expr:content='data:blog.isMobile ? "width=device-width,initial-scale=1.0,minimum-scale=1.0,maximum-scale=1.0" : "width=1100"' name='viewport'/> Kübra Türker Kitapları

Aşkın Nazlı Hali - Bölüm 16

 


Bölüm 16

 Soğuk çarşafa bıraktığı yorgun bedeninin üzerindeki sıcak baskıya rağmen gözlerini açmamaya direniyordu Yağız. Bilincini kazanmaya başladığı her an, vücudundaki her bir eklem kendini ve yorgunluğunu hatırlatırcasına daha çok sızlarken uyku mahmurluğuyla derin bir nefes aldı. Ciğerlerine dolan havadaki bu koku çok tanıdıktı ve sıcacık… Yüzünde günlerdir yaşadığı öfke ve gerginliğe inat bir gülümseme belirirken, gözlerini açmadan derin bir nefes daha aldı. Egzotik ve içi ısıtan bir kokuydu. Güzel hisler uyandıran… Candan parça olduğunu hatırlatan…

Gözlerini araladığında, bir bebek gibi kollarına kıvrılmış olsa da bir tarafı hâlâ deli yatmakta ısrar eden o küçük kızla karşılaştı. Yüzünün her bir noktasını izlerken yüzünü kapatan kömür karası saçlarını bir kenara çekti. Ondan uzak kaldığı günlerde ne kadar büyümüş olursa olsun, onun gözünde bu küçük kadın hiç büyümeyecekti. O hep abisinin minik cadısı, düşük çeneli, tatlı patavatsızı olacaktı. Şimdi ağlamaktan şişmiş gözleri ve ısırılmaktan kabaran dudaklarıyla gözüne daha da ufak bir kız çocuğu gibi görünüyordu. Her yaramazlığından sonra babasından azar işitip abisine sığınan o minikti hâlâ.

 Yağız, bakışlarını kardeşinin üzerinden ayırdıktan sonra duvarda asılı duran saate, ev içerisinde kırık ve çıkığı olmadan kalan nadir parçalardan birine, takıldı. Saat ikindi vakitlerinden akşama dönmüşken doğrularak yatakta bağdaş kurdu. Başında aynı anda ziller çalmaya başladığında şakaklarını ovuşturmadan edemedi ve bu kez çektiği ağrıdan kısılmış bakışları odasında gelişigüzel gezindi. O saatin bile bu evde sağ kalmış olması şaşırtıcıydı.

 “Pelin?” diyerek uyuyan kardeşini dürterken şakaklarındaki ellerinin baskısını iyiden iyiye arttırdı. Kendini yorgunluktan yataklara düşecek kadar yormak için kasıtlı çaba sarf ederken, sonrasında ne bekliyordu, hiçbir fikri yoktu. Çünkü kendine çektirdiği eziyet boşa çıkmış, değişen hiçbir şey olmamış, uyanır uyanmaz yine aklına ilk gelen şey o kadın olmuştu ve o kadın hâlâ karşı dairesindeydi. Daha önce bu düşünce onun yüzünde istemsiz bir tebessüm oluşturmaya yetse de şimdi aksine dudakları gerilmişti. En azından bu kadar bedenini paralarcasına yorduğuna değmeliydi. Yok yere sinirlerinin gerildiğini hissederken bir kez daha ama bu defa daha sert bir şekilde dürttü kardeşini. “Pelin?!”

 Kardeşinin iç çekerek yerinde sıçradığını fark edince bu kadar sert olduğu için pişman olsa da başka türlü bu uykuya âşık, minik kızın uyanmayacağını biliyordu. Genç kız gözlerini tam olarak açamamış bir hâlde abisine yaslanarak ayılmaya çalıştı bir süre. Saçları karmakarışıkken hiçbir şey umurunda değilmiş gibi abisinin koluna dolanarak omzuna yaslandı. Yağız, kendine engel olamayarak Pelin’in saçlarını iyiden iyiye karıştırmaya başlayınca, kız gözlerini zorlukla açarak abisinin elini kabaca itti. Kardeşinin kızarmış gözleriyle karşılaşan adamın aklı bir an için Pelin’i, kendi kapısında ağlarken gördüğü ana kaydı. Gözleri ağlamaktan kan çanağına dönmüş olsa da sınırlarını zorlarcasına ağlamaya devam ediyor ve her bir inci tanesinin düşüşünde dişlerini dudaklarına daha çok geçiriyordu genç kız. Bu küçüklüğünden beri böyleydi. Ne zaman endişe duysa ya da kafasını bir şey kurcalasa kendine hâkim olamıyordu. Normalde olsa Yağız, kardeşinin bu hâliyle dalga geçerdi; ama gecenin bir yarısı kapısında çaresizce boynuna atlayan kızı görünce hem şaşırmış hem de korkmuştu. Sonuç olarak her zaman olduğu gibi babasıyla kavga ettiği gerçeği ortaya çıkmış ve kız, hiç tereddüt etmeden soluğu abisinin yanında almıştı.

 “Hadi uyan artık. Üsküdar’da sabah oldu. Hem… Siz cadıların mesai saati başlamadı mı hâlâ?”

 Pelin, oturur vaziyette belli belirsiz bir şeyler mırıldanırken abisinin sıcaklığına daha çok sokulmuş bir yandan da yorganın içine iyice gömülmeye uğraşıyordu. “Üsküdar’da olan sabah beni ilgilendirmiyor. Çünkü malum burası İstanbul değil… Havasından bile belli. Bu yüzden beni Kars’a yeni tayin olmuş bir cadı olarak düşünebilirsin,” derken dişleri birbirine vururcasına titredi genç kız.

 “O zaman, burada günün Üsküdar’a göre daha erken aydınlandığı düşünülürse, seni daha önce uyandırmalıydım. Mesainden oldukça gerisindesin.”

 “O zaman… Benim yıllık izne çıkmış bir cadı olduğumu düşün. Hatta süpürgemi bir önceki görev yerinde kırdılar ve buraya uçakla gelmek zorunda kaldım. Benim için birazcık üzülmeni istesem…” diyen Pelin’in kalkmaya hiç niyeti yoktu ve Yağız da bunu anlamış gibi kızı saran yorganı aniden çekmesiyle, kız ufak bir çığlık atmıştı. Uyanmak zorunda olduğunu anlayarak önce bacaklarını yataktan sarkıtmış sonra da derinden bir of çekmişti.

 “Evini diktatörlükle yönettiğini bilseydim, monarşinin hâkim olduğu evimde kalmayı tercih ederdim.” Abisinin tek kaşının kalktığını görünce ayağa kalkmış ve devam etmişti. “En azından İstanbul’daki evimde padişah birinci Ahmet’ten sonra hâkimiyet monarşiye göre bana ait… Padişahımızın oğlu sonu gelmeyen bir seferde olduğundan tek varis benim ne de olsa.”

 Yağız, haberdar olmadığı kasları bile sızlarken toparlanmaya çalışarak ayaklarını yataktan aşağı sarkıtarak yere bastı ve yüzünü ovuşturdu. Görmeyen gözlerle yere bakarken etrafa saçılmış kırık cam parçalarına takıldı gözleri. İçine, aynayı un ufak ettiği gün hissettiği saf öfke çöreklenirken sanki aynı o günkü gibiydi. Hatta hiçbir eksiği yoktu, fazlası vardı. İçini boğan, kasıp kavuran bir keder çöreklenmişti sanki yüreğine. Damarlarında süzülen kan, kalbine uğradıkça kedere bulanıyor sonra bu keder tüm hücrelerine zerk ediliyordu. Derin bir nefes alarak ayağa kalktı ve Pelin’in tam karşısında durdu.

 “Bu kadar gevezelik yettiyse, eline süpürgeni alsan iyi edersin. Eminim ki senin gibi cadılık işini hobi olarak değil de tam zamanlı yapan birinin deposunda kırılmadık bir başka süpürgesi vardır.”

 Pelin, abisinin surat ifadesini gördüğünde şaşırmıştı. Çünkü karşısındaki bu adam kendisine böyle tepkiler vermezdi. Merakı abisinin ters cevabı ile iyice hararetlenirken, onun dediği gibi tam zamanlı cadılık sıfatının hakkını vermeye karar verdi. Ne de olsa abisine nazı her daim geçerdi. “Ne yapıyorsun bu evde, dinozor mu besliyorsun tatlım? Bu evi benim tek başıma adam etmem imkânsız. Sanırım arada bir de olsa babamın hakkını yiyorum, şimdi babam olsa bana kıyamaz hiçbir işi bana yaptırmazdı,” derken ellerini beline koymuş inatlaşır gibi abisine bakıyordu.

 “Gelen gideni aratır derler ve maalesef ki burası babanın evi değil.”

 “Bari karnımı doyursaydın da karın tokluğuna çalıştırdı diye arkandan iyi konuşabilseydim. Sonra da konuşunca konuştu oluyor. Benim suçum değil ki sen konuşturuyorsun beni, tatlım.” Dudaklarını büzmüş, abisinin mavilerine eş maviliklerini hiç çekinmeden ona dikmişti. Yağız, omuzlarını esneterek iyiden iyiye dikildi. Bu kızın abisine kesinlikle zoru vardı; ama yine de iyi ki buradaydı. “Burada koskoca kız varken ben mi gidip yemek hazırlayacağım?” diyen adamın kaşları çatılmışsa bile dudakları tebessüm ediyordu.

 Pelin pes edermiş gibi derin bir nefesini serbest bırakırken “Ay iyi tamam! Sen işkence etmek için beni mi bekledin acaba abito?!” diye inleyerek kapıya doğru yönelmek için bir adım atmışsa da yerde bir kenara topladığı kırık ayna parçaları gözüne çarpınca tekrar abisine dönmüştü. Sesi inatlaşır gibi değildi bu kez, abisini biraz olsun konuşmaya itecek kadar yumuşaktı. “Tabii önce birileri sana işkence etmediyse…” diye mırıldanırken abisinin eline uzandı ve parmak uçlarını, abisinin teninin üzerindeki geçmek üzere olan kabuk bağlamış yaralar üzerinde gezdirdi. Adam elini çekerken, kardeşiyle göz göze gelmiş ve Pelin abisinin gözlerindeki o acıyı bir an için dahi olsa görmüştü. Abisini böyle morali bozuk gördüğünü hiç hatırlamıyordu. O abisini hep mutlu, yüzündeki gülümsemesiyle bilirdi ki mutsuz olan hep Pelin olurdu. Abisiyse onun neşesini yerine getiren taraf… Anneleri öldüğünde abisi muhakkak ki daha perişandı; ama üzerinden o kadar çok zaman geçmiş ve Pelin öylesine küçüktü ki o günleri hatırlamıyordu. Sadece annelerinin yokluğunda kalan koca boşluk vardı.

 “Belki bana kuyruğuna kimin basıp da seni vahşi bir kaplana çevirdiğini anlatırsın tatlım,” derken bir bakışıyla darmaduman olmuş evi işaret etti. Abisine tatlım, hayatım gibi bilumum tüm sıfatlarla seslenmek ayrı bir zevk veriyordu. Onu, o korkutucu asker imajından çekip alıyordu.

 Abisi hüznünü birden üzerinden atmışken geri çekilerek Pelin’i baştan ayağa süzmeye başladığında genç kız şaşkınlıkla “Ne yapıyorsun tatlım?” diye sormadan edemedi. “Boyun, seni aşacak, karışık işlerle uğraşacak kadar uzanmış mı, ona bakıyorum.”

 Pelin’in bir şeyleri ortaya çıkarmaya çalıştığı ne kadar belliyse Yağız da bir o kadar bu konu üzerine konuşmayı istemiyordu. Sadece bu konuyla ilgili değil, hiçbir şeyden konuşmak istemiyordu. Ama sevgili kız kardeşi buna pek imkân verecek gibi gözükmüyordu. Üstüne üstlük sadece duruşu değil sözleri de bunun kanıtıydı.

 “Beni aşacağını düşündüğün şu işin… Benim boyumu aşacağını pek zannetmiyorum. Hatta bahse varım ki ben o işi birkaç santim de geçerim,” diyen genç kız, başparmağı ve işaret parmağını birbirine yaklaştırarak abisine gösterdi. Sonra iki parmağı arasındaki mesafeyi biraz daha açtı. “Belki de düşündüğümden de fazla santim vardır aramızda. Yani ne benim boyumu aşan ne de o kadar karışık bir iş…”

 Yağız, ağrıyan başını sakinleştirecekmiş gibi şakaklarını ovalarken kendisini, ışıl ışıl parlayan mavi gözlerle kendisine bakan kız kardeşi karşısında küçük bir çocuk gibi hissetmişti. Kardeşinin ne demeye çalıştığını anlayamazken toparlanmaya çalıştı. Ama zihni ve bedeni bu derece yorgunken pek de başarılı olamıyordu.

 “Ama bence senin düşündüğün kadar karışık değil, o iş. Bana kalırsa karışıklığın kelime anlamının tam karşılığı bu oda, tabii bir de içerisi… Kadının kafası da karışık gibiydi gerçi, haklısın. Sen de ondan farklı sayılmazsın gibi görünüyor tatlım. Yine de bunlar aşılamayacak şeyler değil,” diyen genç kız dişlerini göstererek gülümseyince Yağız kendisini iyiden iyiye aptal gibi hissetmişti. “Bak abiciğim, günlerdir dağ bayır demeden sırtımda onlarca yükle dolanıp durdum. Tamam, ben yorgunum; ama sen de pek normal görünmüyorsun. Kendini iyi hissetmiyorsan hastaneye götürebilirim seni. Belli ki yaşadığın şeyler benim düşündüğümden daha derin izler bırakmış sende. Ne dediğinin farkında değilsin.” Yağız, durumlarına gülmeden edemedi. Belli ki abi kardeş, beraber sınırı aşmak üzerelerdi.

 “Abito lütfen bana deli muamelesi yapma! Özellikle de seninle aynı odadayken. Çünkü cümle âlem bilir senin nasıl gözü kara bir deli olduğunu,”derken istemsizce dişlerini dudaklarına geçirmişti. Bu adam neden zorlamadan bir şeyini paylaşmazdı ki?! “Pelin, rahat bırak şu dudaklarını. Mahvetmişsin zaten. Şişmiş, kocaman olmuşlar. Hiç aynada baktın mı hâline? Kimse beğenmeyecek seni. Çok çirkin görünüyorlar.”

