Bölüm 16
Gözlerini araladığında, bir bebek gibi kollarına kıvrılmış olsa da bir tarafı hâlâ deli yatmakta ısrar eden o küçük kızla karşılaştı. Yüzünün her bir noktasını izlerken yüzünü kapatan kömür karası saçlarını bir kenara çekti. Ondan uzak kaldığı günlerde ne kadar büyümüş olursa olsun, onun gözünde bu küçük kadın hiç büyümeyecekti. O hep abisinin minik cadısı, düşük çeneli, tatlı patavatsızı olacaktı. Şimdi ağlamaktan şişmiş gözleri ve ısırılmaktan kabaran dudaklarıyla gözüne daha da ufak bir kız çocuğu gibi görünüyordu. Her yaramazlığından sonra babasından azar işitip abisine sığınan o minikti hâlâ.
Yağız, bakışlarını kardeşinin üzerinden ayırdıktan sonra duvarda asılı duran saate, ev içerisinde kırık ve çıkığı olmadan kalan nadir parçalardan birine, takıldı. Saat ikindi vakitlerinden akşama dönmüşken doğrularak yatakta bağdaş kurdu. Başında aynı anda ziller çalmaya başladığında şakaklarını ovuşturmadan edemedi ve bu kez çektiği ağrıdan kısılmış bakışları odasında gelişigüzel gezindi. O saatin bile bu evde sağ kalmış olması şaşırtıcıydı.
“Pelin?” diyerek uyuyan kardeşini dürterken şakaklarındaki ellerinin baskısını iyiden iyiye arttırdı. Kendini yorgunluktan yataklara düşecek kadar yormak için kasıtlı çaba sarf ederken, sonrasında ne bekliyordu, hiçbir fikri yoktu. Çünkü kendine çektirdiği eziyet boşa çıkmış, değişen hiçbir şey olmamış, uyanır uyanmaz yine aklına ilk gelen şey o kadın olmuştu ve o kadın hâlâ karşı dairesindeydi. Daha önce bu düşünce onun yüzünde istemsiz bir tebessüm oluşturmaya yetse de şimdi aksine dudakları gerilmişti. En azından bu kadar bedenini paralarcasına yorduğuna değmeliydi. Yok yere sinirlerinin gerildiğini hissederken bir kez daha ama bu defa daha sert bir şekilde dürttü kardeşini. “Pelin?!”
Kardeşinin iç çekerek yerinde sıçradığını fark edince bu kadar sert olduğu için pişman olsa da başka türlü bu uykuya âşık, minik kızın uyanmayacağını biliyordu. Genç kız gözlerini tam olarak açamamış bir hâlde abisine yaslanarak ayılmaya çalıştı bir süre. Saçları karmakarışıkken hiçbir şey umurunda değilmiş gibi abisinin koluna dolanarak omzuna yaslandı. Yağız, kendine engel olamayarak Pelin’in saçlarını iyiden iyiye karıştırmaya başlayınca, kız gözlerini zorlukla açarak abisinin elini kabaca itti. Kardeşinin kızarmış gözleriyle karşılaşan adamın aklı bir an için Pelin’i, kendi kapısında ağlarken gördüğü ana kaydı. Gözleri ağlamaktan kan çanağına dönmüş olsa da sınırlarını zorlarcasına ağlamaya devam ediyor ve her bir inci tanesinin düşüşünde dişlerini dudaklarına daha çok geçiriyordu genç kız. Bu küçüklüğünden beri böyleydi. Ne zaman endişe duysa ya da kafasını bir şey kurcalasa kendine hâkim olamıyordu. Normalde olsa Yağız, kardeşinin bu hâliyle dalga geçerdi; ama gecenin bir yarısı kapısında çaresizce boynuna atlayan kızı görünce hem şaşırmış hem de korkmuştu. Sonuç olarak her zaman olduğu gibi babasıyla kavga ettiği gerçeği ortaya çıkmış ve kız, hiç tereddüt etmeden soluğu abisinin yanında almıştı.
“Hadi uyan artık. Üsküdar’da sabah oldu. Hem… Siz cadıların mesai saati başlamadı mı hâlâ?”
Pelin, oturur vaziyette belli belirsiz bir şeyler mırıldanırken abisinin sıcaklığına daha çok sokulmuş bir yandan da yorganın içine iyice gömülmeye uğraşıyordu. “Üsküdar’da olan sabah beni ilgilendirmiyor. Çünkü malum burası İstanbul değil… Havasından bile belli. Bu yüzden beni Kars’a yeni tayin olmuş bir cadı olarak düşünebilirsin,” derken dişleri birbirine vururcasına titredi genç kız.
“O zaman, burada günün Üsküdar’a göre daha erken aydınlandığı düşünülürse, seni daha önce uyandırmalıydım. Mesainden oldukça gerisindesin.”
“O zaman… Benim yıllık izne çıkmış bir cadı olduğumu düşün. Hatta süpürgemi bir önceki görev yerinde kırdılar ve buraya uçakla gelmek zorunda kaldım. Benim için birazcık üzülmeni istesem…” diyen Pelin’in kalkmaya hiç niyeti yoktu ve Yağız da bunu anlamış gibi kızı saran yorganı aniden çekmesiyle, kız ufak bir çığlık atmıştı. Uyanmak zorunda olduğunu anlayarak önce bacaklarını yataktan sarkıtmış sonra da derinden bir of çekmişti.
“Evini diktatörlükle yönettiğini bilseydim, monarşinin hâkim olduğu evimde kalmayı tercih ederdim.” Abisinin tek kaşının kalktığını görünce ayağa kalkmış ve devam etmişti. “En azından İstanbul’daki evimde padişah birinci Ahmet’ten sonra hâkimiyet monarşiye göre bana ait… Padişahımızın oğlu sonu gelmeyen bir seferde olduğundan tek varis benim ne de olsa.”
Yağız, haberdar olmadığı kasları bile sızlarken toparlanmaya çalışarak ayaklarını yataktan aşağı sarkıtarak yere bastı ve yüzünü ovuşturdu. Görmeyen gözlerle yere bakarken etrafa saçılmış kırık cam parçalarına takıldı gözleri. İçine, aynayı un ufak ettiği gün hissettiği saf öfke çöreklenirken sanki aynı o günkü gibiydi. Hatta hiçbir eksiği yoktu, fazlası vardı. İçini boğan, kasıp kavuran bir keder çöreklenmişti sanki yüreğine. Damarlarında süzülen kan, kalbine uğradıkça kedere bulanıyor sonra bu keder tüm hücrelerine zerk ediliyordu. Derin bir nefes alarak ayağa kalktı ve Pelin’in tam karşısında durdu.
“Bu kadar gevezelik yettiyse, eline süpürgeni alsan iyi edersin. Eminim ki senin gibi cadılık işini hobi olarak değil de tam zamanlı yapan birinin deposunda kırılmadık bir başka süpürgesi vardır.”
Pelin, abisinin surat ifadesini gördüğünde şaşırmıştı. Çünkü karşısındaki bu adam kendisine böyle tepkiler vermezdi. Merakı abisinin ters cevabı ile iyice hararetlenirken, onun dediği gibi tam zamanlı cadılık sıfatının hakkını vermeye karar verdi. Ne de olsa abisine nazı her daim geçerdi. “Ne yapıyorsun bu evde, dinozor mu besliyorsun tatlım? Bu evi benim tek başıma adam etmem imkânsız. Sanırım arada bir de olsa babamın hakkını yiyorum, şimdi babam olsa bana kıyamaz hiçbir işi bana yaptırmazdı,” derken ellerini beline koymuş inatlaşır gibi abisine bakıyordu.
“Gelen gideni aratır derler ve maalesef ki burası babanın evi değil.”
“Bari karnımı doyursaydın da karın tokluğuna çalıştırdı diye arkandan iyi konuşabilseydim. Sonra da konuşunca konuştu oluyor. Benim suçum değil ki sen konuşturuyorsun beni, tatlım.” Dudaklarını büzmüş, abisinin mavilerine eş maviliklerini hiç çekinmeden ona dikmişti. Yağız, omuzlarını esneterek iyiden iyiye dikildi. Bu kızın abisine kesinlikle zoru vardı; ama yine de iyi ki buradaydı. “Burada koskoca kız varken ben mi gidip yemek hazırlayacağım?” diyen adamın kaşları çatılmışsa bile dudakları tebessüm ediyordu.
Pelin pes edermiş gibi derin bir nefesini serbest bırakırken “Ay iyi tamam! Sen işkence etmek için beni mi bekledin acaba abito?!” diye inleyerek kapıya doğru yönelmek için bir adım atmışsa da yerde bir kenara topladığı kırık ayna parçaları gözüne çarpınca tekrar abisine dönmüştü. Sesi inatlaşır gibi değildi bu kez, abisini biraz olsun konuşmaya itecek kadar yumuşaktı. “Tabii önce birileri sana işkence etmediyse…” diye mırıldanırken abisinin eline uzandı ve parmak uçlarını, abisinin teninin üzerindeki geçmek üzere olan kabuk bağlamış yaralar üzerinde gezdirdi. Adam elini çekerken, kardeşiyle göz göze gelmiş ve Pelin abisinin gözlerindeki o acıyı bir an için dahi olsa görmüştü. Abisini böyle morali bozuk gördüğünü hiç hatırlamıyordu. O abisini hep mutlu, yüzündeki gülümsemesiyle bilirdi ki mutsuz olan hep Pelin olurdu. Abisiyse onun neşesini yerine getiren taraf… Anneleri öldüğünde abisi muhakkak ki daha perişandı; ama üzerinden o kadar çok zaman geçmiş ve Pelin öylesine küçüktü ki o günleri hatırlamıyordu. Sadece annelerinin yokluğunda kalan koca boşluk vardı.
“Belki bana kuyruğuna kimin basıp da seni vahşi bir kaplana çevirdiğini anlatırsın tatlım,” derken bir bakışıyla darmaduman olmuş evi işaret etti. Abisine tatlım, hayatım gibi bilumum tüm sıfatlarla seslenmek ayrı bir zevk veriyordu. Onu, o korkutucu asker imajından çekip alıyordu.
Abisi hüznünü birden üzerinden atmışken geri çekilerek Pelin’i baştan ayağa süzmeye başladığında genç kız şaşkınlıkla “Ne yapıyorsun tatlım?” diye sormadan edemedi. “Boyun, seni aşacak, karışık işlerle uğraşacak kadar uzanmış mı, ona bakıyorum.”
Pelin’in bir şeyleri ortaya çıkarmaya çalıştığı ne kadar belliyse Yağız da bir o kadar bu konu üzerine konuşmayı istemiyordu. Sadece bu konuyla ilgili değil, hiçbir şeyden konuşmak istemiyordu. Ama sevgili kız kardeşi buna pek imkân verecek gibi gözükmüyordu. Üstüne üstlük sadece duruşu değil sözleri de bunun kanıtıydı.
“Beni aşacağını düşündüğün şu işin… Benim boyumu aşacağını pek zannetmiyorum. Hatta bahse varım ki ben o işi birkaç santim de geçerim,” diyen genç kız, başparmağı ve işaret parmağını birbirine yaklaştırarak abisine gösterdi. Sonra iki parmağı arasındaki mesafeyi biraz daha açtı. “Belki de düşündüğümden de fazla santim vardır aramızda. Yani ne benim boyumu aşan ne de o kadar karışık bir iş…”
Yağız, ağrıyan başını sakinleştirecekmiş gibi şakaklarını ovalarken kendisini, ışıl ışıl parlayan mavi gözlerle kendisine bakan kız kardeşi karşısında küçük bir çocuk gibi hissetmişti. Kardeşinin ne demeye çalıştığını anlayamazken toparlanmaya çalıştı. Ama zihni ve bedeni bu derece yorgunken pek de başarılı olamıyordu.
“Ama bence senin düşündüğün kadar karışık değil, o iş. Bana kalırsa karışıklığın kelime anlamının tam karşılığı bu oda, tabii bir de içerisi… Kadının kafası da karışık gibiydi gerçi, haklısın. Sen de ondan farklı sayılmazsın gibi görünüyor tatlım. Yine de bunlar aşılamayacak şeyler değil,” diyen genç kız dişlerini göstererek gülümseyince Yağız kendisini iyiden iyiye aptal gibi hissetmişti. “Bak abiciğim, günlerdir dağ bayır demeden sırtımda onlarca yükle dolanıp durdum. Tamam, ben yorgunum; ama sen de pek normal görünmüyorsun. Kendini iyi hissetmiyorsan hastaneye götürebilirim seni. Belli ki yaşadığın şeyler benim düşündüğümden daha derin izler bırakmış sende. Ne dediğinin farkında değilsin.” Yağız, durumlarına gülmeden edemedi. Belli ki abi kardeş, beraber sınırı aşmak üzerelerdi.
“Abito lütfen bana deli muamelesi yapma! Özellikle de seninle aynı odadayken. Çünkü cümle âlem bilir senin nasıl gözü kara bir deli olduğunu,”derken istemsizce dişlerini dudaklarına geçirmişti. Bu adam neden zorlamadan bir şeyini paylaşmazdı ki?! “Pelin, rahat bırak şu dudaklarını. Mahvetmişsin zaten. Şişmiş, kocaman olmuşlar. Hiç aynada baktın mı hâline? Kimse beğenmeyecek seni. Çok çirkin görünüyorlar.”
Bunları söylerken abartılı bir yüz ifadesi kullansa da sözlerinin mutlaka kardeşi üzerinde etkisi olurdu. Ne de olsa Pelin, bronz teninde çıkabilecek her türlü sivilce hatta ihtimali için bile olsa günlerce yas tutabilirdi. Genç kız, elini dudağına götürürken bir yandan da abisine ters bir bakış atmıştı. “Sanki evde ayna bırakmışsın da,” derken komodin üzerindeki paketi alarak Yağız’a uzatmış ve sonra devam etmişti. “Hem çirkin de değillerdir muhakkak. Çünkü bu hareket ki bir de farkında olmadan yaptığım düşünülürse, karşı cins için oldukça cezp edici. Ayrıca… Sanki dakikalar önce öpülmüşüm izlenimi veriyor.”
Yağız, küçük kız kardeşinin söylediği sözlerle afallamışken “Sen bunları nereden öğreniyorsun?” diye mırıldandı ki kardeşi cevap vermeye hazırlanırken aynı anda “Bilmek istemiyorum!” diyerek onu susturdu. Böyle şeyleri kızların aklına kim sokuyorsa, iyi bir dayağı hak ediyordu.
Kardeşinin “Hediyeni açmayacak mısın?” diyen sesiyle düşüncelerinden sıyrıldı ve elindeki poşete baktı. İçindekini çıkardığındaysa göz rengiyle uyumlu mavi renkli bir tişörtle karşılaştı. Kendisinden uzağa tutarak inceledi. Kol kısımları olmayacak gibi dursa da zararı yoktu. “Teşekkür ederim,” diye mırıldanırken sesine gülümsemesi karışmıştı bu kez. “Kendine bir parça eşya dahi almadan gelirken bana hediye almış olman büyük incelik.”
Pelin sözlerini söylerken abisinin tepkisini ölçmekten de geri kalmıyordu. “Ah hayatım! Üzgünüm; ama bu hediye benden değil. Kendimi buraya zor attığımı düşünürsek… Bu hediye için teşekkürlerini şu seksi, afeti devran, yeşil gözlü komşuna iletirsin.”
“Yeşil… Gözlü mü?” diye bir mırıltı döküldü dudaklarından.
Yeşil gözler… Şaşkınlıkla açıldıklarında bin bir farklı yeşil gün yüzüne çıkar ve adam, o renkte kaybolmaya bayılırdı. Kadının üstüne gidişleri bundandı. Yeşil tonu adamın zihninde ve hayatında ciddiyetken, artık ondan daha da ötesiydi. Karargâha her gidişinde, karşısında çıkan her askerin göğsü dik taşıdığı üniformasındaki yeşil, onun gözlerindeki bir tonu düşürüyordu aklına. Odasından görünen dağlar üzerindeki ormanlıkla, her bakışında yeşil zenginliği barındırdığı başka bir tonu çekip çıkarıyordu zihni. Derin nefes alıp ferahlamaya kalktığında sanki ondan başka yeşil harammış gibi boğuluyordu ciğerleri. O, kadının gözlerini solumak isterken tekinsiz bir yerden kadının gülümseyişleri dalga geçercesine işgal ediyordu yüreğini. Yaralı bir kaplan gibi inliyordu tüm benliği. Kafese kapatmaya kalksa, aklına gelenler bir kırbaç misali izlerini törpülerken yapamıyordu. Daha çok asileşiyordu. Günlerdir onu görmek, en azından rastlaşmış gibi davranarak varlığını hissetmek istiyordu yanında. Kadın başkasına aitken böyle düşünceleri barındırıp adileşmiş hissetmek de, içindeki kaplanı ölmekten beter ediyordu. Sessizleşiyordu sonra… İçindeki prangalara boyun eğiyor, keder içinden taşıyordu; ama… Sessizleşiyordu.
“Evet, hani senin şu karışık dediğin, benden birkaç santim kısa, kafası karışık ve seksi olan… Karşı komşun. Ayrıca… Kendisinin sana bir mesajı var.” Pelin, abisinin kasılan çenesi ve sıkılan dişlerine ek kararan yüz ifadesinden cevabını kat be kat almıştı. Artık abisinin pek de bir şey anlatmasına gerek yoktu. Karşısındaki bu adamı hep gülümserken biliyordu, şu anki duruşuysa oldukça korkutucu ve bir o kadar da çaresiz gibi görünüyordu.
“Neymiş?” diyen adamın sesi varla yok arasında çıkıyordu. Pelin, kafası karışıkmışçasına abisine baktı. “Tam olarak aranızdaki mevzu ne anlayamadım; ama… Dediğine göre; sana bu tişörtten başka hiçbir şey borçlu değilmiş.”
Yağız, sanki kendi mevzilerinden kendisine taciz ateşi açılmış gibi hissediyordu. Derin bir nefes alarak sıkıntıyla bırakırken “Demek öyle dedi,” diye kendi kendine mırıldanmış ve gözlerini kapatarak şakaklarını ovalamaya başlamıştı. Pelin’se abisinin bu hâline daha fazla dayanamayarak onun başını ovalayan eline uzanarak tuttu. “Yalnız bunları söylerken… Çok garip bir ifadesi vardı. Aslında başka bir şey söyleyecekmiş de son anda fikir değiştirmiş gibi… Ya da ben öyle hissettim, bilemiyorum. Çünkü oldukça şaşkındı ve… Beni öldürmek ister gibi bakıyordu sanki.”
Adam duyduklarına şaşırarak bir süre kardeşine baktı. Neden Naz öyle bir tepki vermişti ki bu kez onu sinir edecek hiçbir davranışta bulunmadığına emindi? Hem de günlerdir burada olmadığı düşünülürse…
“Sen kapıyı bu hâlde mi açtın?” dese bile aslında kardeşinden gelecek cevap ne olursa olsun ne düşüneceğini bilmiyordu. “Evet, böyle açtım. Elimden geldiği kadar kapı ardına gizlenmeye de çalıştım. Yoksa yatmadan önce protokol kıyafetlerimi mi giymeliydim; ama üzgünüm ki gelirken hiçbir şeyimi yanımda getirmemişim,” derken üstündekileri işaret etti. Üstünde Yağız’a ait olan içinde kaybolduğu kapüşonlu polar bir kazak altında da kısa bir boxer şort vardı.
Bu cevapla zihni, onunla oyun oynarmışçasına dakikalardır susturmaya çalıştığı çığlığın sesini arttırırken böyle bir şeye ihtimal veremezdi. Neydi yani, Naz kapısında bir kadın gördü diye… Kardeşi, Naz’ın yüz ifadesini yanlış ölçmüş olmalıydı. Kadının kıskanmış olma ihtimali adam için oldukça imkânsızdı; ama onu hastalıklı bir şekilde umutlandırmaya iterdi hakkı olmayarak ve Yağız’ın böyle düşünmesi bile onun ne kadar çaresiz bir durumda olduğunu göstermiyordu da ne yapıyordu? Tişörtü tutan eli yumruk olmuştu.
Pelin, abisinin bakışlarını kendi bakışlarına sabitleyince meraklı ama bir o kadar da üzgün bir bakışla “Bu kadın senden ne istiyor abi?”diye sordu ısrarla. Adam fısıltı gibi bir sesle “İstemiyor…” dedi önce. “Kalbimi bana geri vermek istemiyor.”
Elindeki tişörte bakışları kayınca elini yakıyormuşçasına aniden kardeşine uzattı. “Sanırım bu tişört bana uygun değil. İstersen… Sen giyebilirsin,” diyerek kardeşinin başka bir şey söylemesine fırsat vermeden odadan çıkmıştı.
***
Kendisini büyük demir kapıdan dışarı atarken, rüzgârın yüzüne vurmasıyla iliklerine kadar titredi Naz bir an için. Buna ne kadar alışması gerekirse gereksin alışamıyordu bir türlü. Seri adımlar atarak okul bahçesinden çıkmaya hazırlanırken aklına gelen şeyle başını yana doğru çevirdi. Bu saatler Yağız’ın da işten çıkma saatleriydi. Ne kadar içinde ona karşı bir öfke yanarsa yansın yine de her fırsatta gözleri onu arıyordu. Bu kadar öfke kendisi için bile fazlaydı. Gözleri adamın mavilerini bir defa görse belki bir kısmı dinecekti. Hem de evindeki o kadına rağmen… Ve adam için aldığı tişörtü kadının üzerinde görmüş olduğu gerçeğini umursamadan… Derin nefesler alırken soğuğu hissetmiyordu şimdi. Okulun bahçesinden çıkmadan önce, adamın görünme ihtimalinin olduğu yola, ardından da saatine baktı. Belki birkaç dakika içerinden geçer umuduyla bahçenin ortasında adımlarını durdurdu. Karla kaplı bahçenin ortasında tek başınaydı. Montuna iyice sarınırken içindeki ağlama isteğine mani olmaya çalıştı.
Öyle tarifsiz bir yalnızdı ki içindeki boşluğu onlarca belki yüzlerce insan dolduramazdı; ama tek bir insan, sadece varlığıyla o boşluğu doldurmakla kalmaz, ardından o yalnızlığın izini dahi bırakmazdı.
O adamın yaralı bakışları düştü aklına birden. Öfkesinin bir kısmı zincirlenirken içi acıdı. O son bakışını unutamıyordu. Kendisine bir kez daha öyle bakmaması için bir şeylerin izahını etmek istiyordu. Sonrasında adam yine sevgilisinin kollarına koşabilirdi ve bu, Naz’ın umurunda olmamalıydı. Fırsatını bulursa öfkesini de adamın yüzüne vurduktan sonra gidip yatağında ağlayabilirdi. Sokak lambalarının loş ışığında uzun bir adam silueti gözüne çarpınca, Yağız umuduyla yürümeye başladı. Ağır bahçe kapısını açarken kim olduğunu anlamak için gelenin yüzüne bakarken tahmin ettiği yüzle karşılaşmanın verdiği heyecanla ne söyleyeceğini bilemeden öylece durdu. Aklında tasarladığı tüm cümleler bir bir uçarken adam ondan önce davranmıştı. “İyi akşamlar.”
Yağız’ın yüzünde hiçbir ifade yoktu. Bu adamın böyle zamanlarından nefret ediyordu. Yüzündeki o gülümseme olmadan, söyleyeceklerinden ters tepki alıp almayacağını kestiremiyordu. “İyi akşamlar,” diye mırıldandı o da. Bir süre hiçbir şey söylemeden birbirlerine baktılarsa da Yağız bu anı uzatmadan yolu işaret etti. “İstersen eve kadar beraber yürüyebiliriz.”
Bu, onlar arasındaki bir rutin hâline gelmiş olsa da hiçbir seferinde iki taraftan da talep gelmeden olmuştu. Birbirlerini bir anda beraber konuşup yürürken bulurlardı. Ama şimdi adamın bu yönlendirmesiyle aralarına birkaç günde nasıl duvarlar örüldüğünü acı bir şekilde fark etti Naz. Hem de o duvarlardan birine çarpmış gibi hissediyorken… Adamın söylediğine sadece başını salladı. Şu an kalbinin çarptığı sert duvarın acısını hafifletmeye çalışıyordu. Her bir adımla aralarındaki sessizlik uzayıp giderken bu sessizliği Yağız böldü. “Tişört için teşekkürler.”
Naz, inanmazca adama baktı. Dalga geçiyor olabilir miydi? Yüzünde öyle bir ifade yoktu; ama içten içe kendisini sinir etmeye çalışıyor olmalıydı ve bunu başarıyordu. “Teşekkür gereksiz. Senin giymediğin düşünülürse.”
Adam da kadının yüz ifadesini inceliyordu. Yanakları soğuktan kızarmışken sanki bir şeye kızmışçasına kaşları çatılmıştı. Tişörtü giymediği için kızmış olamazdı, değil mi? Bu Yağız’ın hüsnü kuruntusu olmalıydı. “Sanırım alırken aklında sevgilinin beden ölçüleri vardı.” Naz ne dediğini idrak edemezmiş gibi yüzüne bakmaya devam edince devam etti. “Yani… O tişörtün benim üzerime olmayacağını tahmin etmeliydin.”
“Haklısın. Bir haftadır seni göremeyince beden ölçülerin aklımdan çıkmış olmalı!”
Yağız, Naz’ın çoğalan öfkesi karşısında bir an için duraksadı. Şimdi de o, az evvel Naz’ın baktığı gibi anlamadığını belirtircesine kadına bakıyordu.
“Bu yalanda birlikte olduğumuzu sanıyordum. Bir hafta boyunca, sen ortalarda yokken maalesef ki o yalanın ağırlığını kendim taşımak zorunda kaldım,” diyen Naz, kızgınca adama bakıyordu; ama adam nasıl oluyorsa sakinliğini koruyordu. “Ali’nin burada olmadığımdan haberi vardı.”
“Ama benim yoktu!” Bunları söylerken sesi yükselmişti ve adam konuşmaya başladığında inanamayarak ona baktı. “Bu yalandan sonra, özellikle de benim yüzümden başına daha fazla dert açılsın istemedim.”
Ne kadar da inceydi?! Başındaki dertler bini aşmışken, ki en büyüğüne adam yüzünden batmışken bir derdi daha olsa ne değişirdi ki?! “Üzgünüm; ama olan oldu artık!” dedi inatla. Apartmanın önüne geldiklerinde adam, aniden ona doğru dönmüştü ve önünde dağ gibi dururken Naz onun heybetinden ve karanlık geceye rağmen parıldayan maviliklerinden alamadı bakışlarını. Sesi, aralarındaki gerginlikte kırbaç gibi şaklarken tüyleri ürperdi. “Ne istiyorsun, Naz?” diyen adamın bakışları kısılmış, dudakları gerilmişti. Ne söyleyeceğini bilemezken sadece “Ne mi istiyorum?” diye tekrar edebildi. Ne söyleyeceğini bilemediği nadir zamanlardandı şu zaman ve adam, ismini söylemişti. Eskiden olsa bunun için mutlu olur, ona diş geçirdiğini düşünürdü; ama şimdi aralarında giren ismi, duvarların yüksekliğini belli ediyordu sanki.
“Evet, ne istiyorsun? Sevgilini arayıp özür mü dilemeliyim? Ben böyle yaptığımda daha mutlu olacak mısın, aranız düzelecek mi?”
“O, benim sevgil…” derken dudaklarından çıkan zoraki kelimeler de adam tarafından esen rüzgâra savrulmuştu. “Onun, senin neyin olup olmadığı beni ilgilendirmez Naz. En başından beri haddimi aştım. Senin hayatına burnumu sokmamalıydım.”
Bir rüzgâr eserek kadının saçlarını adama doğru savururken belli belirsiz çiçek konusunun farkına vardı adam. Derin bir nefes alırken ciğerlerini özlediği o kokuyla doldurdu. Söylediği her bir söz, dudaklarından çıkarken öyle acıtıyordu ki eğer kadın, sevgilisini aramasını söylerse ne yapardı hiç bilmiyordu. Kadının yeşillerinden geçen duyguları okumaya çalışırken allak bullak oluyordu. Bu kadın kendisinden gerçekten ne istiyordu? Başından beri ondan uzak durmasını söyleyip durmamış mıydı? Ama şimdi neden sanki gözleri loş sokak lambasında inci taneleri barındırır gibi parıldıyordu?! Bu kadar sessizlik yeterdi, artık kadın bir şeyler söylemeliydi.
“Ne oluyor sana böyle?” diye fısıldamıştı kadın. Zayıf sesi uğultuya rağmen Yağız’ın kulaklarını doldurmuştu. Dişlerini sıkarken derin bir nefes daha çekti. “En başından beri senden uzak durmamı istemiyor muydun? Şu an, tam olarak senden uzak durmaya çalışıyorum,” diyerek apartmanın ağır kapısından içeri girmiş ve Naz’ı boşluğa bakar hâlde bırakmıştı.
Bu tartışmanın üzerinden birkaç gün geçmiş ve Naz’ın içindeki o boşluk daha çok içini yakar olmuştu. Adamı her görüşünde günaydın, iyi akşamlar gibi selamlaşmaların ötesine geçemiyorlardı. Üstüne üstlük birkaç dakika öncesinde Yağız evine giriş yapmaya çalışırken, adamın boynuna atlayan kadınla iyiden iyiye sarsılırken kendini yatağına bırakmıştı. Gözü komodini üzerinde yapraklarının çoğunu dökmüş olan çiçeğe takıldı. İçindeki ağlama isteğini durdurmaya çalışırken hırsla gözlerini sildi. Adama alıştığı için bu kadar acıtıyor olmalıydı. Yoksa tek başına, sevgi bu kadar acıtabilir miydi?
Yatağında kıvrılmışken başının okşanmasıyla kendisini daha da kötü hissetti. Sanki içindeki bir düğmeye basılmış gibi bir inci tanesi gözlerinden firar etti. “Yüzüme bile bakmıyor Semoş. Bana her fırsatta gülücükler dağıtan adam… Yüzüme bile bakmıyor,”derken bir iç çekti. “Biliyorum, sevgilisi var; ama… En azından beni dinlese de… Öyle bakmasa artık.”
“Bence o kız sevgilisi falan değil, biz kafamıza göre senaryo yazıyoruz burada.”
Duyduklarıyla başını aniden kaldıran Naz, Sema’nın emin olup olmadığını anlamak için yatağında doğrularak gözlerinin içine baktı. “Emin misin?”
“Aslında… Tam anlamıyla emin olmadan bir şey söylemek istemiyordum; ama… Emin gibiyim. Birbirlerine ne kadar benzediklerine bir baksana. Hem… Kız bence Yağız’a göre biraz küçük.”
“Sadece bu benzerlik yüzünden mi emin oldun?” derken içinde filizlenen umudu budayarak kendini yatağa bıraktı. Ama Sema’nın sözleri bu umudu tekrar yeşertmeye yetiyordu. “Sadece benzerlikleri değil. Ben Yağız’ın sana bakışını gördüm. O bakışların Orkun geldiğinde nasıl değiştiğini de…”
“Bana boş umutlar verme Sema,” diyerek inledi genç kadın. Yatağında bağdaş kurarken parmaklarıyla oynuyordu. O inatçı kadın, bir anda çaresiz bir kız çocuğuna dönüşmüş gibiydi. Gözleri ağlamaktan kızarmış, dudakları istediğini alamamanın verdiği keyifsizlikten büzülmüş… Sema, Naz’ın ellerine uzanarak karşısında onun gibi bağdaş kurdu. “Orkun çıkıp gelmeden mutlu mesut evcilik oyunu oynamıyor muydunuz? Erkekler hiçbir zaman oyunlarında üçüncü bir kişi istemezler Naz. Orkun, sizin tüm oyununuzu bozdu. Aslında… İyi de oldu. Gerçeklere dönmeniz lazım artık.” Naz’ın omuzları çöktü. “Onu nasıl yapacağız peki?”
“Yağız’ı harekete geçirerek.” Naz, anlamamış gibi Sema’ya baktı. Söz konusu Yağız olunca artık hiçbir şeyi anlayamıyordu. “O nasıl olacak peki?”
Sema, Naz’ın surat ifadesiyle ufak bir kahkaha attı. “Yağız’ın bu hâle gelmesine sebep olan neyse onu kullanarak, yani kıskandırarak. Bunun için üçüncü bir kişiye ihtiyacımız var.”
Naz, gözlerini devirmeden edemedi. Üçüncü kişiler yüzünden bu hâle geldikleri düşünülürse, kadroya dâhil olacak hangi üçüncü bir kişi onları toparlayabilirdi ki? “Hiç zannetmiyorum,” diyerek olumsuzca başını salladı; ama Sema vazgeçmeyecek gibiydi. “Siz kendinizi dışarıdan göremiyorsunuz. O yüzden sen seyircilere güven. Hem… İşe yaramazsa da kaybedecek hiçbir şeyimiz yok. En azından tüm gün senin yatağında ağlayıp benim içimi parçalamandan iyidir.”
Hakikaten… Kaybedecek neyi vardı ki? Daha fazla ne olabilirdi? Buraya kadar sürülmüşken daha fazla ne çıkabilirdi karşısında? Kafasındaki düşünceleri “Ama üçüncü bir kişiyi burada nereden buluruz?” diye mırıldanan Sema bölmüştü. Buradan birilerinin olması imkânsız bir şeydi. Hem ne yapacakları da henüz belli değilken, sorgusuz sualsiz dediklerini yapacak ve sorun çıkarmayacak biri olmalıydı. Aksi gibi kendi aklı da bu fikre öylesine yatmıştı ki zerre itiraz etmiyordu. En azından bir şeyler yapacak olmanın heyecanı vardı bu kez içinde. Aniden aklına gelen bir fikirle gözleri açıldı. Bunu yapmasını istediği kişi, bu işi kusursuz halledecekti; çünkü kendisine borçluydu ve Yağız, kendisini bıraktığı durumda kalacaktı. Şu an için nasıl olacağını bilmiyordu; ama olacaktı. Eğer Yağız da Sema’nın söylediği şekilde hissediyorsa daha ileri gitmek zorunda kalmayacaklardı. En azından böyle umuyordu. Komodindeki telefonuna uzanarak rehberden aradığı ismi bularak telefonu kulağına götürdü. Karşı taraftan şaşkın ama bir o kadar da memnun olan adamın sesi geldiğinde lafı uzatmadan söze başladı.
“Bana borcun vardı, hatırladın mı? Sanırım tahsilâtı yapmamın zamanı geldi,” derken birkaç dakika önce ağlayan kadın kendisi değilmiş gibi dudaklarında sinsi bir gülümseme vardı.
***
Seri
adımlarla koridorda ilerlerken adımları koridorun en sonundaki odada durdu.
Kapıyı çaldı ve girmesi talimatının verilmesiyle içeri girerek masa başında
oturan yarbayın önünde durdu. Selam verdikten sonra adamın konuşmasını bekledi.
“Şöyle otur, Yağız,” diyen yarbayın dediği koltuğa yerleşerek adamın konuşmasını bekledi. Birkaç dakika öncesinde yarbay, onunla özel olarak konuşmak istediğini söylemişti. “Buraya tayin olalı kısa bir zaman geçmesine rağmen çok çabuk adapte oldun Yağız ve gerçekten de yaptığının hakkını veriyorsun, ayrıca bu kurumun sorumluluklarının da fazlaca farkındasın. Böyle adamları her zaman takdir ederim.”
Yağız, söylenenleri bir baş hareketiyle kabul ederken bunun haricinde hiçbir harekette bulunmadı.
“Buraya geleli çok olmasa da kendini sevdirdin bana. Bu söyleyeceklerimi bir üstün değil bir baba ya da bir abi nasihati olarak gör. Artık sen nasıl dersen? Biliyorsun ki sen ya da bir başkası, evlilik durumu söz konusu olmadan böyle bir yaşayış içinde bulunması meslekten ihraç edilmesiyle sonuçlanır.”
Tekrar bir baş hareketiyle söylenenleri onaylarken konunun nereye varacağını tahmin etmişti.
“Kulağıma bazı revir dedikoduları geldi. Bunların neredeyse hepsi evli olduğun yönündeydi. Bu dedikoduların neden ya da nasıl çıktığı bizi alakadar eden bir durum değildir ki bunlara kulak asacak değiliz. Kim ne derse desin biz seninle ilgili doğru bilgiye zaten sahibiz. Evli değilsin. Ama buna rağmen böyle bir ilişki içerisindeysen, işin boyutu büyümeden bu yaşayışını tekrar gözden geçirmeni tavsiye ederim.”
Yağız içinden gelen gülme isteğini bastırdı. Ama bu istek mutlu olduğundan ya da durumu komik bulduğundan değildi. Ne evliydi ne de sözü geçen bu tarz bir yaşayışa sahipti. İşin ilginç yanı evli olmayı belki de isterdi. Gülmesinin sebebi buydu. Ciddi duruşunu bozmadan konuşmaya başladı. “Beni bu konuda uyardığınız için teşekkür ederim komutanım; ama evli olmam ya da bu şekilde bir yaşayış sürdürmem gibi bir durum söz konusu değil,” derken bu dedikodunun kaynağını düşündü. Muhakkak Naz ile beraber yaptıkları mutlu ev sahipleri rolünden sonra çıkmış olmalıydı. Bunların bir kısmı dahi adamın kulağına gelmişse şu an karşısındaki adamı inandırmak için bu söyledikleri yeterli olmayacaktı. Özellikle de daha fazla açıklama beklercesine kendisine bakarken. “Evli değilim; ama nişanlıyım komutanım,” dedi tereddüt etmeden.
Yarbay önce şaşırmışsa da sonra duyduğu şeyden memnun olmuşçasına gülümsedi. “Bundan daha önce bahsetmemiştin.”
“Çok yeni komutanım. Nişanlım burada öğretmenlik yapıyor. Aynı zamanda karşı komşum olduğu için birlikte çok zaman geçiriyoruz. Sanırım bundan dolayı böyle bir algı oluştu,” derken kendini yalan söylemiş gibi hissetmiyordu. Sanki hepsi gerçek gibiydi ya da Yağız’ın olmasını istediği gerçeklikte…
Yarbayın yüzündeki gülümseme büyürken söylediklerine inanmış görünüyordu. “Şimdi anlaşıldı durum. Senin neden batı dururken buraya gelmek istemene şaşmamalı… Tebrik ederim. Düğünü ne zaman düşünüyorsunuz?”
“Yazın diye umuyoruz; ama bakalım,” dediğinde ortadaki tüm anlaşmazlıklar aşılmış görünüyordu. Mesai bitmek üzereyken izin isteyerek kalktı ve odasında bir süre vakit geçirdikten sonra karargâhtan çıktı. Naz’ın okulunun önüne geldiğinde okulun çok ıssız görünmesi üzerine onun da gitmiş olduğuna karar vererek eve yürümeye başladı. Şimdi bu yeni durumu her ihtimale karşı ona söylemesi gerekiyordu. Hâliyle bunun için de günlerdir gözlerini değirmekten bile çekindiği kapıyı çalmalıydı. Ayaklarını sürüyerek merdivenlerden çıktı ve eli zorlukla zile giderek düğmeye bastı.
Kapı açıldığında yerdeki bakışlarını kaldırarak kapıyı açan kişiye sabitlediğinde, görünmeyen bir mevziden üzerinde ateş açılmış gibi hissetti. Gözleri şaşkınlıkla açılırken ifadesini ne kadar sabit tutmaya çalışsa da pek başarılı olamıyordu. Bu da neydi şimdi? Birileri gerçekten canını yakmaya uğraşıyorsa bunda gerçekten başarılı oluyordu. Silkelenerek kendine gelmeye çalıştı. Bu evde bir süredir iki tane kadın yaşadığına göre her şeyi Naz’a yormamalıydı.
“İyi akşamlar birader. Kime bakmıştın?” diyen adamın duruşundaki rahatlık Yağız’ın yumruğunu sıkmasına neden oldu. Kendisinden az biraz kısaydı ve düğmelerinin yarıdan fazlası açılmış olan kot gömleğinden sportmen bir vücuda sahip olduğu belli oluyordu adamın. Kara kaşlı kara gözlü, tam bir Türk erkeği izlenimi yaratsa da Yağız için oldukça rahatsız edici bir görüntü çiziyordu. Bir kez daha bu evde iki kadın yaşıyor gerçeğini kendine hatırlattı.
“İyi akşamlar. Naz evde mi?” derken tüm sakinliğini korumaya çalışıyordu. Ama adam buna fırsat vermiyordu. Ne adam ne de sözleri… “Evde bir dakika,” dedikten sonra içeri doğru seslenmişti. “Prenses, kapıda bir misafirin var.”
Kısa bir süre sonra birinin yürüyüşü duyulurken kapıyı açan adam, Naz’a bakmış ve çok terlemişçesine gömleğini hareketlendirmişti. “Yaz gelmeden eve kavurucu sıcağı getirmişsiniz. Bu ne sıcak böyle, prenses?” diyip Yağız’ı süzercesine son bir bakış atmış, ardından içeri geçmişti. Naz’sa içeri geçen adama gülmekle yetinmişti. Ne zamandır kendisine gülmezken…
Dişlerini sıkarken derin bir nefes aldı. Bu manzaranın yaşandığı bu kapı önünde daha fazla kalmak istemiyordu; çünkü kendine hâkim olamayacağını en derinlerinde hissediyordu. Bu yüzden direk konuya girdi. “Seninle konuştuğum bir şey vardı, hatırlıyor musun? Sende kaldığım gün…” dedi zorlukla. Dişlerini sıkmaktan çenesi öyle kasılmıştı ki başına saplanan ağrılarla bunu fark edebildi ancak. Naz, hatırladığını belli edercesine başını salladığında vakit kaybetmeden devam etti. “Bugün üstlerimden biri evli olup olmadığımı sordu.”
Naz merakla devam etmesini bekledi; ama Yağız cevap vermiyordu, veremiyordu. Çenesi kenetlenmişken yapamıyordu. Kadın “Sen ne dedin?” diyerek teşvik etme ihtiyacı hissetti. Adamın sesi mırıldanır gibi çıkmıştı.“Nişanlı olduğumu söyledim.”
Kadın telaşa kapılmış gibi görünürken Yağız, onun tepkisini ölçmeye uğraşıyordu. İşin bu kadar uzamış olmasına telaşlanıyor olması, normal görünmüştü adamın gözüne. Ama kadından duyduğu sözler, kadının telaşının başka bir şey için olduğunun kanıtıydı. “Bu işe yarar, değil mi? Yani… Senin başına bu yüzden dert açılmaz?”
Çıldırmak üzereydi. Bu kadın ne yapmaya çalışıyordu? Neden umursuyordu ki ona ne olacağını? Böyle davranıp da her fırsatta adamın içine umut tohumları ekip yeşermesine izin verip sonrasında bir çırpıda onları tarumar ediyordu. Böyle karmakarışık hissetmektense kadının onu sevmediğini bilmek kendi akli dengesi için daha sağlıklıydı. Düşüncelerinde kaybolmuşken başını olumsuzca sallayarak karşısındaki kadının gözlerinin içine baktı. “Neden umursuyorsun ki?! Ya da her fırsatta öyleymiş gibi davranıyorsun?!”
Kadının gözleri önce şaşkınlıkla açılmış sonrasındaysa idrak etmek ister gibi tekrar kısılmıştı. Adamı inandırmak istercesine konuşmaya başladı. “Çünkü umursuyorum. Bu yalanda beraberiz. Bunu bana sen söylemiştin, unuttun mu?”
“Boş versene,” diyen adam, daha fazla, kadına bakmaya tahammül edemiyormuş gibi hızla başını çevirmiş ve cebinden çıkardığı anahtarlarla kendi dairesinin kapısını açarak içeri girmişken bir baskıyla kapısı sonuna kadar açılmış ve Naz içeri girmişti. Sonrasında da sertçe kapıyı kapatmıştı.
“Son sözü söyleyip gidebileceğini mi zannediyorsun?!”
Kadının sesi tüm salonda yankı yaparken Yağız, sabrının sınırlarını aşmak üzere olduğunun farkına vardı. “Son sözü sen söylemek istiyorsan, bir an önce söyleyip prensinin kollarına koşabilirsin. Belli ki hararetlenmiş de… Söndürmen gerekir belki.”
Naz, söylenenleri idrak ederken onu kendinde tutan tüm ipleri bir bir kopmuşçasına adamın üzerine yürüdü. Sesinin yüksekliği her bir kelimeyle artarken gözleri ateş saçıyordu. “Sen ne dediğini zannediyorsun?! Ne biçim konuşuyorsun benimle?! Kim olduğunu zannediyorsun?!”
“Senin tarafından kim olarak algılandığımı ben de merak ediyorum; ama bunları söylemek için sesini yükseltmene gerek yok. Tüm mahalle birkaç güne kadar senin ve bir önceki sevgilin sayesinde inim inim inlemişken, bu mahalle bir vakayı daha kaldıramaz. Mahallenin küçük olduğu kadar meraklı sakinleri olduğu düşünülürse…”
Yağız, sakin görünse de tüm kontrolü bıraktı. İçindeki tüm bu öfkeyi başka şekilde üzerinden atamazdı. Aksi gibi Naz da aynı şeyi düşünüyordu. Yanacaksa tek başına olmayacaktı. Elini beline koyarken kızgınca adama baktı.
“Yani bir tek beni konuşuyordur bu mahalle, değil mi? Senin kaç gündür evinde kalan sevgilini kimse merak etmiyordur eminim ki!” dedikten sonra güç toplarcasına derin bir nefes aldı. “Gülbahar teyze, evindeki kadının kim olduğunu bana sordu. Ben de sana sormasını söyledim. Ev sahibi olarak evinde neler olduğunu merak ediyor kadın haklı olarak.”
“İkimiz de küçücük mahalleye maskara mı olduk şimdi; ama benim kimseden ne gizlim ne de saklım var. Gülbahar teyzenin her bir sorusuna da veremeyecek hiçbir cevabım yok. Aynı soru sana da sorulmuştur muhakkak sen ne cevap verdin acaba?” diyen Yağız, elinde olmayarak kadının üzerine doğru ilerledi. “Sevgilim mi dedin?!”
Naz adamın duruşundan ürkerek bir adım geri attı. “Sevgilim mi? Elbette öyle bir şey demedim. O benim sevgilim değildi ki görüyorsun, benim de cevabını veremeyeceğim hiçbir soru yok!”
“Demek öyle… O zaman şu soruma cevap ver. Sevgilin olmayan bir adamın nasıl olup da seni öpmesine izin verdin ya da bir erkekle öpüşmen için sevgilin olması şart değil mi?!” derken adam ona doğru bir adım daha atmıştı. Kadın da bir adım geri…
Demek sevgilisi değildi. O zaman neden günlerce işkence çekip öyle düşünmesine izin vermişti?! Neden her fırsatta rüyalarında kadının dudaklarına yabancı dudakların değişinin aklına düşmesine müsaade etmişti?! Kendisine acı çektiren düşüncelerin her biri aklına geldikçe içindeki yaralı aslan daha çok kükrüyordu.
“Sen beni ne zannediyorsun?!” diyen kadının gözleri kocaman açılmıştı. Adamın kendisi hakkında vardığı düşünceleri aklı mantığı almayı reddediyordu. “Yoksa, sonrasında onun tattığını sen de mi tatmak istiyorsun?!”derken adamın bir şey demesine fırsat vermeden elini kaldırmışken, Yağız onun havadaki elini yakalamıştı ve günler sonra ilk defa adamın yüzünde bir gülümseme oluşmuştu. “Demek ona vurdun, öyle mi?”
“Sevgilin olmayan kadını zorla öptüğün bir durumda… Bu beklenen bir hareket olmalı!”
Duydukları adamın hoşuna gitse de daha cevaplanması gereken soruları vardı. Yeşil ateşlerin oynaştığı gözlerden mavilerini bir saniye ayırmadan kadına doğru bir adım daha attığında kadın duvarla kendisi arasında kalmıştı. Bakışlarını kadının dudaklarına çevirdiğinde, dolgun dudaklarına dişlerini geçirmiş olduğunu fark etti. Anlaşılan o ki Pelin bu konuda haklıydı. Bu manzaraya dayanmanın imkânı pek yoktu. Mavileri, tekrar yeşilleri bulduğunda derin bir nefes bıraktı ciğerlerinden ve kadının elini serbest bıraktı.
“Şimdi… Ben öpsem seni… Bana da aynı şekilde karşılık verir misin?” derken kadının üzerine doğru eğilmişti hafifçe. Naz’ın göğsü aldığı nefeslerle körük gibi inip kalkarken dizlerinin bağının çözüldüğünü hissetti. Adamın nefesinin tadını dudaklarında hissedebiliyordu. Zihni düşünmeyi bırakmışken adamın bir cevap beklediğini zorlukla idrak edebildi. Aralarındaki elektrik tüm hücrelerini uyarırken bakışları adamın dudaklarına takıldı ve bu, adam için cevaptı.
Dudaklarının üzerinde hissettiği sıcaklıkla, sanki dünyanın en doğal duygusuymuşçasına gözlerini yumdu. Bir tüyün dokunuşu gibiydi o dudaklar… Bu ufak temasla dizlerinin bağının çözüldüğünü hissederken beline sarılmış kuvvetli bir kol, onu kendi bedenine yaslamıştı. Bakışlarını o bedenin sahibinin gözlerine sabitlediğinde yakıp kül etmeye hazır mavi ateşlerle karşılaştı. Cevapsız bırakılan soruları çoktan unutmuştu. Adamın yüzündeki çarpık gülümseyişi izledi bir süre. Adamın dudakları hareket etmeye başladı. “Son bir soru daha…” diye mırıldandı Yağız. Ama soruyu sorarken, tebessüm taşıyan dudakları gerilmiş, tepkilerini makul düzeyde tutmaya çalıştığı belliydi. “Evindeki adam… Kim?”
Adam yüzünden bu kadar aciz hissetmek sinir bozucu olsa da bu hissi, misli misli geride bırakan heyecan bir de adamın kollarındayken çok fazlaydı. Aklı hızlı düşünme yetisini bir süre için kaybetmiş olsa da bu sorunun yanıtını o kadar kolay alamayacaktı bu adam. “Hiç kimse,” diye mırıldandı.
Adamın yanan bakışları kısılırken önce kadının saçlarından derin bir nefes almıştı. Bu kokuyu deliler gibi özlemişti. Sonrasında alnını kadının alnına dayamış ve aldığı derin nefesi istemeyerek de olsa usulca bırakmıştı. Sıcacık nefesi kadının yüzünü okşarken Naz, içi ürperircesine titremişti. “Kim Naz?” diye tekrar etmişti adam. Ama bu kez sesi derindendi. Cevabı ne olursa olsun alacağını belli edercesine kararlı…
“O adamın burada olmasının sebebi sensin.”
Yağız, anlamadığını belli edercesine bakarken gözlerini kadının gözlerinden ayırmıyor, devam etmesini bekliyordu. Ama Naz, daha fazla açık vermeyecekti. Kendine gelmeye uğraşırken adam buna müsaade etmemişti. Kafasını bulandırırcasına elleri, kollarından omuzlarına doğru çıkarken istediğini almaktan vazgeçmiyor Naz’ın tüm dirayetini kırıyordu. “Ben o adamı şu an parçalamak isterken, onu buraya getirtecek ne yapmış olabilirim ki?”
Sesinin tınısı Naz’ı sararken böyle sözler söyleyen bir adam, nasıl oluyor da sevgilisini evinde barındırıyor düşüncesi belirdi aklında. Hatta nasıl oluyordu da kendisinden başka bir kadın, adamın sevgilisi olabiliyordu? Bunu da öğrenecekti. “Benden uzak durarak…” derken kadın laflarını bitirememişti.
Adamın yaptığı en büyük hata ondan uzak durmaya çalışmaktı ki bunu bile becerememişti. Bir kalp atımı ötesindeyken ve binlerce doğrusu varken yanlışı yapmıştı. Kadının dudaklarına dokunduğu an, tüm düğümleri çözülmüştü. Tüm duyu organlarının infilak ettiği hissiyle dolarken, Naz’ın da ondan farkı yoktu. Yağız tarafından zapt edilmenin şuursuzluğuna sürükleniyordu an be an. Nasıl olduğunun dahi idrakına varamadan adama karşılık verirken bulmuştu kendini. Beline sarılmış olan kol daha da sıkılaşırken, içgüdüselce kollarını adamın boynuna dolamıştı. Dudaklarından ufak bir inilti serbest kalırken dudakları ayrılmış, adam alnını alnına dayamıştı. “Yağız…” diye fısıldadı kaybolduğunu düşündüğü sesiyle.
Yağız sesini çıkartmamıştı önce. Hiç istemese de kendine gelmeye, toparlanmaya ve toparlamaya çalışıyordu. Günlerdir kadından uzağa savurduğu parçalarını… O kadar iyiden öte hissediyordu ki… Belli ki bir araya getirmek, savurmaktan daha kolaydı. Dudaklarında eğri bir gülümseme oluşurken ikisinin karışımını barındıran havayı derin bir nefesle içine çekti. Sarhoş ediciydi. Tekrar kadının dudaklarına yönelirken etraflarındaki her şey silinmişti.
“Hayatım ah bu komşuların çok şeker senin,” diyen bir sesin varlığıyla kaskatı kesildi Naz. Toparlanmaya çalışırken derin nefesler alsa da hareket edemiyordu. Bu gerçeği nasıl da atlamıştı? Yüreğinde bir ağırlık hissederken adamın kollarından çıkmaya uğraştı; ama adam önce buna izin vermese de baskısını azaltmıştı. Kadının sesi hepten yakınlaşırken Naz’ın hissettiği yiyip bitiren aldatılmışlık tüm bedenini sarıyordu. Kadının devam eden sözleriyle Naz, nefes almayı unuttu bir an. “Ev sahibin Gülbahar teyze tutturdu Selin de Selin diye bir düzel…”
Naz’ın kulakları uğuldarken duymaz olmuştu sanki. Bakışları Yağız’ın bakışlarını bulduğunda dudaklarından kelimeler çıkmıyordu. Yağız’ın yüzündeki gülümseme yüzünden silinip yerini bariz bir şoka bırakırken, bahsi geçen kadın bulundukları odaya girmişti. “Aa!” derken şaşkınca ikisine bakmış ve devam etmişti. “Lütfen… Siz devam edin. Ay çok pardon,” diyerek geldiği gibi gitmişti.
Çökmek üzere olan duygularıyla gözlerini kapatan Naz’ın yaşadığı heyecan uğruna göz ardı ettiği tüm gerçekler şimdi yüzüne vuruyordu. Kendi hisleri uğruna oynadığı bu oyunda kendini bu denli ucuz hissedeceğini hiç düşünmemişti. Kendine kızarken adama da kızmayı ihmal etmiyordu. Bu adam kendisiyle alenen dalga mı geçiyordu? Sevgilisindeki bu rahatlık da neydi? Sevgilisi varken kendisini öpmüş olmasını saymıyordu bile… Kendini küçük düşmüş ve afallamış hissediyordu. Tabii bunlar hissettiği öfkenin yanında hiç kalacak miktardaydı. Bu hisler birkaç dakika öncesine gölge düşürürken kendine geldi. Utancı ve öfkesi adamı gördükçe artarken orada daha fazla kalamazdı. Adamı sertçe üzerinden iterken derin nefesler alarak kızgınca ona baktı. “Sen… Sen benimle…” derken devamını getiremedi. Yanakları öfkesinin şiddetinden kıpkırmızı olmuşken burada daha fazla kalmaya niyeti yoktu. Yağız arkasından seslenirken bir an için dursa da onun konuşmasına izin vermedi. Üzüntüyle adama bakarken “Belki bir gün… Gerçekten kalbinde tek bir kadına yer verirsin ve görüyorum ki ne o gün bu gün, ne de o kadın benim. Aslında zaten… Biz birbirimiz için başından beri uygun değildik, şimdiden sonra da olmayız. Hoşça kal,” diye mırıldandı.
Yağız arkasından sadece bakakalmıştı. Oysa o tek bir kadın kalbini zapt etmişken nasıl olurdu da birbirlerine uygun olamazlardı? Naz onun hiçbir şey söylemesine fırsat vermeden hızla kapıyı çekip çıkarak kendi dairesine geçmiş ve kapıyı kapatarak sırtını kapıya yaslamıştı.
Histerik bir şekilde ağlamak istiyordu şimdi. Adamın öpücüğüne milyonlarca anlam yüklerken adam sadece kendisiyle kafa mı buluyordu? Ne düşüneceğini, ne yapacağını şaşırmış durumdaydı. Yaslandığı kapı çalınca korkuyla yerinde zıpladı. Eğer kapıyı çalan adamsa, kapıyı açmayacaktı! Ya da… Açacaktı! Ve ağzına geleni söylemekten geri durmayacaktı. Ne mahalle ne de apartman umurundaydı. Hırsla kapıyı açarken gördüğü kişiyle kendisine hâkim olmak zorunda kaldı. Aksi takdirde öfke içerikli uygunsuz kelimelerinin hedefi Gülbahar teyze olacaktı. “İyi akşamlar Nazlı kızım,” derken, Naz sadece başını sallamakla yetinmişti. Zira konuşacak gibi hissetmiyordu kendisini. Yaşlı kadın elindeki tabağı uzatmış ve devam etmişti. “Bugün Yiğit oğlumun misafirine diye yapmıştım. Maşallah o da çıtı pıtı, güzel mi güzel bir genç kız. Aynı senin gibi… Hem düşünceli de… Abisinin işini gücünü yapmaya gelmiş ta İstanbul’dan. Selin’miş adı da…” Gülbahar teyze konuşmaya devam ederken Naz dinlemiyordu. Duyduğu bilgiyi beyninin kıvrımlarından geçirerek idrak etmeye çalışıyordu. Bu kız şimdi, Yağız’ın kardeşi miydi?
Aman Allah’ım adama neler söylemişti öyle?! Gülbahar teyzenin “Neyse Nazlı kızım benim lafım bitmez. Hadi afiyet olsun. Soğutmadan sıcak sıcak yiyin,” demesiyle kendine gelmişti. Bir baş hareketiyle teşekkür ederken kapıyı kapatarak tekrar sırtını yasladı.
Allah’ım buraya geldiğinden beri hiç mi bir işi rast gitmeyecekti?! Her şey eline yüzüne bulaşmıştı ve yine, ağlamak istiyordu; ama şimdi bunun neden olduğunu tam olarak kestiremiyordu. Bir an önce kendisini sakinleştirmeliydi. Bunun için adamla arasını düzeltmek adına yeniden köprüler inşa ettiklerini düşündü. Mesela onunla öpüşmüştü! Öpüşmüşlerdi. İşte bu sakinleşmesine hiç yardımcı olmuyordu. Ama o anın zihninde canlanmasıyla tüm ruh hâli değişmişti ve bu bir anda olmuştu.
Parmak uçları, dudaklarını bulurken dudakları elleri altında kıvrılmıştı. Kalbi öyle hızlı atıyordu ki sanki aldığı nefesler yetmiyordu. Gözlerini kapatarak birkaç dakika kalbini dinledi. Resmen normal ritmini aşmış ahenkle kulaklarında çınlıyordu. Duyduğu kıkırdamalarla gözlerini açtığında kendisini izleyen Sema ve Cenk’le karşılaştı.
“Sen bu adamı gerçekten seviyorsun,” derken bilimsel bir inceleme sonrası sonuca ulaşmış gibi konuşmuştu Cenk. “Yoksa… Benim dilime düşme pahasına bile olsa, benden yardım istemezdin.”
Şu an keyfini kimse bozamazdı. Özellikle de Cenk. Dudaklarındaki mutlu gülümseme sinsi bir hâl alırken bakışları kısılmıştı. “Senden yardım istemedim. Sen bana olan borcunu ödedin.”
Cenk hiç çekinmeden kahkaha atmıştı. “Borcum kalmadı değil mi şimdi? Yoksa neme lazım, borç ödetmek için bir kapı açma uğruna İstanbul’dan ta Türkiye’nin bir ucuna çağırırsın beni.”
“Merak etme. Borcun falan kalmadı. Ama… Teşekkür ederim,” dedi Naz minnetle. Gerçekten de adam tek bir telefonuyla, ilk uçakla buraya gelmişti. Gerçi bunda, aylar öncesinde kazandığı iddianın payı büyüktü.
“Rica ederim. Sen ne kadar iyi bir eğitimcisin ki bana dersimi verdin. Bir daha seninle iddiaya girmeye kalkarsam, bu yaşadığımız olayı bana hatırlat,” dedikten sonra ciddileşmişti adam. Cenk’in ne kadar ciddi olabileceği tartışmaya açık olsa da söyleyeceği şeye inandığı, ifadesinden belliydi. “Değişmişsin prenses. Havandan bile belli.”
Gerçekten… Değişmişti. Nasıl olduğunu bilmiyordu; ama bir şeyler gün be gün içine işlerken değişikliği kaçınılmaz kılınmıştı. Öncelikleri değişmişti ve olaylara bakışı belki… Ama evet, değişmişti ve değişmeye de devam edecek gibiydi. Bu değişim başlamışken, önce adama en son söylediği, kendi hisleriyle uzaktan yakından alakası olmayan, ilk öpücüklerine ihanet sayılacak o tükürdüğü ve nasıl yalayacağını bilemediği sözlere de uğrasa, fena olmazdı.
Fotoğraf: @guppybooks

