expr:content='data:blog.isMobile ? "width=device-width,initial-scale=1.0,minimum-scale=1.0,maximum-scale=1.0" : "width=1100"' name='viewport'/> Kübra Türker Kitapları

Aşkın Nazlı Hali - Bölüm 9



Bölüm 9

 Ne zamandır ev kızı olup da kendini bu denli eve kapattığını hatırlamıyordu ki muhakkak böyle bir şey hiç olmamıştı. O seyahatlere âşık bir kadındı. Eğer inat ederse günün üç öğününü de farklı ülkelerde yiyebilirdi. Ama kafese kapatılmış kuş misali üç gündür evden dışarı adımını dahi atmamıştı. Şimdi üç kişilik koltuğun ortasında oturmuş kapalı olan televizyonun ekranından yansıyan görüntüsüne bakarken, evin duvarları üstüne üstüne geliyordu. Bu yoğun dürtüyle yerinden kalkarak hızla dış kapıya ulaştı. Montunu ve ayakkabılarını giyerek kendini dışarı attı. Şimdiden sonra yaşayacağı çevreyi tanıyacağı ufak bir gezinti yaparak bu sıkıntısını üzerinden atabilirdi.

 Apartmandan dışarı çıktığında yüzüne çarpan soğuk havayla tüm vücudu ürperirken montunun yakalarını iyice kaldırmış ve tüylü şapkasını da başına geçirmişti. Bulundukları mahallede genellikle evler dip dibe ve eskiydi. Nereye gittiğini bilmeden yürümeye devam ederken evler de giderek seyrekleşiyor, ağaçlar sıklaşıyordu. Dışarıda şimdilik kendisinden başka kimse yoktu ki böyle bir soğukta böyle olması doğaldı. Fakat evlerde de herhangi bir hareketlilik gözüne çarpmamış ya da en ufak bir ses gelmemişti kulağına. İşte bu biraz garipti.

 Sert esen rüzgâr bedenini okşayıp geçerken, gözlerini kapatarak yerinde kalakaldı. Rüzgâr sanki Sibirya soğuğu taşıyordu esintisinde. Tüyleri ürperirken soğuktan mı yoksa sokağın derin sessizliğinden mi, karar veremedi. Gözlerini açtığında bakışları şaşkınlıkla irileşti. Gözlerini kapatmadan önce karşısındaki manzaranın karşısında olmadığına yemin edebilirdi! Şu an karşısında bir yol değil bir orman vardı. Yol burada bitmişti. Buraya yürüdüğünü hiç ama hiç hatırlamıyordu. Başını çevirerek arkasına baktığında evlerin çok uzakta kaldığını fark etti. Nasıl olmuştu bu böyle?! Hissettiği korku ve panik, içinde dalga dalga yükselirken derin nefesler alıyor ve aldığı soğuk nefesler ciğerlerini yakıyordu. Göğsü körük gibi inip kalkarken arkasına dönüp koşmak istedi; ama bir şey onu durdurdu. Bir ses…

Daha arkasına bile dönememişti. Dönseydi belki bir gayret koşardı; ama… Vücudunu bir titreme almışken bu kez bu titreyişin soğuktan olmadığına emindi. Kaskatı kalmış bedeniyle öylece dikilirken gözleri ağaçlardan birindeki hareketliliği fark etti. Sonrasında dallardan gürültülü bir ses gelmiş ve oldukça büyük bir şey ağaçtan düşmüştü. Devasa bir şey… Hem de dört ayağının üstüne…

 Kocaman bir kediydi bu! Tam bir kedi değildi; ama… Kedigillerdendi! Bu bir panterdi! Hem de kapkara bir panter!

 Genç kadın tereddütle bir adım geri atarken gözlerini önündeki devasa yaratıktan ayıramıyordu. Geriye doğru bir adım daha attığında hayvan ona doğru hareketlenmişti. Arkasına dönerek koşacak gücü kendinde bulduğundaysa panterle burun buruna geldi. Hayvanın kömür karası tüylerinde sanki başka hiçbir renge yer yoktu. Tek dikkat çeken şeyse safir mavisi gözlerdi. Yeşilleri korkudan kocaman olurken bu kez gerçekten paniğini harekete dönüştürerek koşmaya başladı. Nereye koştuğunun bir önemi yoktu. O kadar korkmuştu ki ormanın içine koştuğunun farkında bile değildi. Yakalanması ve kaçınılmaz sonla karşılaşması an meselesiydi! Böyle devasa bir hayvandan kaçmasına imkân yoktu ki onu tam arkasında hissediyordu. Koşmaktan nefesi kesilmişken ağacın birine dayanarak durmak zorunda kaldı. Sırtını ağaca yasladığında, pençesine düşmemek uğruna can havliyle koştuğu kara panter tam karşısındaydı. Hayvanın mavi gözleri, kadını olduğu yere mıhlarken içindeki panik durulmaya başlamıştı. Boğazına oturan yumruyu indirmek için yutkunurken hayvan ağır adımlarla kendisine doğru geliyordu. Her bir adımında insan suretine bürünürken kadını bir duygudan başka bir duyguya sürükleyerek…

 Aralarında hiç mesafe kalmadığında, adam sanki kadının tüm oksijenini kendine çekmişti. Naz, derin nefesler alırken adam üzerine doğru eğiliyordu. Bir elini, kadının başının üstünden ağacın gövdesine yaslamışken diğer eli kadının yüzüne yönelmişti. Başparmağı bir oyunbozan gibi kadının dudaklarının üzerinde gezinirken kadın gözlerini kapatmıştı. İçindeki karmaşık hislerden kurtulamıyordu. Şu an hiçbir şeyi bilemiyordu. Tek bildiği şey, kendisi ne kadar giyinikse adam o kadar çıplaktı!

 Adamın içine işleyen fısıltısına karışan nefesi kulaklarına doldu. “Ne o, hoşuna gitmedi mi?” diyen ses benliğini sararken, tınısından adamın gülümsediğini anlamıştı.  Muhakkak asaplarını bozan gülümsemesi olmalıydı yüzünde. Ama o gülümseyişi görmek istemiyordu! Böyle hissetmek istemiyordu! Adamın varlığından bu derece hoşnut olmak istemiyordu! Gözlerini açmak istemiyordu!

 Kalbinin atışı kulaklarında gümbürdüyordu sanki. Öyle gürültülüydü ki bu ses, onu korkutmaya başlamıştı. Giderek daha da şiddetlenirken derin nefesler almaya devam ediyordu ve korkuyla gözleri açıldığında, farkında vardığı tüm gerçekliklerle gözlerini açtığına binlerce kez şükretti. İki kişilik yatağında, sanki yatağı çok küçükmüşçesine büzüşmüş, yorganını çenesine kadar çekmiş masumca uyurken nasıl oluyordu da kâbusuna kadar sızabiliyordu bu adam? Ayaklarını iyice karnına çekerken kâbusundaki soğuk havayı bu derece hissetmesinin sebebinin de odasının eksilere oldukça yakın olan sıcaklığı olduğunu düşündü. Elini burnuna götürdüğünde buz gibi olduğunu hissetti. Aman ne hoş!