 Bunları söylerken abartılı bir yüz ifadesi kullansa da sözlerinin mutlaka kardeşi üzerinde etkisi olurdu. Ne de olsa Pelin, bronz teninde çıkabilecek her türlü sivilce hatta ihtimali için bile olsa günlerce yas tutabilirdi. Genç kız, elini dudağına götürürken bir yandan da abisine ters bir bakış atmıştı. “Sanki evde ayna bırakmışsın da,” derken komodin üzerindeki paketi alarak Yağız’a uzatmış ve sonra devam etmişti. “Hem çirkin de değillerdir muhakkak. Çünkü bu hareket ki bir de farkında olmadan yaptığım düşünülürse, karşı cins için oldukça cezp edici. Ayrıca… Sanki dakikalar önce öpülmüşüm izlenimi veriyor.”

 Yağız, küçük kız kardeşinin söylediği sözlerle afallamışken “Sen bunları nereden öğreniyorsun?” diye mırıldandı ki kardeşi cevap vermeye hazırlanırken aynı anda “Bilmek istemiyorum!” diyerek onu susturdu. Böyle şeyleri kızların aklına kim sokuyorsa, iyi bir dayağı hak ediyordu.

 Kardeşinin “Hediyeni açmayacak mısın?” diyen sesiyle düşüncelerinden sıyrıldı ve elindeki poşete baktı. İçindekini çıkardığındaysa göz rengiyle uyumlu mavi renkli bir tişörtle karşılaştı. Kendisinden uzağa tutarak inceledi. Kol kısımları olmayacak gibi dursa da zararı yoktu. “Teşekkür ederim,” diye mırıldanırken sesine gülümsemesi karışmıştı bu kez. “Kendine bir parça eşya dahi almadan gelirken bana hediye almış olman büyük incelik.”

 Pelin sözlerini söylerken abisinin tepkisini ölçmekten de geri kalmıyordu. “Ah hayatım! Üzgünüm; ama bu hediye benden değil. Kendimi buraya zor attığımı düşünürsek… Bu hediye için teşekkürlerini şu seksi, afeti devran, yeşil gözlü komşuna iletirsin.”

 “Yeşil… Gözlü mü?” diye bir mırıltı döküldü dudaklarından.

 Yeşil gözler… Şaşkınlıkla açıldıklarında bin bir farklı yeşil gün yüzüne çıkar ve adam, o renkte kaybolmaya bayılırdı. Kadının üstüne gidişleri bundandı. Yeşil tonu adamın zihninde ve hayatında ciddiyetken, artık ondan daha da ötesiydi. Karargâha her gidişinde, karşısında çıkan her askerin göğsü dik taşıdığı üniformasındaki yeşil, onun gözlerindeki bir tonu düşürüyordu aklına. Odasından görünen dağlar üzerindeki ormanlıkla, her bakışında yeşil zenginliği barındırdığı başka bir tonu çekip çıkarıyordu zihni. Derin nefes alıp ferahlamaya kalktığında sanki ondan başka yeşil harammış gibi boğuluyordu ciğerleri. O, kadının gözlerini solumak isterken tekinsiz bir yerden kadının gülümseyişleri dalga geçercesine işgal ediyordu yüreğini. Yaralı bir kaplan gibi inliyordu tüm benliği. Kafese kapatmaya kalksa, aklına gelenler bir kırbaç misali izlerini törpülerken yapamıyordu. Daha çok asileşiyordu. Günlerdir onu görmek, en azından rastlaşmış gibi davranarak varlığını hissetmek istiyordu yanında. Kadın başkasına aitken böyle düşünceleri barındırıp adileşmiş hissetmek de, içindeki kaplanı ölmekten beter ediyordu. Sessizleşiyordu sonra… İçindeki prangalara boyun eğiyor, keder içinden taşıyordu; ama… Sessizleşiyordu.

 “Evet, hani senin şu karışık dediğin, benden birkaç santim kısa, kafası karışık ve seksi olan… Karşı komşun. Ayrıca… Kendisinin sana bir mesajı var.” Pelin, abisinin kasılan çenesi ve sıkılan dişlerine ek kararan yüz ifadesinden cevabını kat be kat almıştı. Artık abisinin pek de bir şey anlatmasına gerek yoktu. Karşısındaki bu adamı hep gülümserken biliyordu, şu anki duruşuysa oldukça korkutucu ve bir o kadar da çaresiz gibi görünüyordu.

 “Neymiş?” diyen adamın sesi varla yok arasında çıkıyordu. Pelin, kafası karışıkmışçasına abisine baktı. “Tam olarak aranızdaki mevzu ne anlayamadım; ama… Dediğine göre; sana bu tişörtten başka hiçbir şey borçlu değilmiş.”

 Yağız, sanki kendi mevzilerinden kendisine taciz ateşi açılmış gibi hissediyordu. Derin bir nefes alarak sıkıntıyla bırakırken “Demek öyle dedi,” diye kendi kendine mırıldanmış ve gözlerini kapatarak şakaklarını ovalamaya başlamıştı. Pelin’se abisinin bu hâline daha fazla dayanamayarak onun başını ovalayan eline uzanarak tuttu. “Yalnız bunları söylerken… Çok garip bir ifadesi vardı. Aslında başka bir şey söyleyecekmiş de son anda fikir değiştirmiş gibi… Ya da ben öyle hissettim, bilemiyorum. Çünkü oldukça şaşkındı ve… Beni öldürmek ister gibi bakıyordu sanki.”

 Adam duyduklarına şaşırarak bir süre kardeşine baktı. Neden Naz öyle bir tepki vermişti ki bu kez onu sinir edecek hiçbir davranışta bulunmadığına emindi? Hem de günlerdir burada olmadığı düşünülürse…

 “Sen kapıyı bu hâlde mi açtın?” dese bile aslında kardeşinden gelecek cevap ne olursa olsun ne düşüneceğini bilmiyordu. “Evet, böyle açtım. Elimden geldiği kadar kapı ardına gizlenmeye de çalıştım. Yoksa yatmadan önce protokol kıyafetlerimi mi giymeliydim; ama üzgünüm ki gelirken hiçbir şeyimi yanımda getirmemişim,” derken üstündekileri işaret etti. Üstünde Yağız’a ait olan içinde kaybolduğu kapüşonlu polar bir kazak altında da kısa bir boxer şort vardı.

 Bu cevapla zihni, onunla oyun oynarmışçasına dakikalardır susturmaya çalıştığı çığlığın sesini arttırırken böyle bir şeye ihtimal veremezdi. Neydi yani, Naz kapısında bir kadın gördü diye… Kardeşi, Naz’ın yüz ifadesini yanlış ölçmüş olmalıydı. Kadının kıskanmış olma ihtimali adam için oldukça imkânsızdı; ama onu hastalıklı bir şekilde umutlandırmaya iterdi hakkı olmayarak ve Yağız’ın böyle düşünmesi bile onun ne kadar çaresiz bir durumda olduğunu göstermiyordu da ne yapıyordu? Tişörtü tutan eli yumruk olmuştu.

 Pelin, abisinin bakışlarını kendi bakışlarına sabitleyince meraklı ama bir o kadar da üzgün bir bakışla “Bu kadın senden ne istiyor abi?”diye sordu ısrarla. Adam fısıltı gibi bir sesle “İstemiyor…” dedi önce.  “Kalbimi bana geri vermek istemiyor.”

 Elindeki tişörte bakışları kayınca elini yakıyormuşçasına aniden kardeşine uzattı. “Sanırım bu tişört bana uygun değil. İstersen… Sen giyebilirsin,” diyerek kardeşinin başka bir şey söylemesine fırsat vermeden odadan çıkmıştı. 

***

 Kendisini büyük demir kapıdan dışarı atarken, rüzgârın yüzüne vurmasıyla iliklerine kadar titredi Naz bir an için. Buna ne kadar alışması gerekirse gereksin alışamıyordu bir türlü. Seri adımlar atarak okul bahçesinden çıkmaya hazırlanırken aklına gelen şeyle başını yana doğru çevirdi. Bu saatler Yağız’ın da işten çıkma saatleriydi. Ne kadar içinde ona karşı bir öfke yanarsa yansın yine de her fırsatta gözleri onu arıyordu. Bu kadar öfke kendisi için bile fazlaydı. Gözleri adamın mavilerini bir defa görse belki bir kısmı dinecekti. Hem de evindeki o kadına rağmen… Ve adam için aldığı tişörtü kadının üzerinde görmüş olduğu gerçeğini umursamadan… Derin nefesler alırken soğuğu hissetmiyordu şimdi. Okulun bahçesinden çıkmadan önce, adamın görünme ihtimalinin olduğu yola, ardından da saatine baktı. Belki birkaç dakika içerinden geçer umuduyla bahçenin ortasında adımlarını durdurdu. Karla kaplı bahçenin ortasında tek başınaydı. Montuna iyice sarınırken içindeki ağlama isteğine mani olmaya çalıştı.

 Öyle tarifsiz bir yalnızdı ki içindeki boşluğu onlarca belki yüzlerce insan dolduramazdı; ama tek bir insan, sadece varlığıyla o boşluğu doldurmakla kalmaz, ardından o yalnızlığın izini dahi bırakmazdı.

 O adamın yaralı bakışları düştü aklına birden. Öfkesinin bir kısmı zincirlenirken içi acıdı. O son bakışını unutamıyordu. Kendisine bir kez daha öyle bakmaması için bir şeylerin izahını etmek istiyordu. Sonrasında adam yine sevgilisinin kollarına koşabilirdi ve bu, Naz’ın umurunda olmamalıydı. Fırsatını bulursa öfkesini de adamın yüzüne vurduktan sonra gidip yatağında ağlayabilirdi. Sokak lambalarının loş ışığında uzun bir adam silueti gözüne çarpınca, Yağız umuduyla yürümeye başladı. Ağır bahçe kapısını açarken kim olduğunu anlamak için gelenin yüzüne bakarken tahmin ettiği yüzle karşılaşmanın verdiği heyecanla ne söyleyeceğini bilemeden öylece durdu. Aklında tasarladığı tüm cümleler bir bir uçarken adam ondan önce davranmıştı. “İyi akşamlar.”

 Yağız’ın yüzünde hiçbir ifade yoktu. Bu adamın böyle zamanlarından nefret ediyordu. Yüzündeki o gülümseme olmadan, söyleyeceklerinden ters tepki alıp almayacağını kestiremiyordu. “İyi akşamlar,” diye mırıldandı o da. Bir süre hiçbir şey söylemeden birbirlerine baktılarsa da Yağız bu anı uzatmadan yolu işaret etti. “İstersen eve kadar beraber yürüyebiliriz.”

 Bu, onlar arasındaki bir rutin hâline gelmiş olsa da hiçbir seferinde iki taraftan da talep gelmeden olmuştu. Birbirlerini bir anda beraber konuşup yürürken bulurlardı. Ama şimdi adamın bu yönlendirmesiyle aralarına birkaç günde nasıl duvarlar örüldüğünü acı bir şekilde fark etti Naz. Hem de o duvarlardan birine çarpmış gibi hissediyorken… Adamın söylediğine sadece başını salladı. Şu an kalbinin çarptığı sert duvarın acısını hafifletmeye çalışıyordu. Her bir adımla aralarındaki sessizlik uzayıp giderken bu sessizliği Yağız böldü. “Tişört için teşekkürler.”

 Naz, inanmazca adama baktı. Dalga geçiyor olabilir miydi? Yüzünde öyle bir ifade yoktu; ama içten içe kendisini sinir etmeye çalışıyor olmalıydı ve bunu başarıyordu. “Teşekkür gereksiz. Senin giymediğin düşünülürse.”

 Adam da kadının yüz ifadesini inceliyordu. Yanakları soğuktan kızarmışken sanki bir şeye kızmışçasına kaşları çatılmıştı. Tişörtü giymediği için kızmış olamazdı, değil mi? Bu Yağız’ın hüsnü kuruntusu olmalıydı. “Sanırım alırken aklında sevgilinin beden ölçüleri vardı.”  Naz ne dediğini idrak edemezmiş gibi yüzüne bakmaya devam edince devam etti. “Yani… O tişörtün benim üzerime olmayacağını tahmin etmeliydin.”

 “Haklısın. Bir haftadır seni göremeyince beden ölçülerin aklımdan çıkmış olmalı!”

 Yağız, Naz’ın çoğalan öfkesi karşısında bir an için duraksadı. Şimdi de o, az evvel Naz’ın baktığı gibi anlamadığını belirtircesine kadına bakıyordu.

 “Bu yalanda birlikte olduğumuzu sanıyordum. Bir hafta boyunca, sen ortalarda yokken maalesef ki o yalanın ağırlığını kendim taşımak zorunda kaldım,” diyen Naz, kızgınca adama bakıyordu; ama adam nasıl oluyorsa sakinliğini koruyordu. “Ali’nin burada olmadığımdan haberi vardı.”

 “Ama benim yoktu!” Bunları söylerken sesi yükselmişti ve adam konuşmaya başladığında inanamayarak ona baktı. “Bu yalandan sonra, özellikle de benim yüzümden başına daha fazla dert açılsın istemedim.”

 Ne kadar da inceydi?! Başındaki dertler bini aşmışken, ki en büyüğüne adam yüzünden batmışken bir derdi daha olsa ne değişirdi ki?! “Üzgünüm; ama olan oldu artık!” dedi inatla. Apartmanın önüne geldiklerinde adam, aniden ona doğru dönmüştü ve önünde dağ gibi dururken Naz onun heybetinden ve karanlık geceye rağmen parıldayan maviliklerinden alamadı bakışlarını. Sesi, aralarındaki gerginlikte kırbaç gibi şaklarken tüyleri ürperdi. “Ne istiyorsun, Naz?” diyen adamın bakışları kısılmış, dudakları gerilmişti. Ne söyleyeceğini bilemezken sadece “Ne mi istiyorum?” diye tekrar edebildi. Ne söyleyeceğini bilemediği nadir zamanlardandı şu zaman ve adam, ismini söylemişti. Eskiden olsa bunun için mutlu olur, ona diş geçirdiğini düşünürdü; ama şimdi aralarında giren ismi, duvarların yüksekliğini belli ediyordu sanki.

 “Evet, ne istiyorsun? Sevgilini arayıp özür mü dilemeliyim? Ben böyle yaptığımda daha mutlu olacak mısın, aranız düzelecek mi?”

 “O, benim sevgil…” derken dudaklarından çıkan zoraki kelimeler de adam tarafından esen rüzgâra savrulmuştu. “Onun, senin neyin olup olmadığı beni ilgilendirmez Naz. En başından beri haddimi aştım. Senin hayatına burnumu sokmamalıydım.”

