sinmiyor. Belki de onları tekrar kalorifer peteklerinin olduğu yere çekmelisin.”

 Naz, yüzünde peyda olmak için fırsat kollayan gülümsemesini dişleriyle zapt etmeye uğraşırken, gözlerinde barındırdığı ışıltıların farkında olmadan adama baktı. Adamsa onu baştan aşağı süzerken kalçasıyla koltuğa yaslanmıştı. Şimdiki pozisyonunda daha rahatmışçasına, utanmazca kendisini süzmeye devam ediyordu. Bulundukları durumda Naz’ı rahatsız eden bir şeyler vardı. Adamın mavi bakışlarının değdiği yerlerde sanki ona dokunuyormuşçasına ürperti hissederken içinde bulunduğu anlaşılmaz hislerden silkinerek o da rahatça yanındaki koltuğa yaslandı.

 “Sen ciddi misin?” diye soran adamın kaşları önce şaşırmışçasına hafifçe kalkarken sonrasında bu ifade eğri bir gülümsemeye dönüşmüştü tekrar. “Gerçi neden şaşırıyorsam? Son bir saattir karar verme yetinin pek de yerinde olmadığından zaten emin olmuştum.”

 Adamın yaptığı tespit sonrasında, genç kadının tek kaşı inatla kalkmış, adamın yaptığı gibi kollarını göğsünde birleştirmişti. Ağzında bir dolu zehirli sözcük varken adamın son söylediklerine kulak tıkayarak konuşmaya başladı. Demek kararsızdı!  Konuşurken o zehirli kelimelerin saklı olduğu dolgun dudakları kendinden emin bir duruşla kıvrılmıştı. Aslında kararsız değil, istediği şey söz konusu olduğunda oldukça kararlıydı. Bunu son bir saattir kendisine bir kez daha kanıtlamışken adamın ne düşündüğü, aldığı zevkin yanında önem dahi teşkil etmiyordu. “Ciddi olmamam için hiçbir sebep yok. Yani… Evet, ciddiyim.”

 Yağız bir an için dudaklarında oluşan gerçek gülümsemeye engel olamazken elini bir günlük olan sakallarına götürerek keyif alırcasına sıvazladı. Çünkü belli ki kadın da bu oyunu sürdürmekte istekliydi. Kendisi de ona bu konuda destek olabilirdi, tabii şu an hafifçe sızlayarak isyan eden kasları olmasaydı.

 “Hadi ama öğretmen hanım. Şu an bulunduğumuz evi farklı şekilde yerleştirmeyi denedik… Pardon… Senin direktiflerinle yerleştirmeyi denedim, demeliydim ve sen de biliyorsun ki bu boyutta bir salon için düzene uyan en iyi stratejik yerleşim planı; bu. Ayrıca, bu odayı üç defa değiştirdik, bilmem farkında mısın?”

 Adamın söylediği her bir kelimeyle gözleri kısılan Naz, destek aldığı koltuktan doğruldu ve adamın ne dediğini anlamaya çalışırcasına adama bakmayı sürdürdü. Yanlış duymadığını anlamasıyla beraber, alayla devirdiği gözlerine eşlik eden alaycı gülümsemesi, sözcükleriyle birleşmişti.

 “Stratejik yerleşim planı mı?” diye mırıldandı önce inanmazlıkla karışan ufak kahkahasının arasında. Göğsünde birleştirdiği kollarını çözerken bir elini beline atarak meydan okurcasına başını kaldırdı. Adamın kendisini ilgiyle inceleyen yüzünü gördüğünde başını hafifçe sağa sola sallayarak bir kez daha güldü. Ama bu gülüş durumun komik olmasından kaynaklanmıyordu. “Asker bir adamdan ne bekliyordum ki?” dedi bu kez daha yüksek bir sesle. Adamın biçimli, kalın kaşlarından biri havaya kalkınca kadının yüzündeki gülümseme yavaşça solarak yerini ciddi bir tavra bıraktı.

 “Burada atladığın bir şey var. Ben evimi dekore etmeye çalışıyorum Yüzbaşım. Herhangi bir taarruz durumunda, düşman askerine karşı konuşlanacağım bir mevzi değil… Yani… Bir asker beni mutlu edecek dekorasyon konusunda, bana kas gücü dışında ne kadar yardımcı olabilir,  bu pek tartışmaya açık bir konu değil gibi.”

 O an içerisinde, yüzündeki tüm ciddiyete rağmen içten içe oldukça eğleniyordu genç kadın. Adamın dediği gibi bu düzenleme uygundu uygun olmasına; ama adam için uygun olması Naz için, durumu oldukça uygunsuz bir hâle getiriyordu. Bir an için adam, üzerindeki bakışlarını çekerek salonun diğer odalara açılan kapısına baktı. Sonrasındaysa salonu gelişigüzel, hızla taramıştı. Naz ise adamın ne yaptığını anlamaya çalışırken çatılmış kaşlarla onu izliyordu. Adamın ağzından çıkanlarla çatılmış kaşları hafifçe havalanırken aslında adamın da kendisiyle kedinin fareyle oynadığı gibi oynadığını fark etti. Normal bir durumda, adamın şikâyet etmesi gerekirdi.

 “Şöyle bir baktım da… Aslında… Burada, herhangi bir üçüncü dünya savaşı çıkması hâlinde, gerçekten de kendini savunmanı sağlayacak en iyi stratejik savunma düzeni sağlamışım sana.”

 Karşısındaki kadının şaşkınlığından sıyrılmasından sonra devirdiği o hareli yeşilleri, duyduklarından silkinir silkinmez meydan okurcasına adama yönelmişti tekrar. Bacaklarını ikinci bir deri gibi saran siyah taytının üzerideki tozpembe, uzun ve salaş kazağı ile aslında ev hâlini yansıtsa da o görünümden oldukça uzaktı. Uzun koyu kahve saçları alelade bir topuzun altında esir edilmişken birkaç tutam özgürlüklerini ilân etmiş, açıkta kalan öpülesi boynuna eşlik etmişlerdi. Yüzündeki ifade ise hem memnuniyetsiz, hem kararsız, hem kibirli, hem de doğrusu seyredilmeye değerdi. Bunların harmanlandığı bu kadınsa, genç adamda yaramazlık yapma isteği uyandırıyordu. Kadının duruşuna dayanamayarak sözlerine devam etti.