 Odasını dolduran gürültüyle yatağında irkildi. Kulak kesildiğinde kapısının çalındığını fark ederek isteksizce yatağından kalksa da bedeni sıcak yatağında kalmak için direniyordu. Pufunun üzerindeki sabahlığını kalın pijamasının üzerine geçirerek odasından çıktığında odasının diğer odalardan daha sıcak olduğunu fark etti. Hadi ama daha eylül ayının sonlarıydı! Duvardaki saatine gözü takıldığında saatin dokuza yaklaştığını gördü. Soğuk bir pazar sabahında gününü aydınlatmak suretiyle kapısının önünü şenlendiren zatı muhterem, anlaşılan kendisini rüyasında görmüş olmalıydı! Kapısını açtığında karşılaştığı kişi ne kadar onu rüyasında görmemiş olsa da Naz’ın onu rüyasında görmüş olması yeterliydi.

 Yağız kısılmış mavi gözleriyle kapısının önünde dikilirken, Naz yerinde huzursuzca kıpırdandı. Bu bakışları rüyasında da görmüştü! Ve sonrasında dudaklarında beliren bu yerçekimine inat yukarı kıvrılış…

 “Ne o, gece boyu kediler mi kovaladı?”

 Adamın bunu neden söylemiş olduğunu anlamasa da sinir bozucu bir şekilde doğru tahminde bulunmuştu. Daha uyanamamışken adamın bu söylediğine cevap vermeyecekti. Dün adama kendince hakaret etmiş olduğu gerçeğinin verdiği pişmanlıkla uykuya dalınca kocaman kediler tarafından kovalanması normaldi. Gerçi yakalandıktan sonra olanlar normal ve hayra alamet değillerdi. Adam kâbuslarında bile onunla dalga geçerken, o koca kedi tarafından saldırılmayı tercih ederdi. Dişlerini sıkarak “Bugünün pazar olduğunu göz önünde bulundurursak, horozlar bile ötmeye üşenmiş, kedilerse henüz uykularının orta yerindeyken seni benim kapıma getiren nedir?” diye mırıldandı.

 “Anlaşılan o ki dün yaptığımız sohbetin içeriğindeki kediler haricinde hiçbir şeyi hatırlamıyorsun. Senin dışında pazara gitmek için herkes hazır. Gülbahar teyzeden arabayı aldım, umarım benzin alıp gelene kadar sen de hazır olursun Nazlı Öğretmenim,” diyerek elindeki paketi uzatmıştı adam. Eline tutuşturulan paketi açmadan, önce paketin sıcaklığını hissetti. Çatık kaşlarla paketi açınca şaşkınca bakakaldı.

 “Ne o, hoşuna gitmedi mi?” diyen adama şaşkın bakışlarla bakıyordu. Rüyasında da Yağız tam olarak bunu söylemişti. Hem de bu ses tonuyla! “Hayır, şey… Şaşırdım biraz. Teşekkür ederim,” diyerek başını hafifçe sallamış ve kendine gelmeye çalışmıştı. Paketin içinde fırından yeni çıktığı belli olan birkaç tane poğaça vardı ve misler gibi kokuyordu. Bunları, kendisini her fırsatta çileden çıkaran ve dün, tam olarak sokak kedisi demekle kalmayıp, o şekilde hissettirdiği adam getirmişti. Pişmanlığı ve utancı bir kez daha ağır basarken adamın sesiyle kendine geldi. “Ben gelene kadar hazır ol derken oldukça ciddiydim. En fazla yarım saatin var. Ne kadar hazır olamayacağını tahmin etsem de birazcık çaba harcarsın diye ümit ediyorum. Umarım kendisini aslan zanneden bir kedi gibi kapına gelmemi istemezsin zira… Kapını açtığında bir kediyle değil bir panterle karşı karşıya gelebilirsin.”

 Bu adam bunu kasten mi yapıyordu?! Rüyasındaki imgelere değinip durması ne kadar normal olabilirdi ki?! Bir de biraz önce neredeyse adamın oldukça ince davranışından kaynaklı ne kadar da düşünceli olduğunu düşünme gafletinde bulunmak üzereydi. Ayrıca… Tehdit ediliyormuş hissine kapıldı. Adamın kısılmış mavi bakışları ve dudağındaki tehditkâr gülümsemesine ek, tok ses tonuna işlenmiş ince cezp edicilik tam olarak bu anlama geliyor olmalıydı. Bu uyarılara uymadığı takdirde başına gelecekleri merak etti genç kadın ve öğrenmek için de oldukça istekliydi.

 Yağız, kadının başını sallayarak onay verdiğinde bu onaya rağmen kadının geç kalacağını tahmin ediyordu. Eğer geç kalırsa sonuçlarına da kadın katlanmak durumunda kaldırdı. Neredeyse tüm gün beraber olacaklardı ve bunu ödetmek için eline oldukça zaman geçeceği kesindi. Çabuk sinirlenen bir adam değildi ve bu özelliği ile birlikte sabrı, askerlikte oldukça işine yarardı; ama dün şaşırtıcı derecede sinirlenmenin çok yakın sınırlarına gelmişti. Belki kadının sinirini hak etmiş olabilirdi; fakat böyle bir hakareti kadının yanına bırakacak değildi. Sevgilisi çok değerli Orkun Beylere de kendisini meze yapışını saymıyordu bile… Şu dakikadan itibaren kadının her hareketi onun kendi aleyhine olacaktı ki bu ihtimalden kadının haberi olsaydı muhakkak kediler tarafından kovalanmayı tercih ederdi. Gerçi Naz, fitili ateşlenmiş dinamit lokumu gibiydi. Dinamit misali patlar mı yoksa sabrının son kırıntısını kullanıp dayanır mıydı, bilemiyordu; fakat kadının tam bir lokum olduğu görünen bir gerçekti.

 Adamın gidişinden sonra Naz, elindeki paketi mutfağa bırakarak odasına geçti ve rastgele yatağına oturduğunda yatağının karşısındaki yansımasıyla göz göze geldi. İnanamıyordu! Adama tahmini yüzünden kızmamak gerekiyordu. Kesinlikle berbat görünüyordu. Aynaya bir defa olsun bakmadan adamın karşısında bu şekilde çıkması… İnanılır gibi değildi. Oysa adam nasıl da yakışık… Hayır, bunu düşünmeyi reddediyordu!