 Bir rüzgâr eserek kadının saçlarını adama doğru savururken belli belirsiz çiçek konusunun farkına vardı adam. Derin bir nefes alırken ciğerlerini özlediği o kokuyla doldurdu. Söylediği her bir söz, dudaklarından çıkarken öyle acıtıyordu ki eğer kadın, sevgilisini aramasını söylerse ne yapardı hiç bilmiyordu. Kadının yeşillerinden geçen duyguları okumaya çalışırken allak bullak oluyordu. Bu kadın kendisinden gerçekten ne istiyordu? Başından beri ondan uzak durmasını söyleyip durmamış mıydı? Ama şimdi neden sanki gözleri loş sokak lambasında inci taneleri barındırır gibi parıldıyordu?! Bu kadar sessizlik yeterdi, artık kadın bir şeyler söylemeliydi.

 “Ne oluyor sana böyle?” diye fısıldamıştı kadın. Zayıf sesi uğultuya rağmen Yağız’ın kulaklarını doldurmuştu. Dişlerini sıkarken derin bir nefes daha çekti. “En başından beri senden uzak durmamı istemiyor muydun? Şu an, tam olarak senden uzak durmaya çalışıyorum,” diyerek apartmanın ağır kapısından içeri girmiş ve Naz’ı boşluğa bakar hâlde bırakmıştı.

 Bu tartışmanın üzerinden birkaç gün geçmiş ve Naz’ın içindeki o boşluk daha çok içini yakar olmuştu. Adamı her görüşünde günaydın, iyi akşamlar gibi selamlaşmaların ötesine geçemiyorlardı. Üstüne üstlük birkaç dakika öncesinde Yağız evine giriş yapmaya çalışırken, adamın boynuna atlayan kadınla iyiden iyiye sarsılırken kendini yatağına bırakmıştı. Gözü komodini üzerinde yapraklarının çoğunu dökmüş olan çiçeğe takıldı. İçindeki ağlama isteğini durdurmaya çalışırken hırsla gözlerini sildi. Adama alıştığı için bu kadar acıtıyor olmalıydı. Yoksa tek başına, sevgi bu kadar acıtabilir miydi?

 Yatağında kıvrılmışken başının okşanmasıyla kendisini daha da kötü hissetti. Sanki içindeki bir düğmeye basılmış gibi bir inci tanesi gözlerinden firar etti. “Yüzüme bile bakmıyor Semoş. Bana her fırsatta gülücükler dağıtan adam… Yüzüme bile bakmıyor,”derken bir iç çekti. “Biliyorum, sevgilisi var; ama… En azından beni dinlese de… Öyle bakmasa artık.”

 “Bence o kız sevgilisi falan değil, biz kafamıza göre senaryo yazıyoruz burada.”

 Duyduklarıyla başını aniden kaldıran Naz, Sema’nın emin olup olmadığını anlamak için yatağında doğrularak gözlerinin içine baktı. “Emin misin?”

 “Aslında… Tam anlamıyla emin olmadan bir şey söylemek istemiyordum; ama… Emin gibiyim. Birbirlerine ne kadar benzediklerine bir baksana. Hem… Kız bence Yağız’a göre biraz küçük.”

 “Sadece bu benzerlik yüzünden mi emin oldun?” derken içinde filizlenen umudu budayarak kendini yatağa bıraktı. Ama Sema’nın sözleri bu umudu tekrar yeşertmeye yetiyordu. “Sadece benzerlikleri değil. Ben Yağız’ın sana bakışını gördüm. O bakışların Orkun geldiğinde nasıl değiştiğini de…”

 “Bana boş umutlar verme Sema,” diyerek inledi genç kadın. Yatağında bağdaş kurarken parmaklarıyla oynuyordu. O inatçı kadın, bir anda çaresiz bir kız çocuğuna dönüşmüş gibiydi. Gözleri ağlamaktan kızarmış, dudakları istediğini alamamanın verdiği keyifsizlikten büzülmüş… Sema, Naz’ın ellerine uzanarak karşısında onun gibi bağdaş kurdu. “Orkun çıkıp gelmeden mutlu mesut evcilik oyunu oynamıyor muydunuz? Erkekler hiçbir zaman oyunlarında üçüncü bir kişi istemezler Naz. Orkun, sizin tüm oyununuzu bozdu. Aslında… İyi de oldu. Gerçeklere dönmeniz lazım artık.” Naz’ın omuzları çöktü. “Onu nasıl yapacağız peki?”

 “Yağız’ı harekete geçirerek.” Naz, anlamamış gibi Sema’ya baktı. Söz konusu Yağız olunca artık hiçbir şeyi anlayamıyordu. “O nasıl olacak peki?”

 Sema, Naz’ın surat ifadesiyle ufak bir kahkaha attı. “Yağız’ın bu hâle gelmesine sebep olan neyse onu kullanarak, yani kıskandırarak. Bunun için üçüncü bir kişiye ihtiyacımız var.”

 Naz, gözlerini devirmeden edemedi. Üçüncü kişiler yüzünden bu hâle geldikleri düşünülürse, kadroya dâhil olacak hangi üçüncü bir kişi onları toparlayabilirdi ki? “Hiç zannetmiyorum,” diyerek olumsuzca başını salladı; ama Sema vazgeçmeyecek gibiydi. “Siz kendinizi dışarıdan göremiyorsunuz. O yüzden sen seyircilere güven. Hem… İşe yaramazsa da kaybedecek hiçbir şeyimiz yok. En azından tüm gün senin yatağında ağlayıp benim içimi parçalamandan iyidir.”

 Hakikaten… Kaybedecek neyi vardı ki? Daha fazla ne olabilirdi? Buraya kadar sürülmüşken daha fazla ne çıkabilirdi karşısında? Kafasındaki düşünceleri “Ama üçüncü bir kişiyi burada nereden buluruz?” diye mırıldanan Sema bölmüştü. Buradan birilerinin olması imkânsız bir şeydi. Hem ne yapacakları da henüz belli değilken, sorgusuz sualsiz dediklerini yapacak ve sorun çıkarmayacak biri olmalıydı. Aksi gibi kendi aklı da bu fikre öylesine yatmıştı ki zerre itiraz etmiyordu. En azından bir şeyler yapacak olmanın heyecanı vardı bu kez içinde. Aniden aklına gelen bir fikirle gözleri açıldı. Bunu yapmasını istediği kişi, bu işi kusursuz halledecekti; çünkü kendisine borçluydu ve Yağız, kendisini bıraktığı durumda kalacaktı. Şu an için nasıl olacağını bilmiyordu; ama olacaktı. Eğer Yağız da Sema’nın söylediği şekilde hissediyorsa daha ileri gitmek zorunda kalmayacaklardı. En azından böyle umuyordu. Komodindeki telefonuna uzanarak rehberden aradığı ismi bularak telefonu kulağına götürdü. Karşı taraftan şaşkın ama bir o kadar da memnun olan adamın sesi geldiğinde lafı uzatmadan söze başladı.

 “Bana borcun vardı, hatırladın mı? Sanırım tahsilâtı yapmamın zamanı geldi,” derken birkaç dakika önce ağlayan kadın kendisi değilmiş gibi dudaklarında sinsi bir gülümseme vardı.

 ***

Seri adımlarla koridorda ilerlerken adımları koridorun en sonundaki odada durdu. Kapıyı çaldı ve girmesi talimatının verilmesiyle içeri girerek masa başında oturan yarbayın önünde durdu. Selam verdikten sonra adamın konuşmasını bekledi.

 “Şöyle otur, Yağız,” diyen yarbayın dediği koltuğa yerleşerek adamın konuşmasını bekledi. Birkaç dakika öncesinde yarbay, onunla özel olarak konuşmak istediğini söylemişti.  “Buraya tayin olalı kısa bir zaman geçmesine rağmen çok çabuk adapte oldun Yağız ve gerçekten de yaptığının hakkını veriyorsun, ayrıca bu kurumun sorumluluklarının da fazlaca farkındasın. Böyle adamları her zaman takdir ederim.”

 Yağız, söylenenleri bir baş hareketiyle kabul ederken bunun haricinde hiçbir harekette bulunmadı.

 “Buraya geleli çok olmasa da kendini sevdirdin bana. Bu söyleyeceklerimi bir üstün değil bir baba ya da bir abi nasihati olarak gör. Artık sen nasıl dersen? Biliyorsun ki sen ya da bir başkası, evlilik durumu söz konusu olmadan böyle bir yaşayış içinde bulunması meslekten ihraç edilmesiyle sonuçlanır.”

 Tekrar bir baş hareketiyle söylenenleri onaylarken konunun nereye varacağını tahmin etmişti.

 “Kulağıma bazı revir dedikoduları geldi. Bunların neredeyse hepsi evli olduğun yönündeydi. Bu dedikoduların neden ya da nasıl çıktığı bizi alakadar eden bir durum değildir ki bunlara kulak asacak değiliz. Kim ne derse desin biz seninle ilgili doğru bilgiye zaten sahibiz. Evli değilsin. Ama buna rağmen böyle bir ilişki içerisindeysen, işin boyutu büyümeden bu yaşayışını tekrar gözden geçirmeni tavsiye ederim.”

 Yağız içinden gelen gülme isteğini bastırdı. Ama bu istek mutlu olduğundan ya da durumu komik bulduğundan değildi. Ne evliydi ne de sözü geçen bu tarz bir yaşayışa sahipti. İşin ilginç yanı evli olmayı belki de isterdi. Gülmesinin sebebi buydu. Ciddi duruşunu bozmadan konuşmaya başladı. “Beni bu konuda uyardığınız için teşekkür ederim komutanım; ama evli olmam ya da bu şekilde bir yaşayış sürdürmem gibi bir durum söz konusu değil,” derken bu dedikodunun kaynağını düşündü. Muhakkak Naz ile beraber yaptıkları mutlu ev sahipleri rolünden sonra çıkmış olmalıydı. Bunların bir kısmı dahi adamın kulağına gelmişse şu an karşısındaki adamı inandırmak için bu söyledikleri yeterli olmayacaktı. Özellikle de daha fazla açıklama beklercesine kendisine bakarken. “Evli değilim; ama nişanlıyım komutanım,” dedi tereddüt etmeden.

 Yarbay önce şaşırmışsa da sonra duyduğu şeyden memnun olmuşçasına gülümsedi. “Bundan daha önce bahsetmemiştin.”

 “Çok yeni komutanım.  Nişanlım burada öğretmenlik yapıyor. Aynı zamanda karşı komşum olduğu için birlikte çok zaman geçiriyoruz. Sanırım bundan dolayı böyle bir algı oluştu,” derken kendini yalan söylemiş gibi hissetmiyordu. Sanki hepsi gerçek gibiydi ya da Yağız’ın olmasını istediği gerçeklikte…

 Yarbayın yüzündeki gülümseme büyürken söylediklerine inanmış görünüyordu.  “Şimdi anlaşıldı durum. Senin neden batı dururken buraya gelmek istemene şaşmamalı… Tebrik ederim. Düğünü ne zaman düşünüyorsunuz?”

 “Yazın diye umuyoruz; ama bakalım,” dediğinde ortadaki tüm anlaşmazlıklar aşılmış görünüyordu. Mesai bitmek üzereyken izin isteyerek kalktı ve odasında bir süre vakit geçirdikten sonra karargâhtan çıktı. Naz’ın okulunun önüne geldiğinde okulun çok ıssız görünmesi üzerine onun da gitmiş olduğuna karar vererek eve yürümeye başladı. Şimdi bu yeni durumu her ihtimale karşı ona söylemesi gerekiyordu. Hâliyle bunun için de günlerdir gözlerini değirmekten bile çekindiği kapıyı çalmalıydı. Ayaklarını sürüyerek merdivenlerden çıktı ve eli zorlukla zile giderek düğmeye bastı.

 Kapı açıldığında yerdeki bakışlarını kaldırarak kapıyı açan kişiye sabitlediğinde, görünmeyen bir mevziden üzerinde ateş açılmış gibi hissetti. Gözleri şaşkınlıkla açılırken ifadesini ne kadar sabit tutmaya çalışsa da pek başarılı olamıyordu. Bu da neydi şimdi? Birileri gerçekten canını yakmaya uğraşıyorsa bunda gerçekten başarılı oluyordu. Silkelenerek kendine gelmeye çalıştı. Bu evde bir süredir iki tane kadın yaşadığına göre her şeyi Naz’a yormamalıydı.

 “İyi akşamlar birader. Kime bakmıştın?” diyen adamın duruşundaki rahatlık Yağız’ın yumruğunu sıkmasına neden oldu. Kendisinden az biraz kısaydı ve düğmelerinin yarıdan fazlası açılmış olan kot gömleğinden sportmen bir vücuda sahip olduğu belli oluyordu adamın. Kara kaşlı kara gözlü, tam bir Türk erkeği izlenimi yaratsa da Yağız için oldukça rahatsız edici bir görüntü çiziyordu. Bir kez daha bu evde iki kadın yaşıyor gerçeğini kendine hatırlattı.

 “İyi akşamlar. Naz evde mi?” derken tüm sakinliğini korumaya çalışıyordu. Ama adam buna fırsat vermiyordu. Ne adam ne de sözleri… “Evde bir dakika,” dedikten sonra içeri doğru seslenmişti. “Prenses, kapıda bir misafirin var.”

 Kısa bir süre sonra birinin yürüyüşü duyulurken kapıyı açan adam, Naz’a bakmış ve çok terlemişçesine gömleğini hareketlendirmişti. “Yaz gelmeden eve kavurucu sıcağı getirmişsiniz. Bu ne sıcak böyle, prenses?” diyip Yağız’ı süzercesine son bir bakış atmış, ardından içeri geçmişti. Naz’sa içeri geçen adama gülmekle yetinmişti. Ne zamandır kendisine gülmezken…

 Dişlerini sıkarken derin bir nefes aldı. Bu manzaranın yaşandığı bu kapı önünde daha fazla kalmak istemiyordu; çünkü kendine hâkim olamayacağını en derinlerinde hissediyordu. Bu yüzden direk konuya girdi. “Seninle konuştuğum bir şey vardı, hatırlıyor musun? Sende kaldığım gün…” dedi zorlukla. Dişlerini sıkmaktan çenesi öyle kasılmıştı ki başına saplanan ağrılarla bunu fark edebildi ancak. Naz, hatırladığını belli edercesine başını salladığında vakit kaybetmeden devam etti. “Bugün üstlerimden biri evli olup olmadığımı sordu.”

 Naz merakla devam etmesini bekledi; ama Yağız cevap vermiyordu, veremiyordu. Çenesi kenetlenmişken yapamıyordu. Kadın “Sen ne dedin?” diyerek teşvik etme ihtiyacı hissetti.  Adamın sesi mırıldanır gibi çıkmıştı.“Nişanlı olduğumu söyledim.”

 Kadın telaşa kapılmış gibi görünürken Yağız, onun tepkisini ölçmeye uğraşıyordu. İşin bu kadar uzamış olmasına telaşlanıyor olması, normal görünmüştü adamın gözüne. Ama kadından duyduğu sözler, kadının telaşının başka bir şey için olduğunun kanıtıydı. “Bu işe yarar, değil mi? Yani… Senin başına bu yüzden dert açılmaz?”

 Çıldırmak üzereydi. Bu kadın ne yapmaya çalışıyordu? Neden umursuyordu ki ona ne olacağını? Böyle davranıp da her fırsatta adamın içine umut tohumları ekip yeşermesine izin verip sonrasında bir çırpıda onları tarumar ediyordu. Böyle karmakarışık hissetmektense kadının onu sevmediğini bilmek kendi akli dengesi için daha sağlıklıydı. Düşüncelerinde kaybolmuşken başını olumsuzca sallayarak karşısındaki kadının gözlerinin içine baktı. “Neden umursuyorsun ki?! Ya da her fırsatta öyleymiş gibi davranıyorsun?!”

 Kadının gözleri önce şaşkınlıkla açılmış sonrasındaysa idrak etmek ister gibi tekrar kısılmıştı. Adamı inandırmak istercesine konuşmaya başladı. “Çünkü umursuyorum. Bu yalanda beraberiz. Bunu bana sen söylemiştin, unuttun mu?”

 “Boş versene,” diyen adam, daha fazla, kadına bakmaya tahammül edemiyormuş gibi hızla başını çevirmiş ve cebinden çıkardığı anahtarlarla kendi dairesinin kapısını açarak içeri girmişken bir baskıyla kapısı sonuna kadar açılmış ve Naz içeri girmişti. Sonrasında da sertçe kapıyı kapatmıştı.

 “Son sözü söyleyip gidebileceğini mi zannediyorsun?!”

 Kadının sesi tüm salonda yankı yaparken Yağız, sabrının sınırlarını aşmak üzere olduğunun farkına vardı. “Son sözü sen söylemek istiyorsan, bir an önce söyleyip prensinin kollarına koşabilirsin. Belli ki hararetlenmiş de… Söndürmen gerekir belki.”

 Naz, söylenenleri idrak ederken onu kendinde tutan tüm ipleri bir bir kopmuşçasına adamın üzerine yürüdü. Sesinin yüksekliği her bir kelimeyle artarken gözleri ateş saçıyordu. “Sen ne dediğini zannediyorsun?! Ne biçim konuşuyorsun benimle?! Kim olduğunu zannediyorsun?!”

 “Senin tarafından kim olarak algılandığımı ben de merak ediyorum; ama bunları söylemek için sesini yükseltmene gerek yok. Tüm mahalle birkaç güne kadar senin ve bir önceki sevgilin sayesinde inim inim inlemişken, bu mahalle bir vakayı daha kaldıramaz. Mahallenin küçük olduğu kadar meraklı sakinleri olduğu düşünülürse…”

 Yağız, sakin görünse de tüm kontrolü bıraktı. İçindeki tüm bu öfkeyi başka şekilde üzerinden atamazdı. Aksi gibi Naz da aynı şeyi düşünüyordu. Yanacaksa tek başına olmayacaktı. Elini beline koyarken kızgınca adama baktı.

 “Yani bir tek beni konuşuyordur bu mahalle, değil mi? Senin kaç gündür evinde kalan sevgilini kimse merak etmiyordur eminim ki!” dedikten sonra güç toplarcasına derin bir nefes aldı. “Gülbahar teyze, evindeki kadının kim olduğunu bana sordu. Ben de sana sormasını söyledim. Ev sahibi olarak evinde neler olduğunu merak ediyor kadın haklı olarak.”

 “İkimiz de küçücük mahalleye maskara mı olduk şimdi; ama benim kimseden ne gizlim ne de saklım var. Gülbahar teyzenin her bir sorusuna da veremeyecek hiçbir cevabım yok. Aynı soru sana da sorulmuştur muhakkak sen ne cevap verdin acaba?” diyen Yağız, elinde olmayarak kadının üzerine doğru ilerledi. “Sevgilim mi dedin?!”

 Naz adamın duruşundan ürkerek bir adım geri attı. “Sevgilim mi? Elbette öyle bir şey demedim. O benim sevgilim değildi ki görüyorsun, benim de cevabını veremeyeceğim hiçbir soru yok!”

 “Demek öyle… O zaman şu soruma cevap ver. Sevgilin olmayan bir adamın nasıl olup da seni öpmesine izin verdin ya da bir erkekle öpüşmen için sevgilin olması şart değil mi?!” derken adam ona doğru bir adım daha atmıştı. Kadın da bir adım geri…

 Demek sevgilisi değildi. O zaman neden günlerce işkence çekip öyle düşünmesine izin vermişti?! Neden her fırsatta rüyalarında kadının dudaklarına yabancı dudakların değişinin aklına düşmesine müsaade etmişti?! Kendisine acı çektiren düşüncelerin her biri aklına geldikçe içindeki yaralı aslan daha çok kükrüyordu.

 “Sen beni ne zannediyorsun?!” diyen kadının gözleri kocaman açılmıştı. Adamın kendisi hakkında vardığı düşünceleri aklı mantığı almayı reddediyordu. “Yoksa, sonrasında onun tattığını sen de mi tatmak istiyorsun?!”derken adamın bir şey demesine fırsat vermeden elini kaldırmışken, Yağız onun havadaki elini yakalamıştı ve günler sonra ilk defa adamın yüzünde bir gülümseme oluşmuştu. “Demek ona vurdun, öyle mi?”

 “Sevgilin olmayan kadını zorla öptüğün bir durumda… Bu beklenen bir hareket olmalı!”

 Duydukları adamın hoşuna gitse de daha cevaplanması gereken soruları vardı. Yeşil ateşlerin oynaştığı gözlerden mavilerini bir saniye ayırmadan kadına doğru bir adım daha attığında kadın duvarla kendisi arasında kalmıştı. Bakışlarını kadının dudaklarına çevirdiğinde, dolgun dudaklarına dişlerini geçirmiş olduğunu fark etti. Anlaşılan o ki Pelin bu konuda haklıydı. Bu manzaraya dayanmanın imkânı pek yoktu. Mavileri, tekrar yeşilleri bulduğunda derin bir nefes bıraktı ciğerlerinden ve kadının elini serbest bıraktı.

 “Şimdi… Ben öpsem seni… Bana da aynı şekilde karşılık verir misin?” derken kadının üzerine doğru eğilmişti hafifçe. Naz’ın göğsü aldığı nefeslerle körük gibi inip kalkarken dizlerinin bağının çözüldüğünü hissetti. Adamın nefesinin tadını dudaklarında hissedebiliyordu. Zihni düşünmeyi bırakmışken adamın bir cevap beklediğini zorlukla idrak edebildi. Aralarındaki elektrik tüm hücrelerini uyarırken bakışları adamın dudaklarına takıldı ve bu, adam için cevaptı.

 Dudaklarının üzerinde hissettiği sıcaklıkla, sanki dünyanın en doğal duygusuymuşçasına gözlerini yumdu. Bir tüyün dokunuşu gibiydi o dudaklar… Bu ufak temasla dizlerinin bağının çözüldüğünü hissederken beline sarılmış kuvvetli bir kol, onu kendi bedenine yaslamıştı. Bakışlarını o bedenin sahibinin gözlerine sabitlediğinde yakıp kül etmeye hazır mavi ateşlerle karşılaştı. Cevapsız bırakılan soruları çoktan unutmuştu. Adamın yüzündeki çarpık gülümseyişi izledi bir süre. Adamın dudakları hareket etmeye başladı. “Son bir soru daha…” diye mırıldandı Yağız. Ama soruyu sorarken, tebessüm taşıyan dudakları gerilmiş, tepkilerini makul düzeyde tutmaya çalıştığı belliydi. “Evindeki adam… Kim?”

 Adam yüzünden bu kadar aciz hissetmek sinir bozucu olsa da bu hissi, misli misli geride bırakan heyecan bir de adamın kollarındayken çok fazlaydı. Aklı hızlı düşünme yetisini bir süre için kaybetmiş olsa da bu sorunun yanıtını o kadar kolay alamayacaktı bu adam. “Hiç kimse,” diye mırıldandı. 

 Adamın yanan bakışları kısılırken önce kadının saçlarından derin bir nefes almıştı. Bu kokuyu deliler gibi özlemişti. Sonrasında alnını kadının alnına dayamış ve aldığı derin nefesi istemeyerek de olsa usulca bırakmıştı. Sıcacık nefesi kadının yüzünü okşarken Naz, içi ürperircesine titremişti. “Kim Naz?” diye tekrar etmişti adam. Ama bu kez sesi derindendi. Cevabı ne olursa olsun alacağını belli edercesine kararlı…

 “O adamın burada olmasının sebebi sensin.”

 Yağız, anlamadığını belli edercesine bakarken gözlerini kadının gözlerinden ayırmıyor, devam etmesini bekliyordu. Ama Naz, daha fazla açık vermeyecekti. Kendine gelmeye uğraşırken adam buna müsaade etmemişti. Kafasını bulandırırcasına elleri, kollarından omuzlarına doğru çıkarken istediğini almaktan vazgeçmiyor Naz’ın tüm dirayetini kırıyordu. “Ben o adamı şu an parçalamak isterken, onu buraya getirtecek ne yapmış olabilirim ki?”

 Sesinin tınısı Naz’ı sararken böyle sözler söyleyen bir adam, nasıl oluyor da sevgilisini evinde barındırıyor düşüncesi belirdi aklında. Hatta nasıl oluyordu da kendisinden başka bir kadın, adamın sevgilisi olabiliyordu? Bunu da öğrenecekti. “Benden uzak durarak…” derken kadın laflarını bitirememişti.

 Adamın yaptığı en büyük hata ondan uzak durmaya çalışmaktı ki bunu bile becerememişti. Bir kalp atımı ötesindeyken ve binlerce doğrusu varken yanlışı yapmıştı. Kadının dudaklarına dokunduğu an, tüm düğümleri çözülmüştü. Tüm duyu organlarının infilak ettiği hissiyle dolarken, Naz’ın da ondan farkı yoktu. Yağız tarafından zapt edilmenin şuursuzluğuna sürükleniyordu an be an. Nasıl olduğunun dahi idrakına varamadan adama karşılık verirken bulmuştu kendini. Beline sarılmış olan kol daha da sıkılaşırken, içgüdüselce kollarını adamın boynuna dolamıştı. Dudaklarından ufak bir inilti serbest kalırken dudakları ayrılmış, adam alnını alnına dayamıştı. “Yağız…” diye fısıldadı kaybolduğunu düşündüğü sesiyle.

 Yağız sesini çıkartmamıştı önce. Hiç istemese de kendine gelmeye, toparlanmaya ve toparlamaya çalışıyordu. Günlerdir kadından uzağa savurduğu parçalarını… O kadar iyiden öte hissediyordu ki… Belli ki bir araya getirmek, savurmaktan daha kolaydı. Dudaklarında eğri bir gülümseme oluşurken ikisinin karışımını barındıran havayı derin bir nefesle içine çekti. Sarhoş ediciydi. Tekrar kadının dudaklarına yönelirken etraflarındaki her şey silinmişti.

 “Hayatım ah bu komşuların çok şeker senin,” diyen bir sesin varlığıyla kaskatı kesildi Naz. Toparlanmaya çalışırken derin nefesler alsa da hareket edemiyordu. Bu gerçeği nasıl da atlamıştı? Yüreğinde bir ağırlık hissederken adamın kollarından çıkmaya uğraştı; ama adam önce buna izin vermese de baskısını azaltmıştı. Kadının sesi hepten yakınlaşırken Naz’ın hissettiği yiyip bitiren aldatılmışlık tüm bedenini sarıyordu. Kadının devam eden sözleriyle Naz, nefes almayı unuttu bir an. “Ev sahibin Gülbahar teyze tutturdu Selin de Selin diye bir düzel…”

 Naz’ın kulakları uğuldarken duymaz olmuştu sanki. Bakışları Yağız’ın bakışlarını bulduğunda dudaklarından kelimeler çıkmıyordu. Yağız’ın yüzündeki gülümseme yüzünden silinip yerini bariz bir şoka bırakırken, bahsi geçen kadın bulundukları odaya girmişti. “Aa!” derken şaşkınca ikisine bakmış ve devam etmişti. “Lütfen… Siz devam edin. Ay çok pardon,” diyerek geldiği gibi gitmişti.

 Çökmek üzere olan duygularıyla gözlerini kapatan Naz’ın yaşadığı heyecan uğruna göz ardı ettiği tüm gerçekler şimdi yüzüne vuruyordu. Kendi hisleri uğruna oynadığı bu oyunda kendini bu denli ucuz hissedeceğini hiç düşünmemişti. Kendine kızarken adama da kızmayı ihmal etmiyordu. Bu adam kendisiyle alenen dalga mı geçiyordu? Sevgilisindeki bu rahatlık da neydi? Sevgilisi varken kendisini öpmüş olmasını saymıyordu bile… Kendini küçük düşmüş ve afallamış hissediyordu. Tabii bunlar hissettiği öfkenin yanında hiç kalacak miktardaydı. Bu hisler birkaç dakika öncesine gölge düşürürken kendine geldi. Utancı ve öfkesi adamı gördükçe artarken orada daha fazla kalamazdı. Adamı sertçe üzerinden iterken derin nefesler alarak kızgınca ona baktı. “Sen… Sen benimle…” derken devamını getiremedi. Yanakları öfkesinin şiddetinden kıpkırmızı olmuşken burada daha fazla kalmaya niyeti yoktu. Yağız arkasından seslenirken bir an için dursa da onun konuşmasına izin vermedi. Üzüntüyle adama bakarken “Belki bir gün… Gerçekten kalbinde tek bir kadına yer verirsin ve görüyorum ki ne o gün bu gün, ne de o kadın benim. Aslında zaten… Biz birbirimiz için başından beri uygun değildik, şimdiden sonra da olmayız. Hoşça kal,” diye mırıldandı.

 Yağız arkasından sadece bakakalmıştı. Oysa o tek bir kadın kalbini zapt etmişken nasıl olurdu da birbirlerine uygun olamazlardı? Naz onun hiçbir şey söylemesine fırsat vermeden hızla kapıyı çekip çıkarak kendi dairesine geçmiş ve kapıyı kapatarak sırtını kapıya yaslamıştı.

  Histerik bir şekilde ağlamak istiyordu şimdi. Adamın öpücüğüne milyonlarca anlam yüklerken adam sadece kendisiyle kafa mı buluyordu? Ne düşüneceğini, ne yapacağını şaşırmış durumdaydı. Yaslandığı kapı çalınca korkuyla yerinde zıpladı. Eğer kapıyı çalan adamsa,  kapıyı açmayacaktı! Ya da… Açacaktı! Ve ağzına geleni söylemekten geri durmayacaktı. Ne mahalle ne de apartman umurundaydı. Hırsla kapıyı açarken gördüğü kişiyle kendisine hâkim olmak zorunda kaldı. Aksi takdirde öfke içerikli uygunsuz kelimelerinin hedefi Gülbahar teyze olacaktı. “İyi akşamlar Nazlı kızım,” derken, Naz sadece başını sallamakla yetinmişti. Zira konuşacak gibi hissetmiyordu kendisini. Yaşlı kadın elindeki tabağı uzatmış ve devam etmişti. “Bugün Yiğit oğlumun misafirine diye yapmıştım. Maşallah o da çıtı pıtı, güzel mi güzel bir genç kız. Aynı senin gibi… Hem düşünceli de… Abisinin işini gücünü yapmaya gelmiş ta İstanbul’dan. Selin’miş adı da…” Gülbahar teyze konuşmaya devam ederken Naz dinlemiyordu. Duyduğu bilgiyi beyninin kıvrımlarından geçirerek idrak etmeye çalışıyordu. Bu kız şimdi, Yağız’ın kardeşi miydi?

 Aman Allah’ım adama neler söylemişti öyle?! Gülbahar teyzenin “Neyse Nazlı kızım benim lafım bitmez. Hadi afiyet olsun. Soğutmadan sıcak sıcak yiyin,” demesiyle kendine gelmişti. Bir baş hareketiyle teşekkür ederken kapıyı kapatarak tekrar sırtını yasladı.

 Allah’ım buraya geldiğinden beri hiç mi bir işi rast gitmeyecekti?! Her şey eline yüzüne bulaşmıştı ve yine, ağlamak istiyordu; ama şimdi bunun neden olduğunu tam olarak kestiremiyordu. Bir an önce kendisini sakinleştirmeliydi. Bunun için adamla arasını düzeltmek adına yeniden köprüler inşa ettiklerini düşündü. Mesela onunla öpüşmüştü! Öpüşmüşlerdi. İşte bu sakinleşmesine hiç yardımcı olmuyordu. Ama o anın zihninde canlanmasıyla tüm ruh hâli değişmişti ve bu bir anda olmuştu.

 Parmak uçları, dudaklarını bulurken dudakları elleri altında kıvrılmıştı. Kalbi öyle hızlı atıyordu ki sanki aldığı nefesler yetmiyordu. Gözlerini kapatarak birkaç dakika kalbini dinledi. Resmen normal ritmini aşmış ahenkle kulaklarında çınlıyordu. Duyduğu kıkırdamalarla gözlerini açtığında kendisini izleyen Sema ve Cenk’le karşılaştı.

 “Sen bu adamı gerçekten seviyorsun,” derken bilimsel bir inceleme sonrası sonuca ulaşmış gibi konuşmuştu Cenk. “Yoksa… Benim dilime düşme pahasına bile olsa, benden yardım istemezdin.”

 Şu an keyfini kimse bozamazdı. Özellikle de Cenk. Dudaklarındaki mutlu gülümseme sinsi bir hâl alırken bakışları kısılmıştı. “Senden yardım istemedim. Sen bana olan borcunu ödedin.”

 Cenk hiç çekinmeden kahkaha atmıştı. “Borcum kalmadı değil mi şimdi? Yoksa neme lazım, borç ödetmek için bir kapı açma uğruna İstanbul’dan ta Türkiye’nin bir ucuna çağırırsın beni.”

 “Merak etme. Borcun falan kalmadı. Ama… Teşekkür ederim,” dedi Naz minnetle. Gerçekten de adam tek bir telefonuyla, ilk uçakla buraya gelmişti. Gerçi bunda, aylar öncesinde kazandığı iddianın payı büyüktü.

 “Rica ederim. Sen ne kadar iyi bir eğitimcisin ki bana dersimi verdin. Bir daha seninle iddiaya girmeye kalkarsam, bu yaşadığımız olayı bana hatırlat,” dedikten sonra ciddileşmişti adam. Cenk’in ne kadar ciddi olabileceği tartışmaya açık olsa da söyleyeceği şeye inandığı, ifadesinden belliydi. “Değişmişsin prenses. Havandan bile belli.”

 Gerçekten… Değişmişti. Nasıl olduğunu bilmiyordu; ama bir şeyler gün be gün içine işlerken değişikliği kaçınılmaz kılınmıştı. Öncelikleri değişmişti ve olaylara bakışı belki… Ama evet, değişmişti ve değişmeye de devam edecek gibiydi. Bu değişim başlamışken, önce adama en son söylediği, kendi hisleriyle uzaktan yakından alakası olmayan, ilk öpücüklerine ihanet sayılacak o tükürdüğü ve nasıl yalayacağını bilemediği sözlere de uğrasa, fena olmazdı.

Fotoğraf: @guppybooks


Aşkın Nazlı Hali - Bölüm 15

Bölüm 15

 O kapıyı şu an hiç açmamış olmayı dilerdi. O kapı koluna ağırlığını vererek aşağı çekmemeyi ve  kahrolası kapıyı ardına kadar açmamayı…

 Kapıda gördüğü kişinin kendisinde yarattığı şaşkınlıkla gözlerini kapattı. Keşke açtığında adam orada olmasaydı. Bu durumun imkânsızlığı zihnini ele geçirse de şu an buna tutunmak istiyordu. Gözlerini açtığındaysa her şey yerli yerindeydi. “Bir hoş geldin yok mu?” diye soran karşısındaki adamın sesiyle her şey daha somut bir hâl almıştı. Şaşkınlığını atamamış hâlde isteksiz bir “Hoş geldin,” mırıldanırken, adamın içeri girmesi için geri çekildi. Eli ayağı şimdiden birbirine dolaşacaktı ve bunu çok açık bir şekilde hissediyordu. Onun ne düşüneceği umurunda olmasa da içeride durumlarının sahteliğini öğrenmemesi gereken bir misafirleri vardı.

 İçeriden gelen sesleri işiten genç adam “Misafirlerin mi var?” diye sordu. “Evet. Misafirlerim var. O yüzden… Konuşmamızı sonraya saklayalım olur mu?” dedi Naz kısık bir sesle.

 Başını sallayan adamla beraber salona geçerken, içinden dua edip duruyordu. ‘Allah’ım biliyorum şu aralar sadece zor zamanlarda adını zikreder oldum; ama yalvarırım bu işten sağ salim çıkayım, sana layık bir kul olmak için söz daha çok uğraşacağım. Ne olursun?!’ diye içinden geçirirken, dudaklarını ısıran dişlerinden habersizdi.

 Salonun kapısında uzun boylu, sarışın bir adamın görünmesiyle, Yağız adamı şöyle bir süzdü. İlk fark ettiği şeyse adamın kendisine bakan mavi gözlerindeki öfke oldu. Bakışlarını Naz’a çevirdiğinde, onun çehresine yayılmış olan rahatsızlık ifadesi endişelenmesine neden oldu. Genç kadının söyledikleriyle bu ifadenin nedenini anlaması uzun sürmedi. “Kuzenim Orkun,” diyerek Sema’ya yanındaki adamı tanıtırken, bakışları buluştu.

 Demek ki Orkun denen adam, bu adamdı. Yüzündeki rahatsız olmuş ifadeden de anlaşıldığı gibi muhakkak kadın, kendisinin sevgilisiyle arasını bozacağından endişe ediyordu. Orkun! Kadının bu adamla sevgili olduğu gerçeğini hep göz ardı etmişti Yağız. Hiç umursamamış, kadının kendi yanında olması onun için yeterli olmuştu. Ama şimdi… Sevgilisinin olduğu gerçeği somut hâliyle karşısındaydı. Ne Naz’ı düşünürken ne onunla aynı yatağı paylaşırken ne de onu öperken sevgilisinin olduğu gerçeği vardı aklında. Üzerine birden yapışan o kullanılmışlık hissinden kurtulamıyordu. Aklı sevgilisi olduğu gerçeğini hep göz ardı etmişken şimdi adam kanlı canlı karşısında duruyordu. Orkun yanlarındaki koltuğa oturmuş, araştıran gözlerle kendisini incelerken, içindeki fırtınalara rağmen sakince adamın bakışlarına karşılık verdi.

 Orkun’un Yağız üzerinde gezinen bakışlarından rahatsız olan Naz, Yağız’ın yanına oturdu. Zihninde de ‘Bu adam nereden çıktı şimdi?’ sorusu dönüp duruyordu. Orkun’a ümit verecek her türlü hareketten kaçınırken, kilometreler aşmasına sebep olacak cesareti ne zaman verdiğini hatırlamıyordu. O zihninde kendisiyle boğuşurken, Orkun’un sorusuyla oturduğu yerde dikleşti. İşte her şey başlıyordu! “Beni arkadaşınla tanıştırmayacak mısın Naz?”

 Orkun’un bakışlarında yanmaya başlayan öfkeye keskin bakışlarıyla cevap verirken Sema’nın dalga geçer gibi gelen sorusuyla Yağız’a baktı. Oysa sadece “Arkadaş mı?” diye sormuştu Sema. Orkun’un bakışlarındaki öfke de, ikisinin arkadaş olmadığını bildiğini haykırarak hesap sorar gibiydi.

 Bu adam haber verme cüretinde bulunmadan evine kadar gelerek öfke dolu bakışlarını kendisine yöneltme hakkını nereden buluyordu?! İçinde Orkun’a karşı sert bir öfke ateşi yanmaya başlamış, adamın bakışlarına soğuk bir sakinlikle cevap verirken, dudakları da Sema’ya cevap veriyordu.

 “Orkun düğünümüzde yoktu Semacığım. O zamanlar yurt dışında doktora yapıyordu. Zaten onunla aramızdaki bağ pek kuvvetli değildi. Çok sık kavga ederdik küçükken. Yaşlarımız ne kadar büyürse büyüsün bu pek değişmedi. O her zaman benim ak dediğimi kara, HAYIR dediğimi EVET kabul ederdi.”

 Bu cevabı verirken olayların gerçekliğini hiç düşünmemiş, tamamen Orkun’a olan öfkesiyle konuşmuştu. Fevri hareketlerde bulunan yanı yine ayaklanmıştı. Orkun’un öfkeli bakışlarıyla karşılaştıkça daha çok sinirleniyordu üstelik. Yağız’a doğru sokulurken, ona baktı. Adamın yüzündeki ifadeden hiçbir şey anlaşılmıyor ve bu durum daha çok sinirlerini bozuyordu. Keşke Orkun gibi, adamın da ne düşündüğünü yüzünden anlayabilseydi.

 Yağız televizyona odaklanmışken Sema ile Naz sohbet ediyor, Orkun da Naz’ı seyrediyordu. Naz her fırsatta Yağız’a bakarak ne hissettiğini tartmaya çalışıyor; ama her seferinde başarısız oluyor ve süngüsünü düşürerek Sema ile konuşmaya devam ediyordu. Yağız içinse durum hiç parlak değildi. Yanındaki adam gözlerini Naz’dan ayırmazken, kendisi görmeyen gözlerle televizyona bakıyor gibi görünüyordu. İçinde zincire vurmaya uğraştığı öfke varken yüzünü sakin tutması oldukça zor olsa da, Naz’ın Orkun denen adama değil de her fırsatta kendisine bakması içini rahatlatıyordu. O adamın beş dakikadır bu evde olmasına dahi katlanamıyorken, Naz’ın adamın gözlerine bir an dahi bakacağı düşünesi kendisini korkutuyordu ki sevgilisi olduğu gerçeği, kendisini iyice çileden çıkarıyordu. Uzun zamandır içinde bu kadar öfke hissettiğini hatırlamıyordu ve yapabileceklerinden değil, hissedeceklerinden korkuyordu. Kadının ne yapmaya çalıştığını da bir türlü anlamıyor ve kafası allak bullak oluyordu. Sevgilisinin karşısında, kendisine doğru sokulurken hiç sevgilisinden yana bakmıyordu. Peki, sevgilisini seven bir kadın onun karşısında bunları yapar mıydı? Acaba kıskandırmaya mı uğraşıyordu? Ne yapmaya çalışıyorsun be güzelim?!

 “Demek ki ben yurt dışındayken senin düğününü bile kaçırdım. Bu kadar koptuğumuzu hatırlamıyorum,” diyerek alakasız bir şekilde lafa karıştı Orkun.

 “Sanırım biz seninle hiçbir zaman o kadar yakın olmadığımız için kopmuş olma düşüncesi biraz… Tuhaf. Bağlı olmayan bir şeyi kopartamazsın,” dedi Naz ona cevap vermekte gecikmeyerek.

 “Yanılıyorsam düzelt; ama en son oldukça yakındık diye hatırlıyorum. Hatta o sahneyi hiç unutmam. Havuzda çok eğlenmiştik. Unutmuş olamazsın. Babana yakalanmıştık hatta.”

 Orkun’un söylediği sözler zihninde görüntü olarak cisim bulmaya başlarken, dişlerini sıktı Yağız. Naz bu adamla neler yapmıştı da bu adam bu kadar rahat konuşabiliyordu?! Hem de havuzda… İşin ilginç yanı ikisi sevgiliyken ve asıl kıskanması gerekenin kendisi olmaması gerekirken neden şu an içi gidiyordu?! Kıskanıyor muydu?!

 Görüntüler daha canlı hâlde zihnine işlerken dayanamayarak ayağa kalktı. Başka ne yapabilirdi ki? Sonuçta ikisi sevgiliydi ve ne isterlerse yapmakta serbestlerdi; ama neden bu durum kendisine dayanılmaz geliyordu? Yumruklarını sıkarken bir şeylere vurma isteği belirdi içinde. “Benim dışarıda birkaç işim var. Müsaadenizle…” diyerek kapıya doğru ilerledi.

 Yağız’ın birden ayaklanmasıyla Naz da ayağa kalktı ve adamı takip etti. Adamın yüzündeki ifadesizlik hiç hoşuna gitmemişti. Sabah fırından döndüğünde gözleri gülerek kendisine bakıp içini ısıtan adam şimdi… Gözlerindeki o soğuk, ifadesiz bakış iliklerine kadar buz kesmesine neden oluyordu. Hem de sadece bir bakışıyla… Bunun sorumlusu kendisi miydi? Orkun gelene kadar her şey çok güzel bir şekilde devam ederken ve her şeyin suçlusu Orkun olmasına rağmen, Naz kendisini suçlu hissediyordu. “Ben… Üzgü...nüm,” diyebildi ne için söylediğini dahi bilmeden. Adam buz gibi gözlerle kendisine baktı. “Ne için?” dedi umursamazca.