 “Kararsızlığının seni bu derece etkilemesine izin verdiğin sürece sen fikirlerini değiştirmeye, ben de senin o şahane fikirlerine karşı çıkmaya devam edeceğim. Umuyorum ki bu kararsızlığın mesleğine, evine yansıdığı kadar yansımıyordur. Sen ne kadar bir askerin kas gücünden ibaret olduğunu düşünüyor olsan da öğretmenlik de askerlikte olduğu gibi kararlılık gerektirir. Nasıl ki askerlerimden ben sorumluysam, öğrencilerinin tüm mesuliyeti de senin üzerinde. Bir bakıma sen de küçük askerlerin komutanısın. Kararlı olmak zorundasın. Yoksa nasıl bir nesil yetiştirirsin ki?”

 Oyununu oynuyorken hiçbir şey sinirini bozmamalıydı; ama adamın bu söyledikleri çok fazlaydı! Göz yumulamazdı ve mutlaka haddi bildirilmeliydi! Bu düşüncelerle ağzını açmak üzereyken adamın ondan önce davranmasıyla, dikkatini adama verdi.

 “Bulunduğu konumda göz zevkini bozan bir sehpa ya da sen oturduğunda, şu anki yerinden kaynaklı, sana rahat vermeyecek bir koltuk olursa değiştiririz ve olur da bir askerin sadece kas gücüne ihtiyaç duyarsan ben karşı dairedeyim. Ama lütfen daha sonra… Çünkü yorgunluğuma rağmen benim de yerleştirmem gereken bir evim var ve maalesef ki ne bu durumda bana yardım etmek için hevesli erkek öğrenciler ne de benim dışımda, bana yardım edebilecek bir asker var.”

 Naz, adamın tüm söyledikleriyle ona diyeceklerini yutarken gerçekten de adamın kas gücünü, tahmininden daha fazla kullandığını düşündü. Bu da başından beri tam olarak planladığı şeydi. Söyleyecek sözleri kesinlikle adamda bu derece kalıcı bir etki bırakamayacaktı. Gece yatağında adam yorgunluktan kıvranırken, Naz da bunun verdiği zevkle mışıl mışıl uyuyabilirdi. Yüzünde oluşan gülümsemeden habersiz düşüncelerine dalmışken adamı azat edebileceğine karar verdi. Ama gözünün ucuna takılan bir şeyle adamı serbest bırakmak düşüncesinden hemen vazgeçti ve yüzündeki gülümseme bir önceki sinsi duruşundan sıyrılarak tatlı bir hâle dönüşürken konuşmaya başladı. “Biliyorum çok yorgunsun; ama… Son bir iyilik daha isteyebilir miyim?”

 Kadının bu kadar tatlı bir yüz ifadesi takınmasının sebebi, kesinlikle bu işi yapacak olmasından duyduğu nefret olmalıydı. Zira Yağız, kadının şu an ona tatlı bir gülüş bahşetmektense kendisini parçalamak istediğine emindi. Ama o tatlı gülüşüne eşlik eden, masumca açılmış hareli yeşilleri bunun tam aksini söylüyordu. Biraz önce bu kadının sinsi olduğunu mu düşünmüştü? Ya da kendisinden intikam almak istediğini? Su yeşilinin en güzel tonuna derin bir dalış yaparken, kadının dudaklarını nemlendirmek için yaptığı ufak bir hareket Yağız’ın dikkatinin yönünü değiştirmiş olsa da genç adam tekrar kadının gözlerini bulmuştu.

 “Nasıl bir yardım?” diye sorarken dağılan dikkatinin diğer parçalarını toplamak istercesine devam etti. “Koltukları değiştirmemi isteme lütfen. Belki inanmayabilirsin; ama biz askerler de insanız ve benim de bir canım, bir dayanma sınırım var.”

 Bunları söylerken hafifçe kalınlaşan sesi gerçekten bir şeylerin sınırında olduğuna işaret ediyor olabilirdi. Bu kadar kolay etkilenen biri olmamasına rağmen bu kadında farklı bir şey olduğu belliydi.

 “Ne o Yüzbaşım, hemen su koyuverdiniz. Benim bildiğim, asker adam ne olursa olsun sızlanmaz derler. Ama korkma, koltuklar kalabilir. Başka bir ricam olacak,” derken başıyla koltuklardan birinin üzerindeki bir yeri işaret etti genç kadın. Adam, kadının bakışlarını takip ettiğinde, henüz kabul etmese bile kalkışması hâlinde yarını da katlamalı ağrılarla geçireceğini garantileyen bir yığın kumaşla karşılaştı. Bu kadarı kendisi için de fazlaydı ve kadının neden bu kadar tatlı gülümsediği şimdi anlaşılıyordu.

 Ama ne kadar karşısındaki kadın güzel olsa da ne kadar tatlı ve akıl çelen bir gülümsemeyle masumca kendisine baksa da ve ne kadar ondan etkilenmiş olduğunu kabul etse de bunlardan hiçbirisi, şu an için bu yorgunlukla, söylenen işi ona yaptıracak kadar etkili seçenekler değildi.

 Naz, adamın değişen yüz ifadesini fark ettiğinde önce oldukça şaşırmış olsa da beraber geçirdikleri o kadar saat içerisinde en çok şu dakikalardan zevk aldığını fark etti. Bunun nedeni adamın değişen yüz ifadesiydi. Şu zamana kadar o kadar eşyayı odanın bir ucundan diğer ucuna taşırken kendisine takılmak dışında zerre şikâyet etmeyen adam, birkaç tül perde takma durumu söz konusu olunca resmen dehşete kapılmıştı. Dudaklarının ucuna kadar gelen kahkahayı zapt ederken takılmadan edemedi.

 “Ne o? Yoksa Yüzbaşımızı birkaç tül perde mi korkuttu? Eminim ki perde takmak, stratejik düzenleme yapmaktan daha kolaydır.”

 “Ben ikinci seçeneğin daha kolay olduğu düşüncesindeyim. En azından benim açımdan. Ve sana bir dayanma sınırımın olduğundan bahsederken oldukça ciddiydim.”

 Adamın dudakları bunları söylerken ne kadar hoş bir tebessüm taşırsa taşısın, ciddi anlamda Naz ilk defa adamı bu kadar yorduğunu fark etti. Yüzü yorgunluğun belirgin izlerini taşırken, bakışları hâlinden oldukça rahatsız olduğunu belli ediyordu ve adamın mavi bakışları… Etkilenmiş olmayı reddediyordu! Derin bir nefes alarak kendini gelmeye çalıştı.