 Bej rengi, balıkçı yaka bir kazak üzerine bacaklarını saran yağ yeşili bir pantolon giydi. Yüzünü hafifçe renklendirmek adına yola çıktığı makyajı, dışarıdan doğal gibi görünse de profesyonelce yapılmıştı. Bir de en yakın zamanda Amerika’dan fondöten alışverişi yapması gerektiğini not etmeliydi. Gözü saatine takıldığında adamın lütfettiği saatin dolmasına on beş dakika kaldığını fark ederek hızla saçlarıyla uğraşmaya başladı. Uzun uğraşları sonunda saçıyla baş edemeyeceğini anlayarak, onları özenli bir balerin topuzuna hapsetti. Mutfağa giderek, Yağız’ın getirdiği hâlâ sıcak olan paketten birkaç lokma ağzına atarken ister istemez adama düşünceli yakıştırması yapmaktan alamıyordu kendisini ve kabul ediyordu, oldukça etkilenmiş ve hoşuna gitmişti bu hareket. Yapmış olduğu üstü kapalı tehdide rağmen hem de… Elindeki poğaçadan bir parça kopartacağı sırada tırnaklarındaki bozulmuş Fransız manikürünü fark etti. Hiçbir tehdit onu bunları düzeltmekten alıkoyamaz, kapısına koca bir panter gelse dahi bu şekilde yerinden kıpırdatamazdı onu ve bu adam kimle dans ettiğinin farkına varmalıydı artık.

***

 Söylediği saatten tam olarak on beş dakika geç kalmıştı ve Yağız, net bir ifadeyle en fazla yarım saat dediğini çok iyi biliyordu. Tamam, belki askerliğin getirdiği alışkanlıkla kendisi erken kalkmış olabilirdi. Ona biraz zaman vermek için sabah fırına gitmişti. Pazar olmasına rağmen emekçi uyanıktı; ama Naz Hanım uykunun en kıymetli kollarındaydı belli ki. Kollarını birleştirip sırtını arabaya yasladı. Onu düşünüp bir de sıcak poğaça almıştı. Tüm söylediklerine rağmen… Gülmeden edemedi adam. Sabah kapıdaki hâliyle Naz resmen, ayaz kesmiş bir sabahta sunulan sıcacık gevrek bir simit kadar cazip yanında ince belliyle ikram edilen taze demlenmiş, dumanı üstünde tavşankanı bir çay kadar davetkârdı. Uyku mahmuru yeşilleri, darmadağın koyu kahve saçlarıyla insanı günahlara davet edecek kadar tehlikeliydi. Yağız, tehlikeyi severdi. Korksaydı zaten asker olmazdı. Ve en doğal hâliyle aklını bu düşüncelere salan bu kadın, pazara gitmek için yarım saati aşacak ne gibi bir hazırlık yapıyor olabilirdi, merak ediyordu. Gülbahar teyze çoktan aşağı inmiş ve arabaya yerleşmişken, hanımefendi hâlâ teşrifte bulunmamıştı. Kapısına gidip aslan misali kükremeyi bir kenara bırakırsa kolundan tutup aşağı indirme düşüncesi daha cazip geliyordu.

 Yağız, düşüncelere dalmışken apartmanın kapısının açılmasıyla bakışlarını kapıya çeviren adam Ali, Erkan ve Sarp’la karşılaştı. Üç genç de aynı anda “Günaydın komutanım,” diyerek adamı selamlamışlardı.  “Günaydın gençler. Hayrola, bu soğuk pazar sabahı nereye böyle?”

 Sarp’ın kahveleri eğlendiğini belli eden pırıltılar saçarken Ali hariç diğer iki genç gülmüştü. Konuşansa Sarp olmuştu. “Hayırdır, komutanım hayır… Ali’ye kız bakmaya gidiyoruz.”

 Elinde olmadan üç gencin gözlerindeki pırıltıları tartarken, Ali’nin çekingenliğini fark etti. Şu an bu üç genç, duruşlarıyla can yakıcı görünüyorlardı. Az biraz da serseri… “Benim bildiğim kız bakmaya annelerle gidilirdi. Sen iki yakışıklı çapkını almışsın yanına… Sanki serserilik yapmaya gidermiş gibi bir hâliniz var. Böyle giderseniz kıza gerçekten sadece bakarsınız,” dedi gülerek. Ali mahcup bir şekilde gülümserken, Sarp “Olur mu öyle şey komutanım,  lütfen şu suratlarımıza bir bakın… Hiç serserilik, çapkınlık yapacak gibi görünüyor muyuz? Ne kadar da efendiyiz oysaki,” demişken Erkan, Sarp’ı dürtmüştü.

 “Oğlum,  yoksa biz gerçekten kıza böyle bir imaj mı veriyoruz? Ondan mı dehşete düşmüş gibi Ali sizinle mi yaşıyor, diye sordu acaba?” Ardından Ali’ye dönmüştü. “Ali, oğlum bence sen tek başına git. Biz senin saadetine hiç engel olmayalım.”

 Ali’nin kaşları çatılmış, omuzları dikleşmişti. Belli ki duyduklarından hoşlanmamıştı. “Hep beraber gidelim diye konuşmadık mı kızlarla? Ben sanki bilmiyorum, senin asıl sebebinin eve çıkıp uyumak olduğunu…”

 Erkan mağlubiyeti kabul ederek hafifçe omuz silkmişti. “En azından… Denemedim demem.”

 Sarp, Erkan’ı dürterken “Hem Yasemin de orada olacak,” derken dişlerini göstererek gülümsemişti. “Methiyeler düzüp, şiirlerine eşlik edecek yegâne aday… Edebiyatı istediğin kulvarda parçalayabilirsin, kız senin her dediğine bayılıyor.”

 “Duygularımız karşılıklı… Ben de onun söylediği her şeyden bayılıyorum,” dedi Erkan bezgince yüzünü asarken. “Neyse komutanım bizim mahcup delikanlı Ali için –eliyle Ali’yi işaret etmişti-  sabah sabah döküldük yollara… Arkadaş hatırı için çiğ tavuk yenirmiş ya hani… Benim yaptığım bu fedakârlığın yanında kesinlikle çiğ tavuk, hiçbir şey.”

 Yağız, göz ucuyla saatine baktı. Söylediği saatten yirmi dakika geçmişti. Bundan sonra yapacaklarından kendisi sorumlu değildi. Dikkatini dağıtmak için, konuşma sırasını Erkan’dan almış olan Sarp’a odaklandı.

 “Hani komutanım, sana söylediğim şu telefonumda çalan melodiyle ilgili bir iddia meselesi vardı ya işte onun sebebi bu. Ali’nin hoşlandığı kız; Öyküm… Bizim Ali gibi o da pek bir mahcup... Baktım iki mahcup bir ipte oynamaz. Ben de tüm ipleri ele aldım. Ali’ye dedim ki; ben, Öyküm’ün yanındaki kızı iki dakikada tavlarım, senin kızın da seninle muhabbete girmesini sağlarım. Sana da o kızı ayarlarım. Ali tabii yapamazsın bay seksi, dedi. Ve işte o an kaybetti. Çünkü ben Öyküm’ün arkadaşı İlknur’u daha o dakika gözünden anlamıştım, sürekli beni kesiyordu. Tabii o aralar bu şarkı çok konuşuluyor, arkadaşlar da şarkıyla beni çok özdeşleştirmiş sağ olsunlar. Güya Ali Bey, bir şarkıyla benim karizmamın bozulacağını düşündü. Biz de o an iddiaya girdik. Ben kızı ayarlayana kadar melodiyi koyacaktım, eğer ayarlayamazsam okul hayatım boyunca melodi kalacaktı. Tabii ben melodiyi koyar koymaz İlknur bana laf attı. Bende boş olmaz. Atılan lafın karşılığında bir sohbet başlattım. Sonra bir bakmışız, Öyküm, Ali, İlknur ve ben hep birlikte aynı masada sohbet ediyoruz. Tabii Ali ve Öyküm de böylelikle tanışmış oldu. Ali’ye manita yapacağız derken ben de nasiplendim yani anlayacağın komutanım. Şimdi bir sorunumuz kaldı. Benim bu kızı Ali’ye ayarlamam lazım. Yoksa ben bu melodiyle aynen devam. Gerçi o problem değil. Ama asıl şimdi Ali’nin bir sorunu var. Erkan’ın aklına uymuş bizim oğlan, kız çok ürkek sakın söyleme öğrenci evinde kaldığını, eve asla getiremezsin falan diye…”