 Aklındaki onca kelimeden hiçbiri  önce davranıp da çıkmıyordu dudaklarından. Gerçekten ne için üzgündü? Tek istediği adamın kendisine böyle bakmamasıydı. O bakışlar altında kendisini öylesine ezilmiş ve suçlu hissediyordu ki, kelimeleri bile ürküp zihninin bir köşesinde saklanıyordu.

 “Bana hiçbir şeyin açıklamasını yapmak zorunda değilsin,” diyen adam kendi evine doğru dönerken kadın sadece adamın gerilmiş sırt kaslarını izleyebilmişti. Oysaki şu an açıklama yapmayı öylesine çok istiyordu ki ve kendisine gülen o mavi gözlerin tekrar gülmesini…

 Adamın gidişi ardından kalbine çöken ağırlıkla beraber salona döndüğünde, Orkun’u tek başına otururken buldu. Başını koridora doğru uzattığında Sema’nın mutfakta telefonla konuştuğunu gördü. Orkun’un karşısındaki koltuğa otururken kısılmış ve yeşilin en güzel tonuyla parlayan gözlerini adamdan ayırmıyordu. Adam da aynı şekilde kendisine bakarken koltuğun ucuna doğru geldi. “Buraya çabuk uyum sağlamışsın bakıyorum,” dedi alaylı bir sesle.

 “Evet, öyle oldu.”

 “Fark etmek zor değil. Eminim ki eşin oldukça yardımcı olmuştur.”

 Naz sinir olmaya değmeyeceğini düşünerek adamın sözlerine aldırmamaya çalışsa da alaycı sesi kulağını tırmalıyordu. “Geleceğinden haberim yoktu.” Sakin cevaplar verirken bakışları hiç de sakin görünmüyordu.

 “Bu belli. Eğer tenezzül edip telefonuna baksaydın ya da kendin cevap vermeyi deneseydin, mutlaka haberin olurdu!” Adam şimdi sinirini gizlemeyerek odada volta atmaya başlamıştı. “Seni ne kadar merak ettiğimin farkında mısın? Kendimi sana yeterince ifade ettiğimi sanıyordum. Ben seni bilmem kaç kilometre uzakta deli gibi merak ederken sen ne idüğü belirsiz  bir adamla evli numarası yapıp evcilik oyunu oynamayı daha eğlenceli buldun.”

 Adamın sesi hissettiği öfke ve aldatılmışlık hissiyle her kelimede daha çok yükselirken Naz kendisini tutuyordu. En azından bunun için uğraşıyordu; ama adama verilmiş hiçbir sözü yokken üstüne üstlük büyüklerimizin dediği gibi kendi kendine gelin güvey olurken, bu uğraşında pek de başarılı olamayacağını seziyordu. Ama eğer kendisi de bağırmaya başlarsa Sema’nın duymaması işten bile değildi.

 “Şu karşı komşun var bir de gecenin bir yarısı telefonlarını açan, gerçi eşin de olur, değil mi?!”

 “Orkun keser misin şunu?” dedi sınırdaki sakinliğiyle.

 “Her zaman ikimiz hakkındaki her şeyi kesip atıyorum zaten. Hem de senin yüzünden. O kadar yıldan sonra bana bir açıklama borçlusun!”

 İşte bu lafların sonrasında tüm ipler kopmuş ve yerinden kalkarak adamın cüssesine aldırmadan üstüne yürümüştü. “Orkun sen bana hesap soracak cesareti nereden buluyorsun?! Sana bu hakkı kim verdi ki ben sana böyle bir hak ya da ümidi bırak, günahımı bile vermeyecekken!! İstersem evli numarası yaparım, istersem karşı komşuma sekreterliğimi yaptırırım. Bundan sana ne?! Sen bana haber vermeden evime gelip ahkâm keserek hesap soramazsın. Unutma ki burada olmamın sorumlusu sensin! Senin yüzünden buraya sürüldüm. Sen haddini aşmayıp da beni o duruma düşürmeseydin, ben şu an İstanbul’da ailemin yanında olurdum!”

 Adeta haykırırken gözlerinden alev çıkıyordu. Karşısındaki adamın mavi gözleri şaşkınlıkla açıldığında Naz adamın maviliklerine dikkat kesildi. Her mavinin aynı olmadığının ayırdına vardı. Çünkü bir mavi kalbine maraton koştururken bir diğeri ölesiye nefret ettirebiliyordu. Adamsa o sırada şaşkınlıktan çıkarak toparlanmaya çalışıyordu.

 “Ben senden o kadar yıla rağmen hesap bile soramazken, kaç gündür hırlı mı hırsız mı sapık mı ne olduğunu bilmediğin dengesiz bir adamla gece gündüz berabersin ve adam telefonlarına bile bakıyor!!” diyerek direten adam, nasıl olup da kadının kendisini yok saydığını anlayamıyordu ve ses tonunu biraz daha yükseltirken, Yağız’a karşı yapılan imalar kadının öfkesinin daha da hararetlenmesine sebep oldu.

 O adam ne hırlı ne hırsız ne sapık ne de dengesizdi! Nereden mi biliyordu? Çünkü o adamla evini, yatağını paylaşmıştı. Bir süredir düşüncelerini ve rüyalarını hatta… Hayatını paylaşıyordu!

 “Laflarına dikkat et. Kendini herkesten üstün görmeye oldukça alışıksın sen. Ama o adam hakkında hiçbir şey bildiğin yok senin! Hem ne yılından bahsediyorsun da o yıllarda aramızda özel ne geçti hiç düşündün mü?! Hiç-bir-şey! Ve sen benim hiç-bir-şeyim değilsin!”

 Her kelimesinde adamın üzerine yürürken, sözlerinin son kısmında adamın iyice anlayabilmesi için bağırarak evi inletmiş, Orkun’sa bakışlarını kısarak elini beline koymuştu. “Demek ben hiçbir şeyin değilim; ama bakıyorum, o senin çok şeyin olmuş. Bu kadar hararetle savunduğuna göre sen yeterince iyi tanımışsın. Seni bu kadar kısa zamanda ağına düşürmek için ne yaptı?!”

 Ne mi yapmıştı? Naz’ın zihninden görüntüler geçmeye başladı aynı anda. Bahsedilen adam onun valizlerini taşımış, onunla alışverişe çıkmış, eşi olmuş, yatağını paylaşmış hepsinden önemlisi de  bulamadığı huzuru, güveni ve heyecanı vermişti. Aslında gerçek bir eşin yapacağı her şeyi kısmen yapmıştı.

 “Demek ki senin yapamadığın bir şeyler yapmış. Şimdi söyleyeceklerimi aklına iyice sok. Bir daha tekrar etmeyeceğim. Senin yüzünden buradayım ve senin sayende o adamla tanıştım. Ortada öfkelenmesi gereken birisi varsa o da benim. Bir daha sakın benden ödeyemeyeceğin hesaplar isteme! Kim olduğunu unutma gafletinde bulunma! Sen bana hesap sorabilecek son kişi bile değilsin!”

 Son zamanlarda içinde biriken tüm öfkeyi kusarken, genç kadının belli belirsiz sesi tüm apartmana yayılıyordu. Öğrenciler bağırışlar üzerine merakla kapıya çıkmışken, Yağız salondaki üç kişilik koltuğun kenarına oturmuş belli belirsiz bağırışlar kulaklarını doldururken,  aklından binlerce düşünce geçiyordu. Dizginlemeye uğraştığı öfkenin sebebini bir türlü bulamazken içinde bir şeyler kor hâlinde yanıyordu ve o hiçbir şey yapamıyordu. Naz’ın haykırışlarında, onu nasıl o adamla yalnız bıraktığını düşünüyordu. İki sevgilinin böyle kavga etmesi normal miydi? Ama adam sevgilisiydi işte ve bunu en başından beri bildiği hâlde… Ne aklı ne de kalbi bunu kabul edebiliyordu.

 Yerinden kalkıp evi turlamaya başladığında hâlâ kendi kendine aynı soruyu soruyordu. Neden? Neden içindeki öfke, sadece iki kapı ötedeki adamı öldüresiye dövme isteğini her geçen dakika arttırıyordu? Bu iğrenç öfke adamın bağırışlarıyla artarken, adamın Naz’a haykırırkenki hâli gözünde canlanmış ve tüm dizginleri ellerinden kayıp gitmişti. Önüne ne gelirse görmeden yıkıp geçerken tüm ev bir anda talan olmuştu. Hiç umursamıyor hatta ne yaptığının farkına bile varamıyordu. Kendisini ne zaman yatak odasına atıp boy aynasıyla karşı karşıya geldiğini hatırlamıyordu; ama aynada gördüğü yansıması tüm perişanlığını yansıtıyordu. Perişan olmak istemiyordu! Kadının haykıran sesinin duymak istemiyordu! Onu böylesine düşünmek istemiyordu!

 Aynanın orta yerinde patlayan yumruğunu eline yayılan acıyla fark ederken, sadece kırılan aynanın karşısında durdu ve yere yayılan ayna parçalarından ayrı ayrı kendisine yansıyan görüntüsüne baktı. Uzun zamandır bu kadar öfke dolmamış ve kendisini bu kadar kötü hissetmemişti. En kötüsü de o çok sevdiği annesini kaybettiğinden beri, hiçbir kadını böylesine sevip de ellerinin arasından kayıp gittiği hissine kapılmamıştı. Ama şimdi içinde patlak veren öfkenin ardındaki sebeple, kendini hiç olmadığı kadar evinde hissettiren sebebin aynı olduğunun farkına varması komikti. Aşk dedikleri bu muydu yani? Eğer buysa… Kesinlikle acı veriyordu!

 ***

 Orkun kapıya doğru yönelirken sesini çıkarmadı. Kapıdan çıktığında önce merdivenlere yöneldiyse de sonra geri döndü. Kapıda gitmesini bekleyen Naz’ın tam önünde dikildi.

 “Senin için erkekler basit bir eğlence değil mi? Kullan ve at! Bu kadar! Sen hep şımarık bir kadın oldun Naz ve istediğini elde etmeye de oldukça alışıksın. Ama sonrasında elindekilerden bıkan küçük, şımarık bir kız… Şimdiye kadar kaç erkeği kaldırım taşları gibi dizdin önüne ve şimdi kaçı aklında? Hepsi önemsiz birer hiç değil mi, aynı benim gibi? Kullan ve at! Şimdiye kadar bir erkekle süren ilişkin en fazla bir hafta mı?”

 “Ben sana her seferinde ve tüm iyi niyetimle biz olamayacağımızı söylemişken… Beni ve ilişkilerimi sorgulamak sana mı kaldı?” dedi kadın soğuk bir sesle.

 Kapının ağzında rezillik çıkmaması için sesini çıkarmazken aslında içinden çığlıklar atmak istiyordu. Bu adam neden hâlâ defolup gitmiyordu. O sırada karşı dairenin kapısı açıldığında hissettiği berbat duygulara rağmen içinde filizlenen heyecana engel olamadı. Merakla kapıdan çıkan adama bakarken Orkun da alaycı bir bakışla önce başını çevirerek Yağız’a sonra da Naz’a baktı.

 Naz’ın bakışlarında öyle bir hâl vardı ki, bu aldatıldığı düşüncesiyle içinde yanan ateşe tuz oluyordu. Kadının gözlerindeki başka bir şeydi ve… Ne kadar uğraşırsa uğraşsın bu kadın ona böyle bakmamıştı. Yıllarca kendisinin yapamadığı şeyi, bu adam sadece bir ayda mı yapmıştı? Nasıl âşık etmişti kendisine? Kadının kendisine ettiği lafları, bu bakışlarını ve aptal bir adam gibi hissedişini nasıl unutmayacaksa bu ikisi de kendisini unutmayacaklardı.

 “Onu da hevesin geçince bir kenara atacaksın. Yeni bir yer ve yeni bir erkek… Senin için oldukça cazip!”

 Adamın haddini bilmezce ettiği laflarla kendisini ucuz bir kadın gibi hissettirmeye çalışması her şeyin sonu olmuştu. Orkun’sa yüzüne doğru hareketlenen kadının elini, bileğinden kavrarken kadının dudaklarına doğru eğildi.

 Yağız konuşulanları duyarken sesini çıkarmamış, postallarını bağlamaya odaklanmış başını dahi kaldırmamıştı. Ama konuşulanlar içine işlemişti. İşini bitirip başını kaldırdığında gördüğü manzara nefesini kesmişti. Bakmaya bile doyamadığı o güzel yüzde, itinayla yer edinen, tadını deli gibi merak ettiği dolgun dudaklar bir başkasının aitliği altındaydı.

 Hiç beklemediği bir anda dudakları üzerine kapanan sahiplenici dudaklarla neye uğradığını şaşıran Naz, dişlerini duyduğu tiksintiyle birbirine kenetlemişken kulağına çalınan tek ses merdivenlerden neredeyse koşar adım inen bir çift postal olmuştu. O sesle tüm şaşkınlığını üzerinden atarken Orkun’u var gücüyle itti ve adamın, dudaklarındaki ambargosuna son verdi. Ve sonrasında duyulan tek ses  boş apartmanda yankılanan tokat sesi olmuştu.

 Naz hiçbir şeye tahammülü olmayan bir kişi olarak nasıl bu kadar sabrettiğini anlamakta zorluk çekiyordu. Bu tokadı daha önce atmalıydı. Hatta meşe ağacından yapılmış bu lanet kapıyı hiç açmamalıydı! Ateş saçan gözlerle adama bakarken göğsü aldığı derin nefeslerle inip kalkıyordu. Sinirleri boşalma derecesindeyken vücudu titriyor, kelimeler ağzında dönüyordu. Muhakkak bu iğrenç anı hatırladıkça ‘Keşke şunları da söyleseydim,’ diyeceği lafları olacaktı. Şimdi bu adamı karşısında gördükçe midesi bulanıyordu ve bir an önce adamın yok olmasını istiyordu.

 “Benim ilişkilerimin ömrü kısa dahi olsa, bil diye söylüyorum sebebi erkekleri kullanmam değil onlarda aradığımı bulamamam. Bir erkeğin doğru olup olmadığını bazen bir saniyede anlarsın, bazen bu aylarca sürer. Hiç kendini birazcık daha küçük görüp bunu düşündün mü? O kadar yıla rağmen diyorsun… O kadar yıla rağmen sen doğru şeyi yapamamışken, tanımadığım bir adam bunu tek sözüyle yaptı. Bana güven verdi, sadece bu sebeple bile onunla evli olmak isterdim ve sen… Hayatımda hiçbir önem teşkil etmeyen sen! Hiçbir hakkın olmayarak gelip bana hesap soruyorsun! Haberin olsun, bunları da hesap vermek niyetiyle değil, doğruları bil de yakamdan düş diye söylüyorum! Hayatımdan defol artık!”

 Kapıyı hızla adamın yüzüne kapatarak sırtını kapıya yasladı. Son bir saattir yaşadıklarının verdiği yıpranmışlıkla istemsiz yaşlar gözlerine dolarken kapının, sırtına verdiği acıyı umursamadan kapıyı sürtünerek yere oturdu. Başını ellerinin arasına alırken yaşadıklarına inanamıyordu. Sabah ne kadar mutlu gözlerini açmışken şimdi burada çökmüş, ağlamanın sınırındaydı. Bir gece önce sözde eşinin kollarında uyurken, ertesi gün onun karşısında başka bir adamla öpüşmüştü. Adam gerçekten eşi, hatta sevgilisi bile değilken yüreğine çöreklenen ona ihanet etmiş olma düşüncesini üzerinden atamıyordu. Nasıl bu hâle gelmişti de gerçek olmayan bir ilişki için vicdan muhasebesi yapıyordu.

 Gözlerine neden olduğunu anlamadığı yaşlar dolup da görüşü bulanıklaştığında karşısında dikilen kadını zorla seçebildi. Ama kadının bakışlarında ne sorgulama ne de kınama vardı. Sema, Naz’ın yanına oturarak sırtını kapıya yasladı.

 Muhakkak her şeyden haberdardı; ama Naz’ın tüm gerçeği anlatması gerekiyordu şimdi. Naz sanki bunu beklermiş gibi en başından anlatmaya başlarken, birkaç dakika önceki hâlinin aksine kelimeler o kadar ardı ardına dökülüyordu ki dudaklarından, o an söylediği hiçbir yalandan utanmıyordu. Kendisine güven veren bir başka kişiye anlattığı sırlarla içi biraz olsun hafifledi. Sema hiçbir ters bakışta, imada bulunmamış pür dikkat kendisini dinlemişti. O hâline rağmen kadının yalanlarını umursamayarak “Her şeye rağmen adamla bir gece, sayemde aynı odada kaldın. Buna inanamıyorum. Ah be kızım sendeki şans kimse de yok!” diyerek espri bile yapmıştı Sema.

 Orkun’la arasında olanları da anlatırken keşke diye düşündü… Keşke ama keşke Orkun’u da Yağız’a böyle anlatabilseydi. Keşke başta sevgilisi olduğu imalarında bulunmasaydı. Keşke! Keşke! Keşke!

 Ve Yağız, adamın laflarıyla içi yanarken keşke ama keşke biraz daha bekleyip her şeye rağmen içine su serpecek o tokat sesini duymadan apartman kapısını çekip kendisini soğuk havaya bırakmasaydı.

 ***

 Yine boş sessizliğinde yalnız kendi kulağına gelen kapı tıklatmaları…Yine kapıya tıklatan elinin yarı yoldan geri dönüşü…Ve yine kendisine duvar olan ağır meşeden yapılmış lanet kapı!..

 Dört gündür bu kapı kendisine duvarken, koskoca dört gündür Yağız rüyalarında onunla dalga geçiyordu. Adam rüyalarında jilet gibi ütülenmiş siyah pantolonu üzerindeki beyaz gömleği ve onun da üzerindeki kırmızı ceketiyle her zaman olduğu gibi çok yakışıklı ve bir o kadar şık görünüyordu. Bir adamda her zaman komik durduğunu düşündüğü papyon ancak onda bu kadar erkeksi ve hoş görünebilirdi. Adam yüzüne gülümserken yanında aniden kadınlar beliriyordu. Üstelik kadınların üzerinde hemşire üniforması vardı! Arsız hareketlerle üniformalarını çıkartırlarken altlarında beliren kısa abiye elbiseler ve stiletto ayakkabılarıyla Yağız’ın çevresini sarıyorlardı. Yağız elindeki şampanya şişesini Naz’ın gözlerinin içine bakarak patlatıyor ve kadınların kadehlerine boşaltıyordu. Kadınların adama yaptığı cilvelere karşılık veren adamın tavırları ve kahkahalarıyla rüyası kâbusa dönüşürken, adamın kendisine doğru kaldırdığı şampanya kadehiyle kan ter içinde uyanıyordu. O hâliyle rüyalarında ne işi olduğunu çözememişken şimdi yine adamın kapısının önündeydi. Her seferinde açılmayışı yapacağı açıklamaların erteleniyor olması sebebiyle kısa süreli rahatlamasına neden olsa da, evine varınca daha büyük bir telaş sarıyordu içini. Sonra da merak! Hiç olmayacak zamanda filizlenen cinsinden hem de!

 Daha sonraları o kısa süreli rahatlamalar ve ardından gelen telaş gün be gün yerini sinir bozukluğuna bırakmıştı. Tabii merakı da artıyordu. Adama bir şey mi oldu, düşüncesi kafasında dönüp dururken, bilerek kapıyı açmıyor, düşüncesini es geçiyordu. Onu en son gördüğünde askeri kıyafetleriyle gidişi aklına geldi. Hem de hafta sonu olmasına rağmen…

 Ayaklarını sürüyerek kendi dairesine geçti ve kapıyı kapattı. Sema’nın okulda işi erken bittiği için anlaşılan kendini hemen mutfağa atmıştı. Üzerini değiştirmek için odasına yöneldi ve sonra mutfağa, Sema’nın yanına geçti. Dört gündür onun kapı çalışları sürerken, Sema’ya yanına taşınmasını teklif etmiş ve Sema bu teklifi hemen kabul etmişti. Şimdi de genç kadın mutfağında yemek yapıyordu. Böylece ödenmesi gereken fatura ve diğer harcamalar yarıya bölünmüş ve Naz, mutfaktaki görevinden şartlı olarak tahliye olmuştu. Ama buna bile sevinememişti. 

 Sabah apartmandan çıkarken tesadüf eseri Ali ile denk gelmişti ve Ali ile beraber okula kadar yürümüş, ardından da kendi okuluna gitmişti. Yağız’la okula gidiş ve dönüş rastlaşmalarının yerini Sarp, Erkan ve özellikle Ali’ninkiler almıştı ve tabii artık Sema da vardı. Ama onun geçici sınıfı artık asıl öğretmenine kavuştuğu için çıkışlarda beraber dönemeseler de, her nasıl oluyorsa diğer çocuklarla eve geri dönüyordu. Buna kafa yormuyordu; çünkü okula gidip gelirkenki tedirginliğini hâlâ üzerinden atabilmiş değildi. Ali sabah müsait olup olmadığını sormuş, Naz’dan onay alınca da Öyküm’le akşam geleceklerini söylemişti. O an için Yağız’ın yokluğuna nasıl bir çare bulacaklarını Ali ile tartışmak aklına gelmemişti. Sema’nın sorusuyla düşüncelerinden sıyrıldı. “Seninki gene mi yok?”

 Naz alışmış olduğu sorunun seninki kısmına aldırmayarak cevap verdi. “Yok. Yer yarılıp içine girmek böyle bir şey olsa gerek.”

 İsteksizce tezgâha yaklaşırken salata malzemelerini hazırlamaya başladı. Sema’ysa kısa sürede içine işleyen bu kadının hâline üzülmeden edemedi. Sanki onu uzun zamandır tanıyor gibiydi. Geceli gündüzlü yaptıkları sohbet de bunda oldukça etkili olmuştu.

 “Sıkma canını. Belki de duymamıştır,” diyerek tahminde bulundu Sema. Ama buna kendisi de inanmıyordu. “Duymamış mıdır?! Birini duymadı diyelim, hadi bir şey oldu ikincisini de duymadı; ama diğerlerini sağır sultan bile duymuştur. Hem ben canımı sıkmıyorum zaten.”

  “Ya eminim sıkmıyorsundur,” dedi Sema yüzündeki alaycı gülümsemeyle.

 Sema’nın söylediklerine sesini çıkarmayan Naz, sinirini elindeki malzemelerden çıkarmaya başladı. Sofrayı hazırladıklarında eş zamanlı olarak kapı çaldı. Kapıyı açmaya giderken Yağız’ın yokluğuna ne gibi bir bahane bulacağını düşünüyordu. Nöbetçi diyebilirdi belki. Öyküm ve Ali’yi içeriye aldıktan sonra hemen sofraya oturup Sema’nın yaptıkları yemekleri afiyetle yediler. Naz yemek konusunda ne kadar vasatsa Sema da o kadar iyiydi. Son günlerde bundan iyice emin olmuştu genç kadın.

 Öyküm’ün Yağız hakkında soru sorabilecek olma ihtimalinde ne yapacağını düşünürken lokmalar boğazına diziliyordu. Kendisi de adamın ne yaptığını deli gibi merak ederken ne cevap verebilirdi ki? ‘Muhakkak karşı dairede rahatça bacaklarını uzatmış televizyon izliyordur,’ diye düşünmek istiyordu. Ama dört gündür onu göremeyince içine çöreklenen sıkıntı buna imkân vermiyordu.

 “Yağız abinin yokluğu seni çok üzmüş gibi görünüyor,” diyen Öyküm’le kendine gelirken ne söyleyeceğini bilemeyerek yutkundu. Sesini çıkarmadı. Çıkaramadı. Neyse ki Öyküm cevap beklemeden devam etti. “Bir de böyle âşıkken onun yolunu gözlemek çok daha zor olmalı. En kötüsü de yüreğin ağzında beklemek galiba. Kaç gün oldu Yağız abi gideli? Dört gün oldu mu?”

 Duyduklarını idrak etmekte zorluk çekiyordu. Yağız gitmiş miydi? İyi de nereye? İçi bir an için rahatlamıştı. Demek ki adam evde yoktu. Yoksa mutlaka kapıyı açardı, değil mi? Ya dalga geçerdi ya da güler geçerdi. Belki bağırır çağırırdı; ama yine de açardı. “Oldu,” diyebildi sadece aslında ne olduğunu bilmeden. Şu an Öyküm’ün bu konuda kendisinden daha çok bilgi sahibi olduğuna emindi.

 “Vatanı korumak kolay değil. Onlar diğerlerinden farklı olarak önce vatan diyorlar. Bu yüzden onlarla ne kadar gurur duysak az. Ama zor işte… Özellikle aileleri için. Onun da giderken gözü arkada kaldı zaten; ama ablamı bana emanet etti. Acaba şimdi nerededir?”

 Naz bakışlarını Öyküm’den ayırarak Ali’ye çevirdi. Ne yani kendisi haricinde herkes Yağız’ın nereye gittiğini biliyor muydu? Bakışları Sema’nınkilerle buluştuğunda onun da bir şeyden haberdar olmadığını anladı. Masada Ali ile Öyküm konuşurken Naz konuşulanları merakla dinliyor bir yandan da Yağız’ın kendisini Ali’ye emanet etme düşüncesi zihninde dönüyordu. Aklına her gün okula gidişleri ve gelişleri geldi. Ya Sarp ya Erkan çoğunlukla da Ali’yle beraber dönüyor, hiç yalnız kalmıyordu ve Yağız gitmeden önce… Yağız’la tesadüf eseri rastlaşırlar ve okula gidiş gelişleri beraber olurdu. Bu tesadüf değil miydi?! Düşündüklerine ihtimal vermeyerek bakışlarını çatalıyla oynamakta olduğu yemeğine çevirdi.

 “Halam, Yağız abilerin hem keşif hem de olası bir operasyon için araziye çıktıklarını söylemişti. Ama dört gündür olumlu ya da olumsuz bir haber yok sanırsam. Gerçi olsa da bu bilginin karargâhtan dışarı çıkmayacağına eminim.”

 Öyküm konuşmaya devam etse de Naz artık onu duymuyordu. Yağız dört gündür operasyon için evde yoktu! Kelimeler beyninde tekrar tekrar yankılanırken kabullenmek istemiyordu. Adamın işinin tehlikesi ilk kez  somut  bir şekilde yüzüne vurmuştu. Masanın kenarlarını istemsiz olarak sıkıca kavrarken başka kelimeler de dönmeye başladı zihninde. ‘Olumlu ya da olumsuz bir haber yok!’

 Görüşü içindeki dehşet ve korkuyla bulanıklaşırken, sadece beş gün önce onun şu anda kendisinin oturduğu yerde oturuyor ve elini tutuyordu. Sadece beş gün önce… Kalbi öylesine sıkışmaya başlamıştı ki rahatlamak için derin bir nefes aldı. Oda üstüne üstüne gelirken hızla tabağını alarak mutfağa geçti. Hâlbuki tabağındaki yemeği olduğu gibi duruyordu. Tabağını mutfak tezgâhına bırakarak, mutfak camını açtı ve soğuk Kars havasının yüzüne vurmasına izin verdi. Birkaç gün öncesine kadar yüzüne vurmasını istediği tek şeyin adamın sıcacık nefesi olmasını isterken şimdi… Görmeyen gözlerle açık pencereden dışarıya bakarken Sema’nın da peşinden geldiğini fark etmemişti.

 Sema Naz’ın pencere önündeki perişan hâlini izlerken, ne kadar kadın inkâr ederse etsin adama olan aşkını, onun endişesinde tekrar gördü. Kadının yanına ulaşarak destek olmak için kollarını usulca okşadı. “Ona bir şey olmayacak. Eğer anlattığın gibiyse seninle uğraşma şansını kaçıracağını sanmıyorum. Hem kara haber tez duyulur derler. Bir şey olsaydı muhakkak duyardık. Televizyon bu haberlerle dolu.”

 Başını olumsuz anlamda sağa sola sallarken saçları içeri dolan dondurucu rüzgârla savruldu. “Giderken bana nasıl baktığını görmedin…” Sesi boğazından çıkarken çatallaşmış, bakışlarıysa şimdi apartmanın önündeki yoldaydı.

 “Söylemeyeyim diyorum; ama dayanamayacağım. Orkun eşeğinin söyledikleri ve yaptıklarından sonra… Adam senin yüzüne bakıp ‘Mutluluklar diliyorum,’  mu demeliydi? Naz âşık olan hiçbir  adam sevdiği kadını bir başkasıyla öpüşürken gördüğünde gülmez! Sevdiği kendisine aitse o gözler güler ve son zamanlarda sen hiç olmadığın kadar ona aittin.”

 “Ne aşkından bahsediyorsun sen Sema?” dedi boğazından çıkmamaya direnen sesiyle. Aklında hep adamın son bakışı vardı.

 “Âşıklar ve aşk kördür, diye boşuna dememişler. Ne aşkından, kimin aşkından bahsettiğimi sen düşün. Çünkü onsuz uzaklara dalan, her gün usanmadan bir umut kapısını çalan, onu anlatırken sinir olduğunu söylese bile gözleri gülen, onunla sarılarak uyuyan,  yokluğunda kalbi yanında aklı da biri götürmüş gibi sadece yaşamak için nefes alan ve rüyalarında onu gören ben değilim.”

 Sema’nın söyledikleri kendisiyle o kadar uyumluydu ki hissettiği şeylerle paniğe kapıldı. “Rüyalarımda mı? Bunu sana söylememiştim ki,” dedi hiç düşünmeden.

 “O kısım tahmindi ve doğru bir tahminmiş. Bunların hepsini yaparken rüyanda görmemen imkânsızdı. Bu aşk hastalığının belirtileri değil de ne? Sen inkâr edip kendini kandırmaya devam et. Deli gibi hasta olmasına rağmen sırf iğne olmamak için korkup  hastalığını inkâr eden çocuklar gibisin. Hastasın. Ben teşhisini koydum; ama ilacın bende değil,” diyen Sema mutfaktan çıkarak Naz’ı kendisiyle baş başa bıraktı.

 Tüm gece uyumamış, düşünüp durmuştu. Aşkın nasıl bir şey olduğunu dahi bilmezken, hiç tanımadığı bir yabancıya âşık olabilir miydi? Neden onun tehlikede olduğunu düşündüğü an kendi yumruğu kadar küçük olan kalbi büyüyerek göğüs kafesine sığmıyordu. Kolay ağlamayan bir kadın olmasına rağmen görüşü netliğini kaybediyordu. En son kendisine bakışı bir türlü gözlerinin önünden gitmiyordu. Yatağında sağ tarafa, adamın yattığı tarafa, dönerek oradaki komodinin üzerindeki kurumuş çiçeklere baktı. Bedenini usulca sağ tarafa kaydırırken, adamın esmer teninden sinmiş hafif baharatlı kokusu kendi kokusuyla karışmış bir şekilde yastıktan burnuna dolmaya başladı.

 Komodinin üzerindeki çiçeğe gözleri takıldı. Adam getirdiğinde ne kadar güzellerse, kurumuş hâlleri de ayrı güzeldi ve adamın odasından çıktığı gün, onun yerini çiçekleri almıştı yerini. Elini çiçeğe uzatırken, tek bir çiçeğin kurumuş yaprağının yüzeyini parmak uçlarında hissetti. Dokunuşuyla, kurumuş olmasıyla narinleşen tek bir yaprak çiçekten koparak komodinin sert yüzeyine düşerken sanki içinden bir şeyler kayıp gidiyormuş gibi panikle yatakta bağdaş kurdu ve yaprağı eline aldı. Elinde un ufak olmasından korkarak usulca parmak uçlarını üzerinde gezdirirken aklına düşen adamın gülen gözleriyle, içi biraz olsun rahatlasa da tehlikede olabileceği düşüncesi…

 Ne zaman bu hâle gelmişti?! Ona olan siniriyle içi alevlenirken, şimdi kıyılarına vuran dalgalı gözleri tüm ateşini söndürüp yerini savrulan küller bırakıyordu. Nasıl olduğunu anlamadan gözünden akan bir damla yaş yolunu bularak avucundaki yaprağın üzerine damlarken ‘Allah’ım sen onu koru,’ diyerek dua etti. Olmuştu işte! Ne bulacağını bilmeden buraya gelmiş ve hiç düşünmediği bir şeyi, aşkı bulmuştu. Şimdiyse ne yapacağını bilemeden adamın gülümseyen gözlerine ve dudaklarına odaklanarak sağ salim döneceğini umut edebiliyordu. Deli dolu, her şeye inat hâli bir anda uçup giderken duygularında boğulmak onun normalde yapacağı bir şey değildi; ama elinde değildi.  Adama âşık olduğu için pişman mıydı peki? Ne olursa olsun… Pişmanım, diyemiyor; çünkü öyle hissetmiyordu.

 Yaprağı tutan elini yumruk yapıp kurumuş narin yaprağı avucunda hapsederken, ona olan özlemini yaprakla telafi eder gibi avucunu daha da sıktı. O an bir umut, adamın sözlerine tutunarak avucunu aralardı. Yaprak parçalanmak üzere gibi dursa da hiçbir şey olmamıştı ve yaprağı hafifçe okşamaya başladı.

 “Pişman değilim. Yine olsa yine yaparım,” fısıltısı döküldü dudaklarından. Bacaklarını karnına çekerek cenin pozisyonunda uzandı ve yorganını üzerine örterek altında daha çok kıvrılırken üşüyordu. Avucundaki tüy kadar yaprağın gönlüne yaptığı ağırlık, üzerindeki hafif elyaf yorganın verdiği sıcaklık ve burnundaki adamın kokusuyla uykuya daldığı sırada, sırtında yaklaşık kırk kilo ağırlıkla gece karanlığında yürüyen adamın, sırtındakileri yok sayarak gönlündeki tonlarca ağırlıkla savaşırken, zihnindeki yeşil gözlerin sıcaklığına tutunarak Kars’ın dondurucu soğuğunda ısınmaya çalıştığını bilemezdi.

 ***

 Adamı son görüşünden bir hafta geçmişti. Bir koca hafta… Bu koca haftada adamın yokluğu zihnini öyle çok meşgul ediyordu ki… Şimdi de olacağını düşünerek Sema ile aldığı tişörtü havaya kaldırarak inceliyordu. Adamın üzerinde hayal ederken gülümsemeden edemedi. Muhakkak kol kısımları kaslarına dar gelecekti; ama yapabileceği bir şey yoktu. Ne de olsa kol kısımları standarttı. Bunu düşünerek son günlerdeki hâlinin aksine gülümserken odasından çıktı.

 “Birilerinin yüzünde güller açıyor bakıyorum. Tabii benim karşı komşum da yüzbaşı olsa ben de etrafa gülücükler saçardım,”diyen Sema aniden kahkaha atarak devam etti. “Dur bir dakika! Bu evde ben de oturduğuma göre benim karşı komşum da bir yüzbaşı oluyor da… Ben neden gülemiyorum, ey ulu Tanrım?!”

 Bunun üzerine Naz da ufak bir kahkaha attı. Şimdi Sema’ya böylesine içten gülümserken bundan önce en son adama içten kahkaha attığını hatırladı. Kahkahası tebessüme dönüşürken Sema’nın sözleriyle daha bir içi ısındı.

 “Kapılmamış olsaydı belki gülebilirdim. Şansım yok benim şansım! Bence ben askeri hemşire olmalıymışım. Gerçi askerler çoğunlukla ya öğretmen ya da hemşirelerle evleniyorlar da askeri hemşirelik daha garanti.”

 Hemşire lafını duymasıyla Naz’ın rüyaları uyanırken başını sağa sola sallayarak düşüncelerini dağıttı. Sema’nın söylediklerinin bir kısmını es geçerek cevap vermedi. “Sen çok beklentide olursan gelmez. Ne kadar çok istersen o kadar kaçar senden. Akışına bırak.”

 “Sen öyle mi yaptın? Eğer sen öyle yaptıysan ben hemen kendimi hayatın ve evrenin akışına bırakarak süzülmeye hazırım. En azından ne yapmam gerektiğini bileyim, değil mi?”

 Naz durumun garipliğine gülerken ne yaptığını düşündü. O ne yapmıştı ki? “Ben… Ben hiçbir şey yapmadım,” dedi gülerek. “Hem bir şey olduğu yok Sema. Abartma. Seni duyan da aramızda bir şey var sanacak. O sadece karşı komşum.”

 Sema’nın şen kahkahası odayı doldurdu. “Bir şey yok mu? Gerçekten yok mu? Ben buna sadece gülerim. Bana güzel güzel ‘Karşı komşum, yüzbaşı parçasına âşık oldum!’ de ve rahatla güzelim. Âşık olmak dünyanın sonu değil. Hem lütfen, benden bahsediyoruz sence benden kaçar mı? Hadi diyelim ki sen ‘O harika adama âşık değilim,’ dedin ve ben de bir gaflete düşüp inandım; ama… O adam… O adam sana âşık! Çocuk değilim ben güzelim. O bakışları gördüm. Hem adamı deli gibi özledin, yalan mı? Hatta nasıl özledin biliyor musun? Çöllerde su gibi… Kutupta yaz gibi…”

 Sema’nın sözlerine yetişemeyeceğini bilerek güldü. “Seninle baş edilmez,” diyerek kapıya doğru giderken, izlediği televizyon kanalını zaplayan Sema, yaptığı işe odaklanmışsa da Naz’a seslendi. “O tişörtün mavisini almakla iyi yaptın. Göz rengiyle uyum sağlar.”

 Naz sırtı Sema’ya dönükken şaşkınlıkla gözleri açıldı ve omzunun üstünden ona baktı. Bu kadından bir şey saklamanın ve bir şeyleri inkâr etmenin artık bir anlamı yoktu. Ama yine de şansını denedi. “Ben öyle bir şey yapmadım. Bu tişörtün mavisi daha güzeldi sadece.”

 “Evet. Evet, zaten benim adımda SAFinaz ya! Eğer onu düşünerek almadıysan bu yıl tüm bulaşıklarla ben uğraşırım. Bak bu kadar da büyük konuşuyorum.”

 Sema’nın söylediklerine tekrar güldü. Çünkü Sema bulaşıklarla uğraşmaktan nefret ederdi. Yemekleri yapar bulaşıklarıysa Naz hallederdi. “Bir şey hakkında da tahmin etme. Evet, göz rengini düşünerek aldım. Mutlu musun?”

 Sema kendisine döndü ve dişlerini göstererek gülümsedi. “Evet. Haklı olmayı seviyorum!”

 Kendisini adamın kapısının önünde bulduğunda kalbi, kafesinde çırpınan kuşlar gibi göğüs kafesinde kanat çırpıyordu. Kapıyı çalarak bakışlarını elindeki poşete indirdi ve ince naylonla oynayan parmaklarını izledi. Adamın yüzüne bakmayı deli gibi istese de cesareti yoktu. Özellikle kendine itiraf ettiği hisleri sonrasında hem de hiç. En son kendisine baktığı gibi bakar diye çok korkuyordu. Kapının açılmadığı her saniye, bugüne özel içinde beliren umutlar yavaş yavaş ölürken ‘Yine açılmayacak,’ diye düşündü. Onun güvende olduğunu bildiği sürece açılıp açılmamasının anlamı olmasa da bir kez olsun görmek istiyordu.

 Geri dönmeye karar verdiği sırada karşısındaki kapı açılınca nefesini tuttu. Bakışları hâlâ ellerindeyken yaramazlık yapmış küçük bir kız gibi görünüyordu. Kalbinin sesi kulaklarını doldururken sesini çıkartamıyordu. Çünkü kapının açılmasını deliler gibi istese de açılacağını hiç düşünmemişti.

 “Ben… Seninle uzun zamandır konuşmak istiyorum. Sanırım… Sana bir şeylerin… Açıklamasını borçluyum.”

 Kelimeler kurumuş dudaklarından zorla çıkarken duyduğu sesle birden bakışlarını kaldırdı. “Bana hiçbir şeyin açıklamasını borçlu değilsiniz,” diyen bir ses…

 Bakışları karşılaştığı manzarayı idrak etmeye çalışırken ayaklarının tüm gücü kesilmişti sanki. Karşısında uzun siyah saçları dağılmış, gözleri uykusuzlukla dudaklarıysa sanki öpülmekten şişmiş gibi duran, üzerinde kendisine yedi sekiz beden büyük gelen kapüşonlu polar kazağı ile dikilen bir kadın vardı. Kadın açık tutmakta zorlandığı kısık gözleriyle kendisine bakıyordu. Uykudan uyandığı belliydi. Kapıyı fazla açmamış sadece başını uzatmış olsa da Naz’ın bakışları kadının kapı ardından bir kısmının göründüğü hoş bronzluktaki kısmen çıplak bacaklarına takıldı.

 O günlerce ona ihanet ettiğini düşünerek zihninde açıklamalar üretirken adam yapacağını yapmakta gecikmemişti. Ufak tefek görünen bu küçük kadın yirmi ila yirmi beş yaşlarının arasında gibi görünüyordu. Tazecik yüzündeki tatlı gülümseme Naz’la sanki alay ediyordu. Kalbi ezilirken kendini konuşmaya zorladı. “Affedersiniz. Ben… Ev sahibiyle konuştuğumu sandım. Tabii… Kapıyı açanın kim olduğuna bakmamak benim aptallığım.” Dudaklarına yerleştirdiği zoraki gülümseme canını acıtıyordu.

 “Kusura bakmayın. Karşınıza böyle çıkmak istemezdim. Ben  ve ev, pek müsait değiliz yoksa içeri davet ederdim. Ev sahibi uyuyor oldukça yorgun. Bugün uyanabileceğini pek sanmıyorum. Sanırım borçlu olduğunuz açıklamayı daha sonra yapmanız gerekecek. Ama kendisine geldiğinde ben geldiğinizi iletirim.”

 Kapıdaki kadının samimi bir gülüşle söyledikleri sinirlerini daha çok bozarken kendisine içten içe söyleniyordu. Aptal! Aptal!! Aptal!!! Ne sanmıştın ki? Ne olabileceğini düşünmüştün?! Kahretsin! Allah kahretsin!

 Boşalmaya hazır sinirleriyle dişlerini sıkarken duruşu ciddileşti. Ağlama isteğini yok sayarken kendisini buz kesmiş gibi hissediyordu. Elindeki poşeti kadına uzattı. “İletmenize gerek yok. Ben sadece karşı komşuyum ve… Ona bu tişörtten başka hiçbir şey borçlu değilim,” diyerek kadının mavi gözlerine baktı.

 “Peki. Ben kendisine iletirim. İyi günler,” diyen kadın poşeti aldı ve Naz kendi evine doğru döndüğünde kapıyı kapattı.

 Kapının kapanma sesini duyan Naz, başını çevirerek omzunun üstünden kapanan kapıya baktı. Günlerce çalarak aşındırdığı kapıya… İçindeki saçma bir şekilde aldatmış olduğunu düşündüğü adamın kapısına… Ve şimdi kendi kapısının önünden, açılmasını umutla beklediği kapıya bakarken kendini ihanete uğramış hissediyordu!


 

Aşkın Nazlı Hali - Bölüm 18

Fotoğraf @nilmelteem Bölüm 18    Okundukça birbirine karışan kelime ve harfler… Tekrar tekrar okunan kaçıncı satırdı bu?! Kaçıncı girişimdi ...