expr:content='data:blog.isMobile ? "width=device-width,initial-scale=1.0,minimum-scale=1.0,maximum-scale=1.0" : "width=1100"' name='viewport'/> Kübra Türker Kitapları: Aşkın Nazlı Hali - Bölüm 2

Aşkın Nazlı Hali - Bölüm 2

 


Bölüm 2 

Elindeki dosyayı ilgiyle inceliyordu genç adam. Her şey olması gerekenden daha iyi gibi görünüyordu. Bu demek oluyordu ki gelirler birkaç yıl öncesine göre katbekat artmıştı. Bu durum onu memnun etmişti ve bunu belli edercesine dudaklarında bir tebessüm belirdi.

 “Bu sayılara bakılırsa… Her şey çok ama çok güzel,”dedi babasına doğru.

 Ahmet Bey, gururla konuşmaya başladı.

 “Gerçekten de öyle. Kurulduğumuzdan beri ilk defa böyle bir gelir tablosu var elimizde ve bunların tümü… Size ait.”

 Genç adamın gözleri bir an için dalmış ve gözünün önünde çok güzel bir kadın belirmişti. O kadının yanına gitmek istedi. Gitmek ve onun yanında kalmak... O, kalmak istedi; çünkü kadın kalamamıştı. Genç adamın hiç düşünmeden kelimeler dudaklarından döküldü.

 “Keşke annem de bu günleri görebilmiş olsaydı.”

 Sözlerinin ardından, durgunlaşan babasının derin iç çekişiyle bakışlarını ona yöneltti. Babasının alnı kırışmış, sıkıntıyla ovarcasına elini alnına götürmüştü.

 “Keşke…”demekle yetindi Ahmet Bey. Ama o keşke, yaşlı adamın görüntüsüyle öyle çok şey sığdırmıştı ki içine.

 Ahmet Beyin çalışma odasına bu sözlerden sonra derin bir sessizlik çökmüşken, kapalı kapının ardından kardeşi Pelin’in konuşması ve ardından gelen kıkırtıları bu sessizliği bozdu. Sonrasında kısıklaşarak kayboldu. Belli ki kardeşi telefonla konuşurken kapının önünden geçmişti.

 “Her geçen gün, öyle çok annene benziyor ki… Kardeşine baktıkça hem ona sahip olmanın gururunu hem de anneni ne kadar çok özlediğimi fark ediyorum her seferinde.”

 Yağız, bakışlarını babasına odakladığında babasının doğrudan karşı duvarda asılı olan annesinin portresine bakıyor olduğunu fark etti. Bakışlarında öyle bariz bir özlem ve acı vardı ki bu mahremiyeti bozmamak için bakışlarını çevirdi.

 “Onu ben de çok özlüyorum,”diyerek babasının sözlerine katılabildi ancak.

 Babasının birden ciddileşen sesiyle bakışlarını tekrar ona çevirdi. Adamın bir şeylerden sıkıntı duyduğu belliydi.

 “Pelin ne kadar görsel olarak annene benzese de huylarını kimden aldı hiç bilmiyorum. Onunla baş etmekte çok zorlanıyorum artık. Büyüyüp serpilmişken… Ele avuca sığmıyor. Aramızda bir nesil farkı var bunun farkındayım; ama onu korumak için onu istemeden de olsa çok kısıtlıyorum. Bir de… Annenizi kaybettikten sonra sanırım… Pelin’in daha çok üstüne düşer oldum. Ama zaman zaman yanlışlar yapıyorum. Bu yüzden…”

 Genç adam babasının söyleyeceklerinin devamını bekledi. Annesinin ölümünden sonra herkes kendi mahremiyetine çekilmişken ilk defa babası çoğu şeyi açık açık ifade ediyordu.

 “Burada kalamaz mısın? Hem… Şirketin de başına geçersin. Ali amcan, Cem’i yönetim pozisyonuna aldı bile. Onunla beraber güzel işler çıkaracağınıza da eminim.”

 Babasının her cümlesinin sonu Yağız’ın istemediği ibarelerle bitiyordu. Burada kalmak, şirketin başına geçmek, yönetimde söz sahibi olmak… Bunlar yakın zamanda gerçekleştirmeyi düşündüğü eylemler dâhilinde değillerdi.

 “Bunu daha önce de konuşmuştuk,”dedi babasına sıkıntıyla. Ama bir şeyleri ayrıntılı olarak açıklama gereği duydu bu kez. Çünkü belli ki babası da bir şeyleri ilk kez böylesine açıyordu. Eski günleri hatırlarken derin bir nefes çekti içine. Buna oldukça ihtiyacı vardı.