 “Korkma hemen…” diyerek adama masumca tebessüm etti. Bu tebessüm hiçbir art niyet barındırmıyordu. Zira amacına ulaşmışken daha fazlasını istemiyordu. “Perdeleri takacak kişi sen değilsin. Senin yapman gereken tek şey; ben perdeleri takarken merdiveni tutmak.”

 Naz bunları söylerken gözünün ucuyla girişteki, Gülbahar teyzeden aldığı merdiveni işaret etmişti. Yağız’ın bu hareket dikkatinden kaçmamış ve başını çevirerek merdivene şöyle bir baktıktan sonra onaylamış, hiçbir şey söylemeden merdiveni almak için bulunduğu yere doğru yönelmişti. Naz ise adamın tek laf dahi etmeden verdiği onaya şaşırmıştı. Şaşkın bakışlarla adama bakarken adam yakınına gelmiş ve eski olan merdiveni pencerenin önüne kurmuştu. Bir yandan da merdivenin sağlamlığını kontrol ederken kadının bakışlarından habersiz, merdivenin kadın için ne kadar tehlikeli olabileceğini düşünüyordu. Çünkü her fırsatta merdiven çığlık atarmışçasına gıcırdıyordu. Adam nefesini sıkıntıyla bırakırken Naz’a doğru döndü. “Bu merdivene çıkmak istediğinden emin misin?”

  “Başka bir önerin var mı?”

 “Belki de bir gün daha sabredebilirsin. Yarın bunun için daha emniyetli bir yol düşünebiliriz.”

 Adamın yardımcı olmak istercesine takındığı tavır, Naz’ın üzerinde garip bir etki bırakmıştı. Adama için için sinir olurken içinde bulundukları bu durumda adamın yaklaşımı hoşuna gitmiş olamazdı. Kendi düşüncelerini anlayamazken konuşmaya başladı.

 “Bir geceyi daha perdesiz geçirmek istemiyorum. Evde olduğumu hissetmem lazım artık. Ev perdesizken sanki kendimi izleniyormuşum gibi hissediyorum, ” derken kendi kendine konuşuyor gibi bir hâli vardı. Bir derin nefes daha alarak adamın, üzerinde bıraktığı etkiden sıyrıldı. “Bunun dışında bir önerin var mı? Yani… Eğer perdeleri sen takmak istersen bu öneriyi seve seve kabul ederim.”

 O an bir kez daha şaşırdı Naz. Çünkü adam gerçekten perdeleri takmaya niyetlenmiş gibi başını kaldırarak kornişlere bakmıştı ve yüzündeki ifade gerçekten de kendisini önemsiyor, onun için endişeleniyormuş hissi veriyordu. Aksi gibi herkesin ilgisinden yoksun kaldığı, unutulduğunu düşündüğü bu yerde her hareketinin kendisinde iğne batırılıyormuş hissi bırakan bu adamın ilgisinden hoşlanır olmuştu. Belli ki sinirlerinin sebebi yön değiştiriyordu! Kendi yaptığına inanamazken adamın bir şey demesine fırsat vermeden merdivenin önüne gelerek durdu ve ayağını ilk basamağa attı. Çıkan sesi göz ardı ederken elleriyle sımsıkı merdivenin kenarlarından tutmuştu.

 “Bu merdiven seni pek taşıyabilecek gibi değil. Hem neyse… Bunları da ben yapmış olayım da sonra kırdığım birkaç bardağın lafını ettiğin gibi, perdelerimi de taktırdığım için şikâyet etme fırsatını vermeyeyim sana. Sonra her işimi sana yaptırdığımı falan söylersin arkamdan.”

 İkinci basamağa bastığında hafifçe sallanan merdivenden korkarak önce dursa da üçüncü basamakta merdivende herhangi bir sarsılma olmamıştı. Adamın, kendi elinin altında duran elinin verdiği güvenceyle bir basamak daha çıkacakken ayağı havada kalmıştı.

 “ Sen hangi işini bugüne kadar bana yaptırdın ki ben sana böyle söyleyeyim?”

 Normal şekilde söylense muhakkak problem yaratmayacak olan sözler, adamın alaycı sesinin tınısıyla kaplanmışken kelimelerinin kulağa gelişi başlı başına problem yaratıyordu. Başını ani bir hareketle çevirerek adama baktı. O anda adamla aynı hizaya gelmişlerdi. Bu sayede adamın maviliklerine doğrudan bakabiliyordu. Maviliklerdeki o ton, içinde dalgalanma oluşturmuşken, sözleri bu dalgalanmaları fırtınalara dönüştürmüştü.

 “Aslında düşündüm de bu işi her şeye rağmen sana yaptırmalıydım. Merdivenlere ihtiyacın olmadan da gayet rahat bu işin hakkından gelebilecek gibi duruyorsun. Bana atalarımızın söylediği birkaç atasözünü hatırlattın bir anda. Sahi… Boyun kaç?”

 O mavilikler, söylenen şeylerden zevk alırcasına kısılmış ve adamın dudaklarına alaycı bir gülümseme yapışmıştı. Nasıl olmuştu da biraz önce bu adamın kendisini önemsediğini düşünmüştü, aklı almıyordu Naz’ın.

 “Bir metre doksan iki santim. Atalarımızın meşhur develerinin sahip olduğu standart boy ortalamasına uygun mu sence?”

 Normal bir insanın yapması gereken şeyler bunlar olmasa gerekti, değil mi? Böyle pişkinliğe vurmaması gerekiyordu! Böyle bir sohbetten zevk almamalıydı ya da en azından zevk alıyormuş gibi çekici bir gülümseme taşımamalıydı dudaklarında. Bunları yapmaması gereken kişi normal bir erkek statüsü içerisindeydi. Bu da karşısındaki adamın normal olmadığının ispatıydı. Ama adam, bunları yapmakta hiçbir çekince görmüyorsa kendisi de buna ayak uydurabilirdi.

 “Bayağı da uzunmuşsun. Ama benim bahsettiğim atasözü bu değildi. Ben tam olarak ‘Allah boy vermiş gerisini koyuvermiş,’ olandan bahsediyordum,” diyerek hızla başını önüne doğru çevirmiş ve saçları o fark etmeden adamın yüzüne savrulup geçmişti. Saçlarının hoş kokusu adamın ciğerlerine dolarken bunun etkisiyle adam sesini çıkarmadı ve kadına karşılık vermek yerine, onun perdeyle olan mücadelesini izlemeye daldı.