 Erkan “Oğlum yalan mı?! Kız pek bir ürkek ceylan… Kendisi demedi mi çekine çekine sen de mi onlarla kalıyorsun diye? Tabii senin yanında bizim Ali’yi avcı zannetti. Be mübarek, insan şu surata bir bakar. Avcı olacak tip var mı bu adamda? Ava gitse avlanır be,” diyerek Sarp’ın sözünü kesmiş ve Ali’nin yüzünü göstermişti. “Hem kızı eve atacaksan şöyle yapacaksın böyle yapacaksın, diye taktik verip ustalığını konuşturan ben miydim?”

 Ali en sonunda dayanamayıp sitem etmişti. “Ya ne eve atması?! Ben bu kızı seviyorum millet! Karşısına geçince ağzım dilim kuruyor, elimi ayağımı koyacağım yeri şaşırıyorum. Azıcık onunla vakit geçirip kendimi ifade edebilsem, yeter bana.”

 “İşte… Aşk mevzu bahisse cevapları bay sekside aramayacaksın evlat. Aşkın hikâyesini durmaksızın feryat eden bülbüle değil, sessiz sedasız can veren pervanelere sor,” diyen Erkan doğru bir tespit yapmanın verdiği tatminle gülümsemişti. Ama Sarp’tan karşılık alması gecikmemişti. “Sen benim aşktan anlamadığımı mı söylemeye çalışıyorsun? Hiçbir kadın beni kendisine âşık edemediyse suç benim mi?”

 Erkan, Sarp’ın bir anda savunmaya geçmesine gülmeden edemedi. “Ben sana hiçbir şey söylemeye çalışmıyorum. Mevlana söylemiş vakti zamanında…” Sarp alınmış gibi konuşmaya başladı. “Burada türlü türlü çözümler sunan bülbül varken gitti seni dinledi bu çocuk… Şimdi bir ablayla enişteyi nereden bulacağız biz bu çocuğa pervane Erkan?” demiş ve Yağız’a dönmüştü. “Komutanım bizim Ali, Erkan’a uyup kızı öyle ürkek ve korkmuş görünce burada ablası ve eniştesiyle beraber yaşadığını söylemiş de… Şimdi işin içinden çıkamıyoruz.”

 “Ee be Ali’m. Madem bu kıza âşıksın, derdin Sarp’ınki gibi de değil, ne yalan söylersin ki kıza,” derken Yağız yan gözle Sarp’a bakmış ve gülmüştü. Sarp da Yağız’ın sözlerinin devamını getirmişti. “Hadi söyledin de neden sürdürebileceğin bir yalan söylemedin ki? Sen kim yalan söylemek kim?”

 “Eh ne yapalım herkes anasının karnından senin gibi, kafasında bin tane tilkiyle doğup, bin tanesinin de kuyruğunu birbirine değdirmeme potansiyeline sahip olarak, kızlar arasına salıverilmiş olarak gezinmiyor,” diye Sarp’a takılmadan edememişti Erkan. “Ee bazı şeyler genetik miras… Sonradan zorlasan da olmaz,” diyen Sarp da Erkan’ın dediklerini kabul etmişken bir anda donakaldı ve  “Millet buldum. Yemin ederim buldum,” diye mırıldanmıştı gözleri bir yere odaklanmışken. Yüzünde çapkın bir gülümsemeyle yaklaşan odağını takip ederken başıyla işaret etti. “Hadi oğlum yine iyisin. Eniştesi bu kadar karizma –o esnada Yağız’ı göstermişti- ablası da bu derece güzel olan bir adam oluverdin bir anda,” derken tüm gözler Sarp’ın baktığı yöne çevrildi.

 Naz, aceleyle merdivenlerden inerken gençlerin yanına ulaştı. Yağız’la göz göze geldiğinde adamın kendisini tarayan bakışlarıyla karşılaşsa da yüz ifadesi hiçbir duyguyu belli etmiyordu. “Üzgünüm biraz geciktim,” derken ellerinin dış yüzeyini havaya kaldırarak parmaklarını oynattı. “İşim biraz uzun sürdü.”

 Adam, kadının oynattığı parmaklarına baktığında tırnaklarındaki frenchler dikkatini çekti. Başka bir erkek olsa belki bilmezdi; ama bir kız kardeşe sahip olmak ki onunla sınırlı zaman geçiriyor dahi olsan, bazı şeyleri bilmeni sağlıyordu. Demek kadın savaş boyalarını sürmüştü. Kendi savaş boyalarının bu kadar göze hoş gelmeyeceğinden adı gibi emindi Yağız.

 “Günaydın çocuklar. Nasılsınız?” diyerek çocukları selamlamıştı genç kadın.

 Sarp, hâlinden memnun, havada asılı kalan sırıtışıyla Naz’ı selamlamıştı. “İyiyiz hocam, hatta çok iyiyiz. Size sormamıza gerek bile yok, mükemmel görünüyorsunuz.” Erkan, Sarp’tan konuşmayı devralarak “İyi ki buralara kadar gelmişsiniz de Kars’ın bu ayazına, İstanbul Boğazı’nın büyüleyiciliğini getirmişsiniz,” diye devam etti.

 Ali’nin gözleri derdine derman bulmanın mutluluğuyla ışıl ışıl olmuş bir hâlde, arkadaşlarının iltifatlarına bir yenisini ekledi. “Ah, hocam iyi ki yolunuz buralara düşmüş de zavallı çaresiz bir öğrenciye en muhtaç olduğu anda Hızır gibi yetişmişsiniz.”

 “Hocam bu arada board sözümü hatırlatmak isterim tekrar,” diye atıldı Sarp.

 Duyduğu şeylerden hoşnut olan Naz, ufak bir kahkaha atarken Yağız’ın keskin bakışlarıyla karşılaştı.  “Sözün aklımda, merak etme. Cheshire kedisi gibi sırıtmana lüzum yok.” Yağız bu kez dayanamamıştı. “Sokak kedisi, mart kedisi şimdi de Cheshire kedisi, öyle mi? Bakalım bundan sonra ne var?”

 “Ama komutanım, Naz Hocam doğru söyledi. Sarp’ın da Alice Harikalar Diyarı’ndaki pis sırıtışlı kediden kalır yanı yoktur. Olur olmadık yerde belirip, olur olmadık şeyler söyleyip durur,” demişti Erkan.

 Sarp arkadaşına tek kaşını kaldırıp baktıktan sonra “Bir tek, o olur olmadık şeyler söyleyerek, sırıtan kedi, her yerde sizin kı…” derken susup Naz’a baktı ve boğazını temizledikten sonra lafını “…Yani paçanızı kurtarıyor başkası değil, hatırlatırım,” diyerek tamamladı.

 Naz ellerini ovuşturarak hızla konuşmaya başladı. “Çocuklar, sizin sohbetinize doyum olmuyor; ama benim bir an önce arabaya binmem lazım. Yoksa burada donacağım.”

 Yağız, Naz’ın başka hiçbir şey söylemesine fırsat vermeden arkasında kalan ön kapıyı açtı. Naz “Teşekkür ederim,”diye mırıldanırken o da dişlerinin arasından “Rica ederim,” demeyi ihmal etmemiş ve kapıyı kapatmıştı.

 Ali  “Peki, bize yardım etmesi için Naz Hocayı nasıl ikna edeceğiz?” diye hayıflandı. Yağız sinsi bir ifadeyle delikanlılara dönüp futbolcularına taktik veren teknik direktör edasıyla onlara doğru hafifçe eğildi. Her birinin gözlerinin içine baktı ve dudağının bir köşesi yukarı doğru kıvrılırken bakışları Ali’nin bal rengi gözlerine kitlendi. “Sen hiç merak etme. Enişten olarak, Naz ablanı ikna etmesi benden...”

 ***

 “Gülbahar teyzeciğim, gecikme için senden özür dilerim,” diyen Naz’ın laflarını kendine göre, arabayı çalıştırarak vitese takan Yağız tamamlamıştı. “Nazlı Öğretmenim henüz buranın çetin şartlarına alışamadığı için …”

 Arka koltukta oturmakta olan Gülbahar teyze, onaylarcasına başını sallamıştı. “Tabii oğlum, tabii… Hem şuncacık kızcağız sen kalk İstanbullardan Karslara gel.  Alışması için zaman lazım.  Aman, sen ona yardımcı ve göz kulak oluver Yiğit oğlum, buralarda böyle tazeyi görüp de tek bırakmazlar… Biz de Hasan amcanla kol kanat gereriz; ama biz yaşlıyız nihayetinde. Hem sen asker adamsın.”

 Yağız, şoför koltuğundan Naz’a bir bakış atmış ve yamuk bir gülümsemeyle dikkatini tekrar yola vermişti. “Tabii teyzeciğim, her zaman canla başla… Sen hiç merak etme.”

 Naz, sesini çıkarmadı; çünkü adama meydan okuyayım derken yaşlı kadını tamamen unutmuştu. Bir an gülümsemesine kaydı bakışları. Gülbahar teyze, kurda kuzu emanet ettiğinin farkında değildi anlaşılan! Adam radyoyu açarken aynı anda onun fısıldayan sesini duydu.

 Hatta her sabah o çok sevdiği frenchi bile yaparım, bizzat… Maksat, Nazlı Öğretmenim Kars’a alışırken bizi beklemekten dondurmasın,” derken adam, genç kadının dudaklarına varla yok arası bir bakış atmıştı. Ama bu Naz’ın gözünden kaçmamıştı. Kaşları çatılırken sesini adamın yaptığı gibi kısık bir tonda tutmaya çalıştı. “Ne münasebet? Ne demeye çalışıyorsun sen?”

 Adamın yoldan bir an için ayırdığı bakışları tüm cevapları saklıyor gibiydi. Ama dudağındaki karizmatik tebessüm her şeyi ele veriyordu. “Ne demeye çalıştığım açık… Amacım soğuktan donmamak. Sen ne anladın ki?”

 Kızgın ses tonunu saklayamayan Naz, en azından açık olan radyonun sesinden Gülbahar teyzenin konuştuklarını duyamayacağına güvenerek konuşmaya başladı. “Sözlerinin arkasında hep ikinci bir mana var, değil mi Yüzbaşım? Beynim senin zannettiğinden kıvraktır ve çok iyi anlıyor ne demek istediğini.”

 “Kalbimi yaralıyorsun; ama Nazlı Öğretmenim. Soğuktan donmamak dışında ne gibi bir şey kast etmiş olabilirim? Sayende ben de şu an söylemek istediğim şeye oldukça yabancılaştım.”

 Bu adamın aptal olmadığına emindi; ama aptal rolü yapmak konusunda oldukça iyi sayılırdı. Yüzündeki gülümseme olmasaydı tabii.

 “French kelimesine yüklediğin diğer manayı kast ediyorum,” dedi bezgince. Bir ilkokul öğrencisine okuma yazma dersi veriyormuşçasına açıklayıcıydı; ama maalesef ki bu adam, o miniklere gösterdiği sabrı hak etmiyordu.

 “Hani siz kadınların şu tırnaklarınızın ucuna beyaz oje sürerek yaptığınız şeylere french diyorsunuz, değil mi? Yanılmıyorum?” dedikten sonra kısa süre de olsa ışıldayan mavi bakışlarını, kadının yeşilleriyle buluşmuştu. “Merak ettim. Sen neyi kast ettiğimi düşündün?”

 Naz önce bir şey söylemek istercesine dudaklarını araladıysa da sinirle tekrar kapattı. Dudaklarını kemirir gibi dişlerini alt dudağına geçirmişti. İçinden bir şeyler söylemek geliyordu; ama Gülbahar teyze yanlarındayken söyleyecekleri hoş karşılanmayabilirdi. Kendini tutamayarak tekrar ağzını açtı ve derin bir nefes verirken sözlerinin öznesini değiştirdi.

 “Gülbahar teyze sen neden öne oturmadın?” diye sordu. Aslında bu soruyu ilk başta sormalıydı. “Ah kızım, öne oturunca yol üstüme üstüme geliyor. Boğuyor beni,” cevabını alan Naz, yaşlı kadının duyamayacağı ama yanındaki adamın çok net duyabileceği şekilde, bıkkınlıkla “Beni de,” diye mırıldanarak kollarını kavuşturdu. Gülbahar teyzenin direktiflerine göre, adamın yönlendirdiği arabanın camından dışarıyı izlerken adamın keyifle mırıldandığı şarkı üzerine meşgul tutmaya çalıştığı zihnini durdurdu.

 Yanlış duyuyor olmalıydı. Adam keyifle bir şarkı mırıldanıyordu; evet. Şarkı Fransızcaydı, o da tamam. Şaşırdığı kısım ise adamın aksan ile birlikte şarkının sözlerini ezbere bilen biri gibi değil de o dile çok hâkim biri gibi eşlik edişiydi. Zihninin böyle bir sonuç çıkarmasına şaşırarak bir süre adamın mırıldanışını dinledi. Uyduruyor olmalıydı. Kesinlikle! Bu adamın Fransızca bilecek hâli yoktu ya. Kendisine de an itibariyle gün doğmuştu.

 “Ne o, Yüzbaşım? Fransız manikürü bildiğin kadar Fransızca da mı biliyorsun, yoksa taklit etmek de karşındakiler anlamayınca bir nevi bilmek oluyor diye mi düşünüyorsun?”

 Adam mırıldanışını yarıda kesmiş ve göz ucuyla kadına bakmıştı. Dudaklarında o, bir şeylerin peşinde olduğunun alarmını veren gülümseme vardı ve görülmeye değerdi. Anlaşılan o ki bir yerden vurmaya hazırlanıyordu. “Taklit etmek mi? Taklit ettiğimi nereden çıkardın?”

 “Fransızca bilen birine benzemiyorsun,” dedi açıkça Naz. Aslında bu adam herhangi bir dil biliyor olabilirdi; ama Fransızca konuşacak ince yapıda bir adam gibi görünmüyordu. Bu laflarının üzerine adam bir şeyler fısıldamıştı. Naz’ın tam olarak anlamadığı ama Fransa’da vakit geçirmenin verdiği kulak aşinalığıyla Fransızca olduğuna karar verdiği şeyler… Ve sesinin tınısı da bir o kadar etkileyiciydi. Adamın dikkati yoldayken, genç kadın şaşkınca adamın profiline baktı. Yalan söylüyor olabilirdi. Sonuçta adamı ne zamandır tanıyordu ki? Ama… Adamın söyleyişinde hiç tutukluk olmamıştı ve tavrı gayet doğaldı. Kadının düşüncelerinin inatla tersini kanıtlıyor gibiydi. Adam, kadının düşüncelerini anlamış gibi bu kez de söylediklerinin Türkçesini mırıldandı.

 “Fransızca bilen biri sence nasıl görünür, matmazel?”

 ***

 Pazar yerine ulaştıklarında, herkes arabadan inerken Yağız göz ucuyla Naz’a baktıktan sonra çevrenin değişen tavırlarını fark etti. Bunun nedeni Naz’ın giyiniş tarzı ya da güzelliği değildi. Evet,  bunlar da birer nedendi; ama adama göre asıl neden kadının yapmacıksız sergilediği havalı tavırlardı. Bunları öyle bir doğallıkla yapıyordu ki kadını havalı yaparken hoppa görünmemesini sağlıyordu. Bu tavırları ılgıt ılgıt eserken çevresini de sarıp sarmalıyor bu yüzden de şımarık hareketler yaparken dahi seyredende kadının sempatik olduğuna dair izlenim bırakıyordu ve kendilerine doğru dönen bakışlardan bunu anlamak hiç de zor değildi. Aksi gibi Yağız bu durumdan oldukça rahatsızlık duymuştu. Gülbahar teyze ve Naz sohbet ederek pazara girerken, o da hemen arkalarında geçit vermez yalçın bir dağ gibi dikilerek, iki bayanın da himayesinde olduğunun sinyallerini veriyordu. Kısa süren tezgâh gezmesi ardından Gülbahar teyze durmuş ve tezgâhtaki sebzeleri incelemişti. “Bak Sadenaz kızım, şuradaki kıvırcıklardan alalım taze görünüyorlar.”

 Kadının pazar alışverişine alışkın olmayan hareketlerini uzaktan seyreden Yağız, hâlinden oldukça memnundu. Çok tatlı olduğu aşikârdı. Dik kafalı, dediğim dedik ve çokbilmiş tutumundan, kendisine kafa tutarken yeşil alevlerle tutuşan gözlerinden etkilenmediğini söylerse, taş olması muhtemeldi. Tabii şımarık ve ön yargılı tavırlarına söyleyecek bir şeyi yoktu. Kendisini henüz tanımazken Fransızca bildiğine ne gerekçeyle inanmamış olabilirdi ki? Kadının kafasında kendisiyle ilgili oluşan ön yargı, belli ki adama Fransızcayı yakıştıramamıştı. Kadının o acemi hâlini izlerken kendisini daha fazla tutamadı. “Daha önce hiç pazarda bulunmadın, değil mi?”

 Müşteri çekmeye çalışan tezgâhtarların ve alışveriş yapmaya çalışan müşterilerin gürültüsü arasında kadın adamın ses tonunu rahatlıkça seçti. Ne de olsa bu sesi ona kimse unutturamazdı. Başını adama bakmak için uğraştığı tezgâhtan kaldırdığında yanından geçmekte olan birkaç kişiyi fark etti. İki genç kız ki yirmili yaşlarının ortasında evlenme yaşına gelmiş gibi görünüyorlardı, yanlarında da yaşlı bir kadın vardı. Hepsi alenen Yağız’a bakıyordu. Hem de hiç utanmadan kıkırdaşarak. Açık seçik! Onlara söylemek istediği iki çift kelamı vardı Naz’ın.

 Bu adamın içi onu dışı diğerlerini yakıyordu belli ki!

 Bakışlarını adama çevirdiğindeyse adamla göz göze geldi. Belli ki Yağız kendisine çevrilen bakışların farkında değildi.  Şimdi bu adama ne cevap vermeliydi? Yüzündeki duyguları incelemeye çalıştı. O eğri gülümseme yüzünde değildi. Odağını kendisine çevirmiş oldukça ilgili gibi bir hâli vardı. Ama bu durum onu kandıramazdı. O da adam gibi manaları çarpıtabilirdi. “Bulunmuşluğum var,” diyerek kısaca cevap verdi.

 “Sorduğum soru tam olarak bu manaya gelmiyordu. Daha önce hiç pazar alışverişi yapmış mıydın, diye merak etmiştim; ama belli ki…” derken sözleri Naz tarafından bölündü. “Belli ki bazı şeylere farklı manalar yüklemek, yalnızca senin yapabildiğin bir şey değil. Sen bana daha önce pazarda bulunup bulunmadığımı sordun, sanıyorum.”

 Demek ki kadın hâlâ kelimelere yüklenen farklı manalarda takılıp kalmıştı. Onun için bunun sakıncası yoktu. French ile neyi kast ettiğine karar vermek için istediğini düşünebilirdi.

 Naz’ınsa o günler gelmişti aklına. “Orkun beni okula bırakırken kestirme olduğunu düşündüğümüz yolda pazar kurulduydu ve biz azimle içinden geçmeye çalıştık. Bir adamın taşıdığı tezgâhın içindeki otların bir kısmı arabanın açık olan camından Orkun’un üzerine dökülmüştü ve birkaç gün hiç durmadan kaşınmıştı. Meğer otlar ısırgan otuymuş,” derken kadın kendi kendine konuşur gibi mırıldanıyordu. O günleri, öğrencilik yıllarını özlemişti. İstemsizce bir iç çekerken tekrar sebzelere yöneldi.

 “Otlar ısıracağı adamı biliyormuş,” diye mırıldanan Yağız’sa kadının iç çekişinden nedense rahatsız olmuştu. Kadının sevgilisini özlemiş olması gayet doğal bir durumdu; ama bu durumdan Yağız’ın rahatsız olması doğala oldukça aykırıydı. “Bir şey mi dedin?” diyen Naz, bakışlarını tezgâhtan ayırıp adama çevirmişti.

 “Pek fazla pazar tecrüben olmadığı belli, diyorum. Sanki pazarda değil de AVM’de geziyor gibisin.”

 “O nasıl oluyor?”

 “Öyle vitrinlere bakıp zaman geçiriyor gibi… Şu elbisenin kırmızısı var mıdır? Bu etek aldığım bluzla uyar mı? Ay şunun altına diğer mağazada gördüğüm, uğruna deli olunası ayakkabıları da alsam süper olur. Gibi… Ama eminim ki şu anda giysi alışverişine kafa yorduğun kadar dikkatle bakmıyorsundur tezgâhlara…”

 “Ne yani, benim kıyafetten anladığım kadar sebze meyveden anlamadığımı mı söylemeye çalışıyorsun?” derken Gülbahar teyzenin sesiyle yaşlı kadına döndü. “Kızım bak şuradaki pancarlar da güzelmiş, onlardan da alalım azıcık.”

 Adamın bakışları üzerindeyken kendisini çok rahatsız hissediyordu Naz. Sanki diken üstündeydi. Adam yanlış yapacağı anı kolluyordu ve her nasıl oluyorsa o yanlış, birden adamın sözlerinde dallanıp budaklanıyordu. Eline aldığı poşetin içerisine biraz daha açık renk ve taze görünen pancarları doldurmaya başladı. Ama bu kez olmayacaktı. Sebze seçmekte nasıl bir zorluk olabilirdi ki? Adamı tam arkasında hissettiğinde konuşmaya başladı. “Sebze seçmek zor bir şey değil Yüzbaşım. Biraz önce anlamadığımı mı ima etmiştin?”

 “Hiç öyle şey ima eder miyim? Gayet de iyi anlıyorsun. Baksana Gülbahar teyzenin sana almayı söylediği şeyin en körpesini…” elini sebzelerin üzerine konulmuş fiyat yazan kartona götürüp “…Ve en pahalısını seçtin; ama bir de turp yerine pancar alsaydın, tam nokta atışı yapacaktın.”   

 ***

Kısa bir süre sonra pazar arabası Gülbahar teyzenin direktifleri ve Yağız’ın da yardımlarıyla dolmuş ve taşmıştı; ama Naz için durum pek parlak değildi. Oldukça yorulmuş ve üşümüştü. Biraz daha ıslak ve soğuk meyve sebzeye ellerini değirmek zorunda kalırsa parmakları parçalanıp dökülecekti ki ellerine bulaşmış toprağı saymıyordu bile. Ellerini birbirine sürttükçe küçük parçalar hâlinde dökülüyorlardı. Şu an sıcacık bir duş için neler vermezdi?!

 Gülbahar teyzeye baktığında hâlâ tezgâhlara göz attığını fark etti. Yaşlı kadın, yıllarının mutfak tecrübesini konuşturmuş, iki evin birden alışverişini yapmıştı. Naz da onun söylediklerini alıp parayı ödemişti. Yağız’sa kendisi için çok fazla bir şey almıyordu. Naz bunlarla uğraşmak zorunda kalsaydı, bir gün boyunca buradan çıkamayacağına emindi. Gülbahar teyze kendine bakıldığını anlamış gibi Naz’a baktı. “Nazlı kızım, bak şu tezgâhtaki pazılar çok güzel. Hem kendine hem bana al da bir gün seninle pazı sarması yaparız,” deyip Naz’ın eline para tutuşturmuştu. “Sonra da şuradaki kartol tezgâhının orada buluşuruz, tamam mı çocuğum? Hem sen de çok üşüdün. Burnun kıpkırmızı olmuş. Dört koldan halledelim de bir an önce gidelim,” demişti.

 Her bir pazar tezgâhından kendi mallarını öven pazarcıların sesi yankılanırken, Naz da Gülbahar teyzenin gösterdiği tezgâha dönüp izlemeye başladı. Tezgâhta türlü türlü yeşil yapraklı sebze bulunuyordu. Birkaç kilo pazı almak, ne kadar zor olabilirdi ki? Bir pazarcının “Kuzu ıspanak, kuzu buuu kuzuu. Gel gel, manken ablaların baktığı kuzu ıspanağa geeelll. Yiyen bir pişman yemeyen biiiinnn. İster seyret, ister pişirrrr,” diye bağırdığını duydu. Bugün belli ki Naz hariç herkes havasındaydı. İsteksizce tezgâha doğru yürürken kulağına ufak kahkahalar geliyor ve kendisini izleyen bakışlara maruz kalıyordu. Pazarda mutfak alışverişini yapan sade bir vatandaşta bu kadar dikkat çeken ne vardı da insanlar kafalarını çevirip bakıyordu şimdi? Eliyle yeşil yaprağı incelerken ki o an yaptığını yaprağın tazeliğini kontrol etmek olduğunu düşünmeyi tercih ediyordu, Yağız’ın çevresini ne kadar çok doldurduğunu düşündü. Çünkü birkaç dakika önce, adam yanındayken hiçbir bakış kendisine çevrilecek cesareti bulamıyordu.

 Elini bir diğer bağa götürüp incelediğinde, kulağına dolan bir başka kahkaha sesiyle bakışlarını aniden kaldırdığında az uzağında kendisine bakıp sohbet eden birkaç adamla karşılaştı. Derin bir nefes alarak bakışlarını baktığı yerden kaçırdı. Pazılar mutlaka bir başka tezgâhta daha olmalıydı!

İzlendiğini hissettiği her bir dakikada, kalabalığın içinde adım atmaya uğraştığında gerildiğini hissediyordu. Çünkü ne Gülbahar teyzenin işaret ettiği patates tezgâhını görebiliyordu ne de Yağız’ı. An itibariyle küçük bir çocuk gibi pazarın ortasında kaybolmuş gibi hissediyordu. Kirli, üşümüş, korkmuş, küçük bir kız çocuğu gibi… Korkulacak bir şey yoktu; ama sinirleri ve bedeni yorulmuşken şu durumu da hiç yardımcı olmuyordu. Altı üstü bir pazar alışverişiydi. Birisi bu hâlini görse gülerdi. Fakat… O alışkın değildi işte. Ne vardı sanki bir AVM’ye gidip her şeylerini oradan alsalardı. Hafifçe parmak uçlarında yükselerek Gülbahar teyzeyi görmeye çalışsa da başarılı olamadı. Sürekli kendisine çarpan insanlar yanından geçerken gözleriyle süzmeyi ihmal etmezken içini bir panik dalgası sardı. Gözler üzerindeyken aksi de pek mümkün değildi. Kalabalığı yarmaya çalışarak birkaç adım daha atmıştı ki sert bir erkek eli elini kavramıştı. Elini çekmeye çalışarak yürümesine engel olan elin sahibine döndü ve o an, kesif bir rahatlama doldurdu içini. Gözleri dalgalı denizler gibi çalkalanan mavi gözlerle karşılaşınca, içinde kabaran panik duygusu gelgitin etkisiyle çekilen sular gibi çekilerek, yerini tatlı dingin bir duyguya bıraktı ve elini adamın sıcak avucundan çekmek için hamle yapmadı. Adamın siyah kaşları çatılmış her zamanki alaycı tavrından uzak olsa da bir an sonra dudağının bir kenarı kıvrılmıştı.

 “Ne o bizi kayıp mı ettin, Nazlı Öğretmenim?”

 İçindeki panik duygusu akıp gitmişken, adamın çatık kaşlarına rağmen kıvrılmış dudakları ve iğneleyici sözleri kadını duygu kakafonisinden çekip çıkarmaya yetmişti.

 “Çocuk muyum ben, Yüzbaşım? Gülbahar teyze, pazı al dedi de onları alacaktım,” derken elini, adamın elinin hapsinden çekmek için hamle yaptı; fakat adam üzerinde bu çaba oldukça etkisiz kaldı. Naz, birleşmiş ellerine bakarken Yağız başını kaldırıp etrafa bir bakış atmış, sonrasındaysa kadına takılan bakışların dağılmasıyla o da ellerine bakmıştı. Kadın, başını bakmakta olduğu yerden kaldırdığında göz göze gelmişlerdi. “Şimdi elimi bana bırakırsan eğer, gidip şuradaki gözüme güzel görünenlerden almak istiyorum,” diyen kadın elini çekmeye çalışsa da bir kez daha başarısız olmuştu.

 “Hayır bırakmam. Sonra yine kaybolursun. Gülbahar teyze seni bana emanet etti ve ben sözünün eri bir adamım. Sonra benim hakkımda kötü düşünmesini istemem.”

 Naz, kendi parmakları arasına dolanan erkeksi parmakların varlığıyla kendisini oldukça garip hissetmişti. Kendi parmakları ne kadar soğuksa adamınkiler de bir o kadar sıcaktı ve bu sıcaklık sanki yakıyordu. Nedenini tam olarak anlayamasa da öfkeden olduğunu tahmin ettiği duyguyla kalp ritimleri hızlanırken çenesini kaldırarak inatla adama baktı.

 “Başkalarının, senin hakkında ne düşündüğünü bu kadar çok önemsiyorsan sana şunu söylemem lazım. Senin hakkındaki düşüncelerimi bilseydin, kesinlikle intihar ederdin, Yüzbaşım.”

 Adam, bakışlarını kısarak kalbi kırılmışçasına kadına bakarken mavilikleri eğlendiğini belli eden pırıltılar saçıyordu. “Acaba beni intihar düşüncesine sürükleyecek kadar yıkıcı olan o kötü fikirlerini edinmene hangi yanlış davranışım sebep oldu, merak ediyorum. Eşyalarını yerleştirmem, valizlerini taşımam veya perdelerini takmam ihtimal dâhilinde sanırım. Ama bir şeyi daha çok merak ediyorum. Benim hakkımdaki fikirlerini değiştirmek için ne yapabilirim? İntihar etmek için henüz çok gencim.”

 Adamın söylediklerinin bir kısmını es geçerek derin bir nefes verdi. “Fikirlerimi değiştirmek için, verdiğin sözü tutmaya elinle değil gözlerinle yaparak başlayabilirsin. Ayrıca… Ben kaybolmamıştım.”

 “Bence kaybolmuştun. Hatta oldukça da korkmuştun.  Ürkekçe etrafına bakıyordun.”

 Evet, belki adamın söylediklerini az biraz hissetmiş ve yapmış olabilirdi. Ama adamın söyleyişinde, tüm bunları ikna etmesine sebep olacak bir şeyler vardı. Hırçın bakışlarını ne söyleyeceğini düşünür gibi adamın göğsüne indirmişken, gözleri adamın pazılarına takıldı. Şu an montun altında gizlenmiş olan pazılara… Bakışlarını kaldırdı aniden.

 “Pazılara bakıyordum. Etrafıma değil…” derken tezgâhlardan birindeki pazıları işaret etti. Yağız, kadının gösterdiği yere baktığında bakışları kısılırken yüzündeki gülümseme iyiden iyiye genişlemiş dudaklarından ufak bir kahkaha fırlamıştı.

 “Ne o Yüzbaşım, pazılar komik bir espri yaptı da ona mı gülüyorsun? Ben otların dilinden pek anlamıyorum; ama anlaşılan sen anlıyorsun.”

 Adam bakışlarını, kadının hareli yeşillerine çevirmişti. “En az Fransızcadan anladığım kadar,” derken kadına göz kırpmış ve eklemişti. “Ayrıca… Baktıkların pazı değil, ıspanak.”

 Kadının yanakları pembeleşirken soğuk mu yoksa adamın karşısında istediğini elde edememiş olmanın verdiği sinir mi buna sebep, karar veremese de soğuğa yormayı tercih etti kadın. Adam on parmağında on marifetle donatılmıştı sanki. Kendisiyse sahip olmadığı bu yetenekler yüzünden ki bu gibi şeylerle sürekli karşılaşmak durumunda kalsa kendisinin de yapabileceğine emindi, adamla münakaşaya girip de iyiden iyiye kaybetmek niyetinde değildi. “Bu kalabalığın içinde nasıl oldu da beni buldun sen?” diyerek konuyu değiştirmeye çalıştı.

 “Son zamanlarda geliştirdiğim Temel Reis duyularımla.” Naz, adamın sözlerine herhangi bir anlam yüklemeye çalışsa da pek başarılı olamamıştı ve soracağı sorudan alacağı cevaba pişman olacağını bile bile yine de sordu. “O da ne demek, Yüzbaşım?”

 “Ben, Allah’ın kaldırıp koyuverdiği bu boyumla hem ıspanakları hem de Safinaz’ı kilometrelerce öteden tanıyabilirim. Bu, o demek.”

 Kalabalığın ortasında ayakta dikilirken, insanlar etraflarından geçiyorlardı; ama ne insanlar bu durumdan rahatsızdı ne de onlar insanları fark edecek durumda.  Naz, dişlerini sıkarak sıkıntılı bir nefes verirken kaşları çatılmıştı. “Bu kadar komik olma,” dedi dişlerinin arasından.

 “Sen de bu kadar gergin olma… Ben biraz olsun şu gerginliği üstünden atman için yardımcı olmaya çalışıyorumdur belki. Bak şu hâlimize. Sen gergin, ben komik… Ne kadar da birbirimizi tamamlayan bir çift olduk. Elmanın iki yarısı gibi…” derken birbirlerine dolanmış olan ellerini işaret etmişti adam. “Temel Reis’le Safinaz gibi.”

 “Amacın beni rahatlatmaya çalışmaksa, emin ol hiç yardımcı olmuyorsun. Ayrıca… Biz Temel Reis ve Safinaz gibi bir çifte benzemeyi bırak, onlarla hiç mi hiç alakamız dahi yok. Biz