 "Asker olmak başta benim hayalimdi. En başında… Küçükken kim bana ‘Büyüyünce ne olacaksın?’ diye sorduysa hiç düşünmeden ‘Asker olacağım,’ derdim. Sonra… Sonra annem başımı okşar  ‘Asker oğlum benim,’diye severdi beni.”

 Gözünün önüne gelen görüntülerle dudakları sımsıkı kapanmıştı. Annesinin başını okşarkenki sıcacık dokunuşunu hissetmeye çalıştı. Yavaşça saçlarını dağıtışını... Bunları söylerkenki gururla ışıldayan gözlerini ve cesaret vermek istercesine gülümseyen dudaklarını… Çok silik hatırlıyordu bunları.

 “Annemin böyle yapışını o kadar çok severdim ki belki de sırf annem böyle yaptığı için asker olmaya daha da heveslendim küçükken. Sonra vatanın, toprağın, değerlerin ne olduğunu öğrendim sizden. Bu hayalden çok, büyük bir tutkuya dönüştü benim için. Annem öldükten sonra… En çok üzüldüğüm şeylerden biri, beni üniformam içinde görememesiydi.”

 Ahmet Bey gözlerinin dolmasına engel olamadı. O günleri dün gibi hatırlıyordu. Eşi, Ayşe Hanım kanserin pençesine düştüğünde Yağız daha on dört, Pelin ise altı yaşındaydı. Onlar karşısında hep dik durur sanmıştı; ama oğlu ondan daha dik durmuştu. Adam oğlunun hazırlandığı lise sınavından başarılı bir sonuç elde etmesine ihtimal vermiyordu. Oğlu ne kadar zeki ve çalışkan olursa olsun, çok buhranlı bir dönemden geçiyordu. On dört yıllık yaşamının verdiği toylukla böylesine kuvvetle ayakta durması bile babasını şaşırtırken askeri liseyi kazanmasıyla, Ahmet Beyin şaşkınlığı daha da artmıştı. Sanki annesinin ölümü onu askerliğe daha çok bağlamıştı. Ama bazı şeylerde bir o kadar umursamaz olmuştu. O zamandan sonra Yağız, evden uçup gitmiş bir daha da uzun süreli kalmak için dönmemişti. Geldiğindeyse ev neşelenirdi. Pelin’in asık suratı gülümser, aile bir parça eksik de olsa, o an için olabildiğince tamamlanırdı. Ahmet Beyin oğluyla ilgili düşüncelerini yine oğlu böldü.

 “Bu yüzden… Benden kalmamı isteme baba,”dedi Yağız üzüntüyle. İfadesi üzgün olduğunu yansıtsa da bakışları kararlıydı. Bunu yapmayacaktı. Kalmayacaktı.

 “Peki, kalma; ama… Sık sık gel. Sadece hafta sonu için dahi olsa bile,”diyen Ahmet Bey, kendisini geçmiş, kızı için bunu istiyordu. Yağız onaylarcasına başını salladı. Bu kadarını yapabilirdi. Ağır bir sessizlik ortama hızla çökerken ikisi de bir süre konuşmadı.

 “Şimdi… Yarın gidiyorsun, öyle mi?”diye yine sohbeti Ahmet Bey açmıştı.

 “Ee vatan beklemez,”derken Yağız içtenlikle gülümsedi. Sanki biraz önceki duygu dolu konuşmalar hiç yapılmamış gibi… Ahmet Bey, Yağız’ın bu duygu geçişlerine hâlâ oldukça şaşırıyordu. Ya gerçekten umursamıyordu artık ya o kadar çok umursuyordu ki üstünü örtmek için bunları yapmaya alışmıştı ya da asker olmak bunu gerektiriyordu.

 “Pelin biliyor mu peki?”

 Yağız, önce durakladı ne söyleyeceğini kafasında tartarken.

 “Henüz değil. Tatilimi onun ısrarlarıyla geçirmemek için söylemedim. Ama… Bugün söylerim.”

 Nasıl söyleyeceğini şu an için kestiremese de kolay olmayacağını biliyordu.

 “Artık Kars’ta rahat rahat tatil yaparsın.”

 Kars’ta tatil yapma fikri kulağına nasıl gelmeliydi? Dağlarda, sırtında kilolarca ağırlıkla yapacağı yürüyüşler, açlığını bastırsa da tam doyurmayan konserve yemekler ve tüm gece tetikte geçirilen dakikalar… Gerçekten de rahat rahat tatil yapacağa benziyordu.