 Naz, kornişlere ulaşmak için sarf ettiği efordan oldukça yorulmuş, boynu ağrımaya başlamıştı. Bir eliyle merdivene yapışmışken eli karıncalanmaya başlamış bir yandan da merdivenin en tepesinde, gözlerinin önünde baloncuklar uçuşuyordu. Son klipsi de yerine taktığında büyük bir rahatlama yaşayacakken adamın sesiyle aşağı doğru baktı.

 “Britin nerede?”

 Adama doğru anlamayan bakışlarla bakarken gözünün önüne gelen saçlarını hızla arkaya doğru attı. Brit de neydi? Her ne olursa olsun, ne kadar anlamını bilmese de kendisinde olmadığına emindi.

 “Perde durdurucu,” diyen adam, Naz’ın yüz ifadesinden söylediği şey hakkında hiçbir fikri olmadığını anlamıştı.

 Kelime ne kadar Türkçeleşirse Türkçeleşsin, Naz adamın bahsettiği şeyin neye benzediğini bilmese de kendisinde olmadığından kesinlikle emin olmuştu. Gözlerinin etrafındaki baloncuklar sürekli irtifa alırken gözlerini sımsıkı kapattı. “Boş ver, onlarsız olsunlar.”

 Gözlerini araladığında adamın maviliklerindeki yakamozlarla karşılaştı. Yüzündeki eğri gülümsemesi de yerli yerindeydi. Onun burada başı dönerken ki bu baş dönmesinin sebebi kesinlikle adam değildi, bu adam nasıl oluyor da hiçbir sebep yokken böyle gülüyordu?

 “Eğer onları bu şekilde bırakırsak çektiğin gibi her fırsatta…” diyen adam bir eliyle merdiveni tutmaya devam ederken diğer eliyle Naz’ın yeni takmış olduğu perdeye uzanmış ve pencerenin aksi yönünde çekerek perdenin yarısından çoğunu kornişten salıvermişti. “… Aşağı iner. Senin de tüm emeklerin boşa gider,” diyerek sözlerini tamamlamıştı.

 Özgürlüklerine kavuşan perde düğmelerinin ardından dehşetle gözleri irileşen Naz, şaşkınlıkla harmanlanan bakışlarını Yağız’a çevirmişti. Zaten uzun süre yukarıya doğru hamle yapmış olmanın verdiği baş dönmesiyle merdivenin üzerinde zor dururken, adamın yapmış olduğu bu hareket onda adamın üzerine atlayabilecek tüm enerjiyi aşılamıştı adeta. “İnanamıyorum sana! Ben onları takana kadar boynum tutuldu, haberin var mı senin?!”

 “Ben sadece sana perde durdurucunu takmadığımızda nasıl bir durumla karşılaşacağını gösterdim. Hem ben öğretmenleri çok daha dirayetli bilirdim. Bir perde takmaktan hemen boynun mu tutuldu, Nazlı Öğretmenim?”

 Perde takmaya alışık olmamak, kendi suçu değildi. Şimdiye kadar şükür ki hiç perde takmak zorunda kalmamıştı ve umuyordu ki uzun bir süre de böyle dehşet bir durumla karşı karşıya kalmazdı.

 “Biz öğretmenler de insanız ve bizim de bir dayanma sınırımız var. Yani askerlik için geçerli olan bu kriterler bizim için de geçerli! Ayrıca… Benim adım Naz. Nazlı değil,” dedi dişlerinin arasından ve dudaklarını buruşturarak adamın kornişten söktüğü perde düğmelerine baktı.

 Sıkıntıyla gözlerini kapatırken aklına Gülbahar teyzenin de Yağız gibi kendisine kaç defa Nazlı diye hitap ettiği geldi ve onu kaç kez düzelttiği… Zor bir söylenişe sahip değildi ismi. Açık, sade ve üç harften oluşuyordu. Gülbahar teyzenin neden inatla ona Nazlı dediğini anlayamamış bile olsa o söylediğinde, o kadar rahatsız edici değilken Yağız’ın söyleyişi, sinir demetlerinin her birine ayrı ayrı dokunuyordu. Derin bir nefes alarak serbest kalmış düğmelere uzandı.

 “Şu perde durdurucusunun, bende olduğundan emin değilim. Perdeleri durdurmanın başka bir yolu yok mu?” Bunları söylerken işine oldukça odaklanmış gibi gözlerini perdelerden ayırmasa da asıl nedeni adamın çok bildiğini ayan beyan belli eden yüz ifadesine maruz kalmamaktı.

 “Kullanmadığın düğme ya da gazete kâğıdı da sıkıştırabiliriz. Dikiş kutun nerede?”

 Naz’ın klipsi tutan eli havada asılı kalmıştı bir an. Dikiş kutusu mu demişti adam?! Bu adam asker miydi yoksa ev ekonomisi öğretmeni mi, bu iki seçenek arasında kararsız kalmıştı genç kadın. Başını ani bir hareketle adama doğru çevirmişken gözlerinin etrafında beliren siyah noktalarla merdivenin başında eğilmiş, bir eliyle gazete yığınlarıyla uğraşan diğer eliyle merdiveni destekleyen adamı zorlukla seçebildi. Bir an için kaybolan dengesini bulduğunda gözleri kararırken havada kalan eliyle merdiveni tutmak için yaptığı sert hamle sonucunda bu kez merdivenin dengesi bozulmuş, adamın merdiveni tutuşuysa bunu fark etmeden hafifçe gevşemişti. Naz’ın merdiveni tutmak için yaptığı hamle başarısız olurken, gözleri hepten kararmış ve korku dolu bir çığlıkla kendisini bilinmezliğin sert olduğunu tahmin ettiği kucağına bırakmıştı.

 Genç kadın bedeninin serbest kalış dakikasından sert zemine çakılma anı boyunca, hissettiği panikle gözlerini kapatmışken birden sıcacık, bir o kadar da güven veren yumuşaklığın kucağında buluvermişti kendini. Sımsıkı kapattığı gözlerini az biraz aralarken, can havliyle yakaladığı yünlü kumaşın sıcaklığının ne olduğunu ayırt etti önce. Elleri Yağız’ın kazağını öyle sıkıca kavramıştı ki ellerinin eklem yerleri bembeyaz olmuştu. Kendisi sadece bir dakika önce yaşadığı aksilikle derin nefesler alırken adamın da aldığı nefeslerle göğsü körük gibi inip kalkıyordu ve adamın sıcak nefesini hissetmişti kulaklarında. Panik dolu titreyişin arasından bedeni ürpermişti. Adamın sesi endişeli geliyordu. “Naz, iyi misin?”

 Gözlerini sıkıca yumarak başını yasladığı adamın göğsüne iyice gömerken burnuna dolan ferah kokuyla başı iyiden iyiye dönmüştü. Başını ürkekçe adamın sıcaklığından ayırırken adamın endişeyle çalkanan mavilikleriyle karşılaşmasıyla içini tuhaf belki de anlamsız bir his kapladı. Adamın mavileri daha önce bu kadar koyu olmasa gerekti. Zihnini bulandıran bakışlardansa soruya yöneldi. Adam hâlâ olası bir tehlikeyi önlemek için onu göğsüne bastırıyordu. Peki, Naz iyi miydi? Kesinlikle değildi! İçinde, kendisini bu kadar iyi hissetmesini sağlayan tuhaf hisle iyi hissetmesi mümkün olamazdı! Olmamalıydı!

 “Sa… Sanırım, iyiyim. Te… Teşekkür ederim…”

 Ama sesi bunun aksini ispat eder gibi titreyerek çıkmıştı. Ya da hâlâ yaslı olduğu bedenin sıcaklığıyla karışmış, temiz erkek kokusu nedeniyle… Başı karlı dağlardan yeşil vadilere esen, tertemiz ve kekik kokulu deli rüzgârlar gibi kokuyordu. Mis gibi…

 “Pekâlâ,” derken genç adam derin bir nefes vermişti. Onun çığlığı kulaklarını doldurduğunda nasıl atılıp kucakladığını dahi hatırlamıyordu. Tek hatırladığı tehlikeyi hissettiği ve harekete geçtiğiydi. Kucağında titreyen ve ufacık kalmış kadının gözlerine bakarak iyi olup olmadığını anlamaya çalışırken onu bırakmak için hiçbir hamle yapmadı. Kadının gözleri birkaç dakika öncesinin etkisiyle hareli kısımlardan dışa doğru koyulaşmış ulaşılması zor birer mücevheri andırıyorlardı. Saçları alelade yaptığı topuzdan firar etmiş, kendi göğsünün dört bir yanına dağılmıştı. Her bir saç telinin kokusu sanki özellikle burnuna doluyordu. Yaşadığı şokun etkisiyle yüzü solmuş olsa da yanakları hafifçe renkleniyor gibiydi. Bakışlarını tekrar kadının gözlerine çevirdi ki zaten harelerinden koyulaşarak devam eden dalgalanmaların etkisinden kurtulmanın şu an için pek imkânı yok gibi görünüyordu.

 “Tamam,” diyerek mırıldanan Naz da Yağız’ın kucağından inmek için hiçbir harekette bulunmamış doğrudan adamın gözlerine bakıyordu. Yağız’ın gözlerinin renginin koyu diplerine bakarken nefessiz kaldığını hissetti. Neden böyle sıkışıyormuş, korkmuş gibi düzensiz bir ritimle atıyordu kalbi? Muhakkak hâlâ paniği üzerinden atamamıştı.

 Bir anda evin içinde, nereden geldiği belli olmayan bir müzik sesinin varlığı ikisi arasındaki tüm sessiz iletişimi bozmuştu. Naz, adamın derin gözlerinden sıyrılarak gözlerini birkaç kez kırpıştırmışken kendini tam anlamıyla ilk toplayansa Yağız olmuştu. Naz’ı kucağından yere bırakırken, kadında hâlâ adamın kazağına sıkı sıkıya yapışmış olan ellerini çözmüş ve istemsizce kırışan kısımları elleriyle düzeltmeye başlamıştı. Ama elinin altındaki sıcak bedenin kasılmasını hisseder hissetmez yaptığı hareketin farkına vararak elini ateşe tutmuşçasına hızla çekerek bedeninin iki yanında yumruk yaptı. Bu esnada telefondan geldiğini tahmin ettikleri müzik sesi olan ‘Sexy and I Know It’ salonu bir parti havasına sürüklemişken hem adam hem de kadın yaşadıkları zamana geri dönmüşlerdi ve Yağız şarkının ne olduğunun ayırdına vardığı anda kaşının biri muzipçe havaya kalkmıştı. Naz’ın bakışları da şarkının sürdüğü her bir saniye bilmiş hâle bürünüp adamın gözlerine kilitlenmişti. Dudaklarında eğri bir gülümseme peyda olurken hâlinden oldukça memnundu. Laf söyleme sırası kendisine gelmişti.

 “Telefona bakmayı düşünmüyor musun?” diye sordu. Ama anlayamadığı bir şey vardı. Bir insan nasıl oluyordu da telefonunun her türlü topluluk içerisinde bu müzikle çalmasını hoş görecek kadar özgüven sahibi olabilirdi?

 “Bakıyorum da iyi alışmışsınız, öğretmen hanım. Bir defa telefonunuza baktım diye sekreterliğinizi yapacağımı mı düşündünüz?” diyen Yağız’sa istifini bozmadan kadına ukalaca gülümsemeye devam etmişti. Naz’ın kaşları çatılıp, bakışları kısılmış göz kapaklarının ardına gizlenirken “Neden?” diye sordu. “Neden kendi telefonuna bakarken, benim sekreterliğimi yapıyor olasın ki?”

 “Benim telefonum mu?” diyen Yağız da en az Naz kadar şaşkındı. Ama sonrasında bu şaşkınlığı bir çırpıda üzerinden atmış ve sanki Naz çok komik bir şey söylemişçesine sessizlikte artarak çoğalan bir kahkaha atmıştı. Kadınsa bu duruma hepten şaşırırken önce yanlış görüyormuşçasına birkaç kez gözlerini kırpıştırmış sonraysa biçimli kaşları hepten çatılmıştı.  Bakışları adamın dalga geçtiği sinir katsayılarının hiddetiyle dolmuşken sertçe homurdandı.

 “Benim anlayamadığım ama senin anlayıp üzerine bir de bu derece komik bulduğun şey nedir acaba?!”

 Yağız kahkahasını durdurmuş başını hafifçe sağa sola sallayarak “Sen beni, yeni ergen falan mı zannettin?” derken yüzündeki eğri gülümsemeyi silme gereği duymamıştı.

 Bu adamın kendisi başlı başına sinir bozucuyken yüzüne yapışmış olan gülümsemesi daha da sınırlarını zorluyordu genç kadının. “Ne alakası var?” diyerek homurdanırken hırsla burnundan soludu. “Hem… Aslında… Zaman zaman bir erkekle bir ergen arasında pek de bir fark olmayabiliyor. Sonuçta ergen de olsanız erkek de hepinizin aklı tek şeye çalışıyor.” Duyduğu sözlerle adamın tek kaşı havaya kalksa da yüzündeki eğri gülümseme, yürekleri hoplatan etkileyici bir hâl almıştı.

 “Evet, seksiyim ve bunu biliyorum; fakat çevremde bu durumu sürekli bana yansıtan hemcinslerin ve bakışları varken bunu telefonumla ilân etmem çok yersiz değil mi Nazlı Öğretmenim?”

 Yağız sözlerinin sonunda bastırarak söylediği ‘Nazlı Öğretmenim’ lafıyla kadının yüz ifadesinin değişimini zevkle izledi ki bu tepkisini de bekliyordu. Zaten bunu kışkırtmak için söylemişti. Kadının yeşillerinin kısılmasından ve ellerini beline atmasından hedefine ulaştığı da belliydi.  Kendisine Nazlı denmesinden hoşlanmadığını dakikalar önce yaptıkları konuşmadan anlamıştı. Muhakkak Gülbahar teyze de ona bu şekilde hitap etmiş olmalıydı ki bu konuda bu nazlı kadın son derece atik olarak tepki gösteriyordu. Buna şaşırmaması gerekiyordu; çünkü Gülbahar teyze sürekli kendisine de Yiğit diyerek sesleniyordu. İster Yağız, ister Yiğit isterse Abdülhamit diyebilirdi. Kendisi için hiçbir sakıncası yoktu. Önemli olan davranışlardı ki Gülbahar teyze öyle doğal, içten davranıyordu ki onun için, onun istediği herhangi bir ismin içine uyabilirdi. Bazılarıysa sırf Yağız Tekinoğlu olduğu için ne kalıplar içine sokmaya çalışmışlar ve yaptığı her davranıştan nasıl da beklenti içine girmişlerdi?

 “Bana Nazlı deme!.. Adım Nazlı değil!”

 Ya bu adamın söylediği her şey kendi ruh ve sinir sağlığına dokunuyordu ya da kendisi fazla abartıyordu. Ama kendisine bir türlü engel olamıyordu! Hâlbuki bu kadar dirayetsiz bir insan olduğunu da düşünmezdi. Bu adam yüzünden birkaç gündür kendisine bile sinirlenir olmuştu. Sıkıntıyla nefesini verirken “Artık şu sinir bozucu telefona baksan iyi olacak. Yoksa senin yaşadığın gibi telefon da çalmak zorunda olduğu müzik yüzünden ego patlaması yaşayacak,” diyerek dudak büzmüş telefonun sesinin geldiği koltuğa doğru yürümeye başlamıştı. Koltuğun minderleri arasına saklanmış olan telefonu eline alarak koltuğun arkasında duran Yağız’a doğru uzattı.

 Yağız ellerini koltuğun sırt kısmına yaslamış ve öne doğru hafifçe eğilmişken Naz’la arasına koltuk girmişti. Telefona kuşkulu gözlerle bakarken geri çekildi.  “Telefon senin evinde çalıyorken neden ben açıyorum?”

 Naz bir dizini mindere dayayarak adama koltuğun el verdiği ölçüde yaklaştı ve ona tekrar telefonu uzattı. Şimdi adam üstten ona bakarken bakışları savaş yeri misali çarpışıyordu. Bu ortam yeterince rahatsız edici değilmiş gibi adam da koltuğa doğru daha çok eğildi. Duruşları garip bir his veriyordu; ama daha garibi Naz çekilemiyordu ki adam da çekilmiyordu. Adamın maviliklerinin bin bir rengine maruz kalmışken telefonu bir kez daha, bu kez sertçe uzattı.

 “Çünkü sen başkalarına ait telefonlara cevap vermeyi oldukça iyi beceriyorsun.”

 Telefona uzanan adam, karşısındaki kadının çakmak çakmak parlayan yeşillerinden ayırmamıştı gözlerini. “İşte, Allah bir boy vermiş diye hor görmeyeceksin. Bizim de iyi becerdiğimiz şeyler olabiliyor,” diyerek bakışlarını telefonun ekranına çevirmişken telefon susmuştu.

 “Kimmiş?” diye sormuştu Naz. Telefon, ego patlamasını kendi ellerinde yaşarken bakmak aklına dahi gelmemişti.

 “Ben de göremedim. Ama şimdi cevapsız aramalarından öğreniriz.”

 Adam, Naz’ın da telefonun ekranını görebilmesi için telefonu onun görebileceği mesafede eğmiş Naz koltukta dengesini bulmak için sırt kısmına yaslanmak yerine adamın kolunu tutmuştu. Ama bu durum ikisine de o kadar doğal gelmişti ki ne Naz adamın kolunu tuttuğunun farkına varmıştı ne de adam bu tutuşu yadırgamıştı.

 “Ohh ne güzel! Ne kadar rahat bir şekilde tanımadığın birinin telefonunu karıştırabiliyorsun Yüzbaşım? Aldığınız istihbarat eğitimlerinden kalma bir eğilim mi bu?”

 Yağız duyduklarıyla birlikte bakışlarını telefondan ayırarak Naz’a baktı. “Bakmamı istiyor musun, istemiyor musun? Kimin olduğu belli olmayan, bir de üstüne üstlük ego patlaması yaşayan bu telefon senin evinde bulunuyor, benim evimde değil,” derken telefon tekrar çalmaya başladı.

 Telefonun ekranında yazılı olan ismi Naz’ın okumasına fırsat vermeden Yağız tüm yetkiyi eline alarak telefonu açmış ve kulağına götürmüştü.  “Alo, buyurun.”

 Konuşurkenki sesi tok ve az biraz sert olsa da tınısının altında etkileyicilik gizliydi. Naz ister istemez şaşırdı; çünkü sesinden buram buram güç yayıyordu sanki. Sinir bozucu görüntüsüne ek asap bozucu tavırlarına şahit olmayan çoğu kadını sesiyle çok rahat ağına düşürebilir gibi görünüyordu. Acaba Orkun’la da bu otoriter ve etkileyici ses tonuyla mı konuştuğunun merakına kapılmışken kendini toparladı. Adam da bir süre karşı taraftan gelen sesi dinlemiş ve otoriter ses tonunu bir kenara bırakarak gülümsemesinin yansıdığı, ama hâlâ oldukça etkileyiciydi, ses tonuyla karşı tarafa cevap vermişti.

 “Evet. Benim Yağız. Tabii Erkan… Dikkat etsin telefonunu nerede bıraktığına… Evet evet… Geliyor mu? Peki, gelsin bakalım bizim bay seksi.”

 Telefon kapandıktan sonra Naz cevap beklermiş gibi meraklı bakışlarını adama çevirdi. “Ee, kimmiş bizim bay seksi?”

 Bunları söylerken bay kelimesine özellikle vurgu yapmıştı ki söylediklerinde başından beri haklıydı. Bu müziği ancak egosu tavan sınırlarında gezinen bir adam telefonuna koyabilirdi. O sırada kapının çalmasıyla sorusu yanıtsız kalmış, ikisi beraber dış kapıya yönelmişlerdi. Naz kapıyı açmasıyla kendisine mahcup ama bir o kadar da tatlı bir şekilde sırıtan Sarp’ı görmesi bir oldu. Ona tatlı bir gülümseme hediye ederken karşısındaki genç delikanlıda kesinlikle şeytan tüyü olduğunu düşündü. Aksi imkânsızdı.

 “Demek şu müthiş melodiyle etrafı inleten telefonun sahibi sensin,” diyen Yağız, telefonu Sarp’a uzatmıştı. “Al bakalım telefonunu. Yalnız bir şeyi merak ettim.  O şarkı kız tavlamada işe yarıyor mu?”

 Sarp iyice mahcup olmuşçasına yüzünü buruşturmuş sonra tekrar gülümsemişti. Kendisi de durumdan rahatsız gibiydi.

 “Ali’yle iddiaya girmiştik de o yüzden şarkıyı zil sesi yaptım komutanım. İddiayı kazanıp da Ali Beye bir şeyleri ispat edene kadar maalesef ki böyle. Kızları tavlamakla pek alakası yok yani. Aslında tam anlamıyla yok denemez; ama… Neyse uzun hikâye,” demiş sonrasında Naz’a kaçamak bir bakış atmıştı. “Hem kızların ilgisini çekmek için, şarkıya türküye ihtiyacım mı var benim komutanım? Bakışlarım yeter,” diyerek kaşlarını onaylarcasına hareket ettirmişti.

 Naz’ın dudakları gülümsese de gözlerini devirmeden edemedi. “Ah, hangi yaşta olursanız olun siz erkeklerin kendinize ait, dağlar kadar büyük ve yıkılmaz, muhteşem egolarınız yok mu? Asıl bir de bakışlarınla ağına düşürdüğün kızlarla konuşmak lazım, bakalım gerçekten de senin hakkında ne diyecekler?”

 Sarp’ın cevabı gecikmemişti. “İsterseniz sorun hocam. Benden etkilenmeyecek bir tane kız çıkarsa,  kendimi şuradaki Çamurlu Dağı’nın zirvesinden snowboardumla atarım.”

 Bu sevimli komşuları bir harikaydı. Hepsi de kendisini henüz tanımamışken sıcakkanlı, yardımsever ve oldukça samimiydiler. Buraya gelmeden önce her şeyin en kötüsünü düşünmüş zihninde türlü türlü entrikalar kurmuşken gerçekten de böylesi tahminlerinin çok ötesindeydi. Evet, şu an belki peşin hüküm veriyor olabilirdi ki taşınalı iki gün dahi olmamıştı; ama böyle hissediyordu işte. Uzun zamandır yaşadığı duygu iniş çıkışları sonrasında bu yakınlığı hissetmek istiyordu da.

 İkilinin konuşmasını dinlemekle yetinen Yağız’sa bir süre için içeri geçmiş olsa da kulağı konuşulanlardaydı.

 “O niyeymiş? Snowboardsuz atla da asıl o zaman görelim seni… Snowboard ile herkes dağın tepesinden atlar.”

 “Boardsuz atlamam, sonrasında kızların hayran olduğu yüzüme bir şey olması ihtimalini göze alamam. İnsan kendisine kat be kat getirisi olan şeyleri hoyrat kullanmamalı, öyle değil mi? Hem board yaparken kız tavlama olasılığım çok yüksek. Biliyorsunuz ki kızlar spor yapan erkekleri daha çekici buluyor diye bir genelleme var. Güzel bir bayan olarak siz ne düşünüyorsunuz hocam bu konuda; havalı sporlarla ilgilenen erkekler daha çekici değil midir? Bu arada… Bir şey dikkatimi çekti. Snowboardı herkes yapar dediğinize göre siz de kış sporlarıyla ilgileniyorsunuz sanıyorum. Belki bir gün board yapmaya gideriz, tabii sizin için de uygun olursa…”

 Genç delikanlının Naz’a karşı olan hızlı flört girişimini yakalamış ve ikilinin yanına gelmişti Yağız. Bu atağa gülmeden edemese de Naz’ın vereceği tepkiyi merak ediyordu. Bunu beklerken ayakkabılarını giymeye koyuldu.

 “Matematik hesabın bu kadar kötü olup da tıp fakültesine girmeyi nasıl başardın sen, Sarpçığım? Senin aşağı kata inip tekrar yukarı çıkmandan sonra matematik kaidelerinin hiçbirinde bir değişiklik olmadı. Yani hâlâ aradan ne kadar zaman geçerse geçsin ki bu kimi zaman yıllar kimi zaman saliseler dahi olsa, aradaki fark değişmiyor. Ama snowboard teklifin oldukça cazip göründü bana. Bunu gerçekten de yapmak isterim. Farklar unutulmadığı takdirde…”

 Naz’ın söylediklerinden sonra, ikisi de gülmeye başlamıştı; fakat Yağız bu gülüşmelere pek anlam verememişti ve aksi gibi bu durum nedenini anlayamadığı bir sebeple onu rahatsız etmişti. Düşüncelerini dağıtıp ayakkabılarını giymeye odaklanmışken Sarp’ın “Bizim yerleştirdiğimiz salondan memnun kalmamış mıydınız hocam? Sil baştan düzeni değiştirtmişsiniz komutanıma,” dediğini işitti. Sonrasında da Naz’ın “Hayır Sarpçığım. Sizin düzenlemenizden de oldukça memnundum; ama sayın strateji uzmanı Yüzbaşı Yağız, düzenleme konusunda daha parlak fikirleri olduğuna beni ikna etti ve işte sonuç bu,” dediğini. Eğildiği yerden doğrularak karşısındaki yeşillere baktı. O yeşiller çıkartılan işin sonucundan oldukça memnun bir şekilde gülümsüyor ve aldığı zevk kıvılcımlarını etrafa saçıyordu.

 Yağız biliyordu! Başından beri böyle olabileceğini tahmin etmişti ve gözlerindeki gülümseme kadının tüm çehresine yayılmışken daha da emin oldu. Düştüğü duruma gülmeden edemedi. Yüzbaşı Yağız ki o yalçın dağların geçit vermeyen yarlarındaki düşman inlerine girip tuzakları bertaraf etmişken gelip burada kendini fazlasıyla beğenen ve bir o kadar şımarık bir öğretmen hanımın sözlerine kanıp elinde oyuncak olmuştu. Kendisini ve barındırdığı kalıbı şu durumda tebrik etmeliydi. Gerçi evet, biliyordu; ama bilerek görmezden gelmesi de ayrıca garipken yatağına uzandığı an, görmezden geldiği tüm kasları da küfür edermiş gibi ağrılara boğacaktı bedenini. Bakışlarını karşısındaki ne kadar meleğe yakın bir görüntü barındırsa da içinden şeytani düşünceler geçiren kadına yöneltmişti ve kadın da bunu hissederek Yağız’a bakmıştı.

 Sarp’a göre ikisinin bakışlarında tüm Sarıkamış’a yetecek elektrik yüklü gibiydi ve imalı bir şekilde gülümseyerek Yağız’a baktı. “Eline sağlık komutanım,” diyerek Naz’a döndü. “Hocam sözünü unutma. Bir gün ayarlayalım da hep birlikte boarda gidelim. Tabii ki komutanım siz de davetlisiniz.”

 Yağız, Sarp’ın teklifini bir şey demeden sadece ufak bir baş hareketiyle onaylarken Naz hevesle gülümsemişti. “Bu teklifi düşüneceğime emin olabilirsin.”

 Beklediği onayı alınca Yağız’a asker selamı vererek merdivenlere yönelen Sarp’ın yanlarından ayrılmasıyla Yağız, yanındaki kadına doğru döndü ve kadının çehresine yayılmış olan eğri gülümsemeyi inceledi. İntikamını laflarıyla açık etmesi yüzündeki gülümseme kadar etkisi olmamıştı Yağız’ın üzerinde. Genç adam, Naz’a doğru hafifçe eğildiğinde Naz’ın nefesleri nedenini anlamadığı şekilde sıklaştı. Birbirlerine çok yakındılar ve özel alanı işgal altındaydı hem de son derece tecrübeli, tüm açıkları tarafından yakalanabilecek, savaşma ihtimalinde varını yoğunu ortaya koyacak bir asker tarafından. Önünde tüm heybetiyle dikilirken kapana kısılmış gibi hissediyor aralarındaki tüm hava, oksijenden mahrum kalmışçasına daha fazla nefes alma ihtiyacı duyuyordu. Adam sanki tüm havayı kendisine saklıyordu. Yağız’ın safirlere eş parlayan gözleri kadının içine daha da korku salarken adam elini Naz’ın üzerinden kapıya yasladı ve başını hafifçe eğerken fısıldadı. Naz ne kadar şaşırmış ve rahatsız olmuş görünüyorsa Yağız’ın o kadar eğlenen bir hâli vardı.

 “Eğer olur da parlak fikirlerime ihtiyaç duyarsan haber vermen yeterli.”

 Kadının üzerine daha çok eğilmişken kapıya yasladığı elini arkaya doğru uzatarak ceketini almış ve ani bir hareketle kadının üzerindeki tüm ambargosunu kaldırmıştı. Adamın sıcaklığı kendisini sarmışken uzaklaşmasıyla sanki buz kesmiş gibiydi kadın. Daha tanımadığı bir insanın nasıl oluyordu da üzerinde böyle bir etkisi olabiliyordu?! Asıl soru; nasıl olmuştu da adamın kedinin fareyle oynadığı gibi kendisiyle oynamasına izin vermişti?! Adama karşı kendisinden beklemediği tepkiler boyut atlamış kendisine sıçramıştı. Şu an karşı dairesini açıp içeri girmek üzere olan adama ne kadar sinir oluyorsa kendisine de bir o kadar sinirlenmişti. Kendi dairesine girip adamın bir şey demesine fırsat vermeden kapıyı sertçe kapattığında derin nefesler aldı. Tamam, çok çabuk sinirlenen bir insandı; fakat uzun süredir bu kadar üst üste sinirlerinin sınandığını da hatırlamıyordu. Salonun açık kapısından görünen,  perdeleri takılmış olsa da bir tarafa toplanmış olan çıplak camlara baktı. Aniden hareketlenerek pencerenin önüne gelmiş, perdeyi ve tülü çekerek camların çıplaklığını örterken tıkamamış olduğu kornişin uç kısmı aklına gelerek ümitsizce perdenin kornişten serbest kalacağı anı beklemişti; ama düşündüğü gibi olmadı. Perde kornişin ucuna gelmiş ve oradaki bir engele takılarak durmuştu. Kornişin tam ucunun bulunduğu yerin altına gelerek başını kaldırdı ve engelin ne olduğuna bakarken sıkıştırılmış gazete parçasını fark etti. Ayrıca bir şeyi daha fark etti. Perdeleri kendi takmış olsa da tülleri o takmamıştı.

 Bir süre için gözlerini kapattı. Bu adam hakkında ne düşünmeliydi şimdi?! Onun yaptıklarından etkilenmiş olma düşüncesini hiddetle ve şiddetle reddediyordu! İşte bir kez daha yapmıştı adam. Onun yüzünden kendisiyle savaş hâlindeydi ve maalesef ki savaş söz konusu olduğunda kendisi bu işte, adam kadar uzman değildi.


Aşkın Nazlı Hali - Bölüm 18

Fotoğraf @nilmelteem Bölüm 18    Okundukça birbirine karışan kelime ve harfler… Tekrar tekrar okunan kaçıncı satırdı bu?! Kaçıncı girişimdi ...