 ***

Şimdi babasıyla yaptığı konuşmalardan çok uzakta, denizin kıyısında, eylül ayının hafif meltemi eşliğinde geceyi dinliyordu. Üsküdar’ın kıyısında Cem’in arabasının kaputuna yaslanmış güya sohbet edeceklerken tüm kelimeleri sessizliğe teslim etmişlerdi. Mavi gözleri denizin maviliklerindeyken, aklı yeni yaşamına başlarken ardında bıraktıklarındaydı. Babasıyla uzun süredir annelerinin ardında bıraktığı o koca özlemden, böylesine birbirlerinden sakladıkları gizlerden uzak konuşmamışlardı. Hâliyle bu konuşma aklında dönüp duruyordu.

 Elinde tepsiyle çay servisi yapan adamın şen sesiyle daldığı düşüncelerden sıyrıldı. Tepsiden bir çay alırken tepsiye karşı hiçbir harekette bulunmayan Cem’e kaydı gözleri. Cem ise başka bir yere dalmış gibiydi. Gözleriyle yanındaki arkadaşının bakışlarını takip ettiğinde adamın bir grup kıza baktığını fark etti. Bu kız topluluğu neşeyle gülüşüyor, değişik pozlar verip denize karşı fotoğraf çekiniyorlardı.

 “Ben içini açmadım anlaşılan,”derken haylazca tek kaşını kaldırmıştı genç adam.

 Yağız’ın sesiyle kendine gelen Cem, bir anda irkilerek başını ona doğru çevirdi.

 “Yok be oğlum, içim yanıyor canım sıkkın,”diyen Cem’in yüz ifadesi kızları izlerkenki hâline nazaran oldukça üzgündü.

 Genç adam ondaki bu ifade değişikliğine gülmeden edemedi.

 “Şuradakiler dururken benim yüzümden için yanıyor olamaz herhâlde,”diyerek neşeyle kendi hâllerinde eğlenen kızları işaret etti başıyla. Cem’se sadece bir bakış atmış ve önemsemiyor görünmüştü.

 ”Güzele bakmak sevaptır diyen atalarımıza kulak tıkamış olamazsın kardeşim. Canım sıkkın diye gözlerimizi güzelliklere yumalım mı?”

 Cem’in sitemkâr sözlerine “Ben güzele güzel demem, güzel benim olmayınca,”diye karşılık verdi Yağız. Ama iğneleyici sözlerinden de geri kalmadı. “Gerçi içinin yanması da normal. Ne zamandır burada oturuyoruz, kızlar hâlâ seni fark etmediler. Belli ki yaşlandıkça cazibeni yitiriyorsun.”

 “Ben ve cazibemi yitirmek!.. Daha yirmi sekiz yaşındayım oğlum ben. Bu lafları kafandaki buhranlara veriyorum. Biliyorsun ki ben fark etmelerini isteseydim fark ederlerdi. Şimdi kardeşimle vakit geçirmek varken ilgiyi üstüme toplamanın âlemi yok.”

 Cem kendisini öyle hararetle savunmuştu ki Yağız gülmeden edemedi.

 “Ben sana hiç engel olmak istemem. Sen hazır dikkat çekebiliyorken çek dikkatleri üstüne zira çok vaktin kalmadı,”derken takındığı ciddi tavrı koruyabilmek için elindeki ince belli çay bardağını dudaklarına götürüp bir yudum almıştı.

 “Vay demek kardeşinin yetenekleri hakkında şüphen var…”

 “Abicim çay alıyor musun, almıyor musun? Kök saldım burada, meyve vereceğim birazdan. Hem abim madem bu kadar şüphelendi, sana da ispat etmek düşer,”diyen çaycının sesiyle ikisi de durakladı önce. Sohbetlerinin üçüncü bir ortağının olduğunun farkında değillerdi. Ardından bu üçüncü sesin sahibine dönmüşlerdi. Çaycı, elindeki bardaklarla dolu çay tepsisiyle önlerinde dikilmiş, davet edilmediği bir sohbeti dinlemek olağan bir durummuş gibi ilgiyle onları dinliyordu.

 “Ben bunu ispat etmesine ispatlarım; ama sen kan kardeşine inanmadın ya ben ona yanarım işte,”diyen Cem “Ver abicim sen şu tepsiyi bana da bir tane dolu bardak, taş üstünde taş bırakıyor muyum?”diye ekledi sözlerine.

 Çaycı, elinden tepsisi alınırken öylece bakakalmış, Yağız ise Cem’in usta bir çaycı misali tepsiyi sallayarak gidişini izlerken ufak bir kahkaha atmıştı. Bir yandan da keyifle çayını yudumluyordu. Şu an gördüğü manzara her zaman karşılaşabileceği bir manzara olmadığından bu görüntüyü zihnine iyice kazımak için dikkatle izliyordu. Kızların kaçamak bakışlar attığı genç bir adam, üzerindeki son moda spor kıyafetleriyle tezat oluşturan çay tepsisiyle kırk yıllık çaycı gibi servis yapıyordu.

 “Vişne suyu değil tavşankanı bu çaylar!”diyen Cem’in sesi kulağına geldiğinde bir kez daha kahkaha attı Yağız.

 Cem, çay servisi yaparken adım adım ilerliyor, sırasıyla tüm müşterilere servis yapıyor, hedefine yavaşça yaklaşıyordu. Son adımında söz konusu olan kızlar grubunun yanında almıştı soluğu. Yağız, adamın dudaklarını okuyarak ne dediğini kestirmeye çalışsa da bu durumda pek başarılı olamıyordu. Cem bunu anlamış olacaktı ki sesini yükseltmişti.

 “Kızlar, sohbet ederken sizlere şöyle sizler gibi tatlı mı tatlı birer bardak çay ikram etsem de yudumlarken herkesi kıskandırarak içseniz, fena mı olur? Şuradaki gariban çaycının da karnına üç beş lokma bir şeyler gitse, ne dersiniz?”

 Cem’in laflarından sonra kızlar dönüp Yağız’ın olduğu tarafa doğru bakmışlar sonra kıkırdayarak tepsiden birer bardak çay almışlardı. Şeker servisi yapmak için tepsiyi kızların önünden yavaşça geçirirken birinin önünde bilhassa durmuştu Cem.

 “Kaç şeker istersiniz diyeceğim; ama… Sizin o narin dudaklarınızdan geçen her bir yudum beş şeker sayılır. Ben yine de standart üç şeker atıyorum.”

 Yağız, Cem’in kimseyi umursamadan söylediği sözleri duydukça ağzını dolduran kahkahasını dudaklarında tuttu. Cem kesinlikle işinin ehli, ona ettiği bunca lafsa cidden hakaretti!

 Lafların muhatabı olan kız kıkırdayarak bardağı aldı. Bir sonraki kıza geçtiğinde de bir süre durdu Cem. Yağız, onun edeceği lafların bırakacağı etkiyi tahmin ediyordu. Başını sağa sola salladı gülümserken.

 “Siz… Belki arkadaşlarım arasında Adriana Lima ile fotoğrafım var diyerek hava atmama izin verirsiniz. Gerçi bu doğal hâlinizle ondan daha güzel olduğunuz su götürmez bir gerçek.”

 Bir kıkırdama daha!

 Cem, Yağız’a bir baş hareketiyle selam verirken Yağız da selamı kabul edercesine başını salladı. Sonrasında Cem’in kızlara ne diller döktüğünden habersiz olsa da kızların yüz ifadelerinden hoşlarına giden laflar işittikleri anlaşılıyordu. Devamında da sohbetleri koyulaşmış olacak ki Cem bir anda grubun gözdesi olmuş, kızlar onun ağzından her çıkan şeye güler ve sohbetine eşlik eder olmuşlardı.

 Sohbetlerine Cem’in servis yaptığı çaylar da eşlik ediyordu. Servis edilen çaylar bitince, genç adam tüm bardakları topladı. Kızların yanından kalkarak elinde sadece boş bardakların olduğu tepsiyle Yağız’ın yanına doğru ilerlemeye başlamıştı. Yüzünde söylediklerini ispat etmiş olmanın verdiği gurur ve bilmişlik vardı.

 Yağız, şahit olduğu bu ifadeyle başını sağa sola salladı. Bu adam iflah olmazdı!

 Yanına ulaşan Cem, boş tepsiyi çaycının gözünün önünde salladı.

 “Tepsini doldur istersen abicim, bu da benim sana kıyağım olsun.”

 Çaycı hâlinden memnun olmuş bir surat ifadesiyle boş tepsiyi alarak bir baş selamı verdi ve yanlarından uzaklaştı. Nasıl memnun olmayacaktı ki, bu iki arkadaş sayesinde tüm bardakları bir anda boşalmıştı!

 “Sende hâlâ iş var, kabul,”dedi Yağız, Cem’e doğru. Ama gözleri, karşısındaki denizdeydi.

 Cem önce ufak bir kahkaha atmıştı. Sonra da Yağız’ın omzuna doğru omuz attı.

 “Sen kardeşini ne zannettin oğlum.”

 İki genç adam, hâllerine çocuklar gibi gülerken önlerinde birilerinin varlığı ile başlarını kaldırdılar.

 “Daha geniş bir zamanda daha uzun sohbetler etmek isteriz seninle Cem,”diyen kız Cem’e doğru bir kâğıt uzattı. Bu kız, eğlencelerine konu olan kızlardan biriydi. Arkadaşları da kıkırdayarak biraz daha geri de bekliyorlardı.

 Yağız, dudaklarındaki muzip gülümsemeyi gizlemek istercesine başını olayın yaşandığı yerin tersi yönünde çevirdi; ama kendisine yönelen yabancı bir sesin varlığı ile başını tekrar çevirmek zorunda kaldı. Başını çevirdiğinde, bir başka kız önünde dururken tüm grubun ilgi dolu bakışları da üzerindeydi.

 “Sen de aramak istersin belki. Senin de çayını içmek isteriz.”

 Genç adamın yüzündeki çekici gülümseme karşısında, kızların hepsi bir anda iç geçirmişlerdi. Kalın ama biçimli olan kaşlarının altında yer edinmiş parlak mavilikleriyle geride duran kızlara çevirdi bakışlarını. Kızın uzattığı ufak kâğıda uzandı ve şöyle bir baktı.

 “Mutlaka arayacağım.”

 Kızlar kıkırdayarak ve hâllerinden memnun yanlarından uzaklaşırken Cem’in iç çekiş sesini duydu.

 “O kadar dili ben döktüm hiç efor sarf etmeden yine kadayıfın kaymağını sen yedin ama! Helal olsun kardeşim.”

 Yağız elindeki kâğıt parçasına bir kere dahi bakmadan Cem’e doğru uzattı. Cem, soru dolu bakışlarla ona bakarken Yağız daha fazla kendini tutamadı.

 “En başından beri o kızdaydı bakışların. Sanki fark etmedim. Al hadi. Benim yerime sen aramak istersin belki,”derken haylazca tek kaşı kalkmıştı. “Benim daha önemli işlerim var bu ara.”

 Cem, Yağız’ın elindeki kâğıt parçasına önemsiz bir şeymiş gibi bakış attıktan sonra vakit kaybetmeden uzanarak kâğıdı aldığı gibi cebine sıkıştırdı.

 “Kız inatçıydı abicim. Biraz daha muhabbet etsek ben almıştım onun numarasını,”diye konuşmaya başlamış olan Cem, arabanın sürücü koltuğuna doğru yöneldi.

 “Evet, evet alırdın da o kadar saat vaktimiz yoktu,”diyen Yağız da Cem’in damarına basarak ön koltuğa oturdu. Cem, anahtarı yerine yerleştirip kontağı çevirdiğinde dahi hâlâ bu konu üzerine tartışıyorlardı.

 Harcanan sadece kısa dakikalar sonrasında Yağız’ın evinin önünde durmuşlardı. Arabanın içinde derin bir sessizlik hâkimdi ve bu durum aşırı derecede can sıkıcıydı. Vedaları sevmiyordu Yağız. Hiçbir zaman sevmemişti ki seveceğe de benzemiyordu. Bu durumu kısa kesmek en iyi sonuç olacaktı.

“Ben yokken onlara iyi bak, olur mu? Sana emanetler.”

 Cem sanki onun sessizliği yırtacak kelimelerini bekliyormuş gibi birden cevap verdi.

 “Olmaz olur muyum hiç? Onlar benim de ailem, kardeşim,”diyen Cem, güvence verir gibi adamın omzuna dokunmuştu. Sonrasında iki dost içtenlikle birbirlerine sarılmış, ayrıldıklarında Yağız hiç vakit kaybetmeden arabadan inmişti. Cem de bir o kadar seri davranıp arabayı çalıştırmış ve vitese takmıştı.

 Gecenin sessizliğinde evin bahçe kapısına doğru yürüdü genç adam. Evin havasına geceye eşlik eden derin bir sessizlik hâkim gibiydi. Bahçede ilerlerken loş ışıkta kamelyada bir hareketlilik hissetti. Loş ışığın dağıttığı geceye gözleri alıştığında sırtı kendisine dönük olan kızı seçebildi. Adım adım ona ilerlerken dudağında hoş bir tebessüm vardı. Askerliğin verdiği beceriyle hedefine doğru yürüdü. Kıza yaklaştığında konuşmaya başladı.

 “Gecenin bir vaktinde kaçırmasınlar seni bahçeden!”derken sesi adım adım yükselmiş her bir sözle kızın boynuna daha çok yaklaşmıştı.

 Kız ise bir anda ufak bir çığlıkla oturduğu yerden ayağa fırlamış, dehşetle sesin geldiği yöne bakmıştı. Bir eliyle tuttuğu kupayı kavramışken diğer eliyse korkudan yerinden çıkmak için çırpınan kalbinin üzerineydi. Gördüğü kişinin tanıdıklığı ile önce şaşkınlıkla açılan mavi gözleri kapanmış, tuttuğu nefesini vermişti. Gözlerini tekrar açtığında kalktığı yere çöktü.

 “Kimse beni kaçırmaz; ama keçilerim biraz önce sayende kaçtılar,”diyen kızın eli hâlâ kalbinin olduğu yerdeydi. “Kafana elimdeki kupayı geçirmek üzereydim.”

 Genç adam, kızın bir şey demesine fırsat vermeden tuttuğu kupayı aldı. “Atardın da isabet ettirebilir miydin acaba?”derken kupadan bir yudum aldı. Aldı almasına ama ağzına dolan koca yudumu yutmak için aşırı derecede efor sarf etmek zorunda kaldı. “Kupa değil ama içinde her ne varsa hedefini buldu! Ne var bunun içinde be kızım?!”

 Genç adamın yüzü hoşnutsuzlukla öyle bir buruşmuştu ki Pelin gülmeden edemedi.

 “Beşi bir yerde abito. Her şeye iyi geliyor sancıya, sinire, strese. İç, bol bol iç.”

 Yağız ne kadar aldığı yudumu yutmuş olsa da içtiği şeyin tadı damağından silinmeyecek gibiydi. Kardeşinin yanına oturarak başını koltuğun arkasına yasladı ve gözlerini kapattı.

 “Belli belli. Tam beşi bir yerde, ne bir eksik ne bir fazla!”

 “Sen alışkınsındır böyle şeylere, daha kötülerini de içmişsindir,”diyen Pelin’in sesi biraz önceki korkmuş sesinin aksine oldukça neşeliydi. Abisi yanındayken aksi pek de söz konusu değildi. Gecenin sohbeti başlamışken sökülen bir kazak gibi lafların ardı arkası kesilmiyor, Pelin hiç durmadan genç adama bir şeyler anlatıyordu. Yağız’ın ise söyleyecek tek bir şeyi vardı; ama durdurmadı kardeşini. Ama en sonunda dayanamadı.

 “… Sonra ne yaparız bilmi…”diyen Pelin’in sözlerini genç adamın “Ben yarın gidiyorum Pelin,”cümlesi böldü.

 Duyduğu cümleyle sesi kesilirken kaşları çatılmış, bakışları duyduğu sözleri idrak etmek istercesine kısılmıştı genç kızın. Boğazına yerleşen yumruyu göndermek istercesine yutkunmaya çalıştı. Pelin abisinin gitmelerine alışıktı; ama… Yine de üzülüyordu işte. Gidişinin bu kadar yakın bir tarihte olması ve bunu şimdi öğreniyor olması… Bir anda içine oturmuştu sanki. Neşeyle şakıyan dudakları birden sus pus olmuş, büzülmüştü.

 “Nereye?”diyebildi sadece.

 “Kars. Kars, Sarıkamış.”

 Pelin, usulca abisine uzandı. Onun geniş göğsünü sımsıkı sardı kolları. Yalnız, korkmuş, mutluluktan içi içine sığmazken, iyi ya da kötü ne hissederse hissetsin, her zaman yaptığı gibi başını abisinin göğsüne koydu ve kalp atışlarını dinledi. Abisinin onu her şeyden koruyacağını biliyordu çünkü. Ne yaşarsa yaşasın, abisinin göğsüne sığındığında kimsenin ona zarar veremeyeceğini biliyordu. Kahramanıydı çünkü abisi… Her zaman öyle kalacaktı. Ne kadar büyürse büyüsün bu değişmeyecekti. Annelerinin ölümünden sonra her kâbuslu geceden abisi çekip almıştı onu. Onun kollarında sabahlamıştı öyle gecelerde. Sonrasındaysa alışkanlık olmuştu bu. Şimdi kendini terk edilmiş hissediyordu. Bu da ona sığınması için yeterli bir sebepti!

 “Benim odam da hazır, değil mi?”diyen kızın dudakları her an ağlayacak gibi bükülüydü.

 Genç adam, onun saçlarını okşayarak yüzünü kapatanları itinayla kenara çekti. Bu hüzünlü havanın hemen dağılması gerekiyordu yoksa kollarındaki bedenin ağlayarak dağılması an meselesiydi.

 “Tabii ki de. İki üç ayda bir gelip abinin temizliğini yapman için her şeyin tam teşkilatlı hazır.”

 Duyduklarına inanamayan Pelin, başını abisinin göğsünden kaldırmış hayretle abisine bakmıştı.

 “Temizlik mi? Aşk olsun abito o kadar yolu gelip, üstüne bir de temizlik mi yapmamı istiyorsun benden? Gerçi hoş, senden beklenir, sen yaptırırsın!”derken hafifçe abisinin göğsüne vurmuştu.

 “Asıl sana aşk olsun cadı. Abinin evini şöyle bir süpürsen eline mi yapışır? Hem sen süpürgelere alışıksın ne de olsa onsuz cadı olunmuyor,”diyen Yağız, sanki kızın vurduğu yer acımış gibi göğsünü ovuşturdu.

 “Kendin de söyledin abito. Süpürge bizde kutsaldır bir yerde. Ben süpürgeme atlayıp başka şeyler yapıyorum canısı.”

 Yağız’ın bir anda gözleri kısıldı ve aklına bir şey gelmiş gibi doğruldu.

 “Senin bu cadılığın bir bize, değil mi? Allah bilir erkek arkadaşına böyle yapmıyorsundur da sen? Gerçi… Sevgilin yoktu senin, değil mi?”

 Pelin, duydukları karşısında yutkunmak zorunda kalmıştı. Buna ilaveten mavi gözleri de şaşkınlıkla açılmıştı. Ah bu abiler yok muydu? Her şeyi olduğu gibi, çatır çatır sormakta üstlerine yoktu.

 “Yok! Sayende olmaz da!” derken Pelin abisinin göğsüne bir kez daha vurmuştu.

 “Ne o, bu durumdan rahatsız mısın yoksa? Hem neden benim yüzümdenmiş?”diye sordu genç adam merakla. İlgiyle alacağı cevabı bekliyordu.

 Kız ise son olanları hatırlayarak önce kıkırdamış, abisinin ciddi bakışlarını fark ettiğinde kendisini zor da olsa durdurmuştu.

 “Şimdi şöyle ki beni okula bıraktığın günden beri herkes senin benim sevgilim olduğunu düşünüyor. Abim olduğunu duyan da seninle tanışmak için günlerce peşimi bırakmıyor. Bir de yüzbaşı olduğunu öğrendiklerinde hepsinin gözünü üniforma sevdası bürüyor. Ben de artık sevgilim olmadığın gerçeğini ispat etmek gibi bir davranışta bulunmuyorum. İnan bu durum seninle tanışmak istemelerinden daha iyi. Böylece kızları da senden korumuş oluyorum. Ne istediklerinin farkında değiller çünkü.”

 Son söylediklerinin ardından çok önemli bir koruma görevi üstlenmiş gibi gururlu bir yüz ifadesi takınmıştı suratına.

 “Yüzbaşı sevgilim var diye herkese hava atıyorum demiyorsun da güya herkesi benden koruyormuşsun. Buna inandığımı zannetme hanımefendi. Ayrıca eğer bu durum, okulun erkeklerinin de senden uzak durması için yeterli değilse gelip kendimi bir ara tekrar gösterebilirim.”

 Hayır! Hayır! Hayır! Pelin bir kez daha kızların ablukasına alınıp da bin bir farklı soruyla karşı karşıya kalmak istemiyordu. Buna bir kez daha katlanamazdı.

 “Hayır! Hayır! Hayır!”dedi düşüncelerinin peşi sıra. “Gerçekten bu kadarı kâfi canısı.”

 Kızın korku dolu ifadesine dayanamayan Yağız, onu kendine doğru çekti. Kız da buna itiraz etmemişti. Abisinin göğsüne yerleşerek kollarını abisinin beline doladı.

 “Senin eşin olacak kadına çok üzülüyorum. Seninle nasıl baş edilir ki? Gerçi senin eşin olabildiyse muhakkak seni alt etmiş olacaktır. Ayyy… Hayali bile güzel. Onun emrine amade olmuşsun, bir dediğini iki etmiyorsun. Canısı, bu durumu hayallerime bile sığdıramadım.”

 Bu kız ne kadar da hayalperestti böyle. Nelerin hayalini kuruyordu? Demek abisinin aşktan deli divane hâlleri bu derece hoşuna gitmişti. Üzücü olan asıl konu atlatıldığına göre Yağız için kardeşinin kurduğu hiçbir hayalin şimdilik sakıncası yoktu. O hayalin ilerleyen zamanlarda gerçek olabilecek olma ihtimali olsa bile…

 ***

Gün ağarırken yılların verdiği alışkanlıkla erkenden gözlerini açan genç adam, göğsünde hissettiği ağırlıkla uyku mahmuru gözlerini ağırlığın sebebine odakladı. Kardeşinin uzun siyah saçları göğsüne dağılmış, hafif bir tebessümle uyuyordu. Bu hâliyle genç bir kızdan ziyade ufak bir kız çocuğunu hatırlatıyordu Yağız’a. Her kâbusunda koşarak kollarına sığınan o küçük, korkmuş kızı…

 Onu uyandırmadan üzerinden çekti ve hızla duşa yöneldi. Duşun sonrasındaysa kardeşini çoktan uyanmış vaziyette buldu. Kahvaltıya tüm aile derin bir sessizlik içinde başlamış, sonunu da o şekilde getirmişlerdi. Gitme vakti geldiğinde genç adam oyalanmadan her şeyini sığdırdığı tek bir çantasını alarak soluğu havaalanında almıştı. Check in işlemlerini hallettikten sonra uçağın saatini beklemek için bekleme salonundaki boş koltuklardan birine oturdu. Oldukça kalabalık gibi görünüyordu. Geçmek bilmeyen vakti doldurmak için aldığı günlük gazeteyi açarak okumaya başladı. Gözleri hiç hoşlanmadığı haberlere takıldıkça istemsizce dişlerini sıkıyordu. Her rastladığı şehit haberi inanılmaz bir öfke doğuruyordu içinde. Tarifi imkânsız bir üzüntü de beliriyordu sonrasında… Yan yana silah tuttuğu devrelerinin haberlerini okumak daha da can yakıcı oluyordu. Farkında olmadan aldığı nefesi sıkıntıyla geri verdi.

 Bir başka haber başlığının ilk kelimelerini okumaya başlamışken duyduğu bir sesle istemsizce bakışlarını gazetenin üzerinden kaldırdı. Salona giren bir kadın, telefonla konuşarak onun olduğu yere doğru ilerliyordu. Telefonu kapattığında aynı anda kadının telefonu tekrar çalmaya başlamış kadın hiç bekletmeden yanıtlamıştı aramayı ve çaprazına oturmuştu. Genç adam da tekrar gazetesine odaklanarak haberi okumaya başlamıştı. Ama aynı cümleyi tekrar tekrar okumaktan alamıyordu kendini. Odaklanmakta güçlük çekiyor gibiydi. Bakışlarını tekrar kaldırdı bu durumun sebebine doğru. Kadınsa yarattığı rahatsızlıktan bir haber, konuşmaya devam ediyor, kelimelerinin arasına ufak kahkahalarını eklemeyi de ihmal etmiyordu. ‘Ah kadınlar!’ diye geçirmeden edemedi içinden ki sonrasında ne kadının konuşması son buldu ne de Yağız’ın kelimeleri tekrar tekrar okuması. Odaklanmakta zorluk çektiği böyle bir zamana nadiren rast gelirdi; ama umursamadı. Uçağın anonsuyla gazeteyi kapattığı gibi yerinden kalktı ve kapıya doğru ilerledi. Kadınınsa telefonu kapatmaya hâlâ niyeti yok gibiydi.

 Beklediğinden daha uzun süren bir uçuşun ardından, uçak Kars Havaalanı’na iniş yapmış, genç adam da seri hareketlerle kalabalığa yakalanmadan binadan çıkmıştı. İlk adımını attığı anda Kars’ın serin havası kendisini belli etmişti. İşte şimdi hayatı bir kez daha sil baştan, başka bir yerde başlıyordu.

 Havaalanı önünde dizili olan ulaşım araçlarından bir taksi çarptı gözüne ve ona doğru yöneldi. Bir an önce yeni görev yerine ulaşmalıydı. Zaten tahmin ettiği saatte göre oldukça gecikmişti. Taksinin önüne bu düşüncelerle geldiğinde, taksiye binmesini sağlayacak o adımı atmadan duyduğu sesle yerinde durmak zorunda kaldı. Neden durduğunu kendisi de bilmese de kendine engel olamıyormuşçasına başını geriye doğru çevirdi. Yüzüne çekici bir gülümseme yayılmıştı. Karşılaştığı manzaradaysa birkaç adım ötesinde duran kadın, bin bir zorluklarla çekiştirmeye uğraştığı valizleri ve her şeye rağmen azimle konuşmaya çalıştığı telefonu vardı.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Aşkın Nazlı Hali - Bölüm 18

Fotoğraf @nilmelteem Bölüm 18    Okundukça birbirine karışan kelime ve harfler… Tekrar tekrar okunan kaçıncı satırdı bu?! Kaçıncı girişimdi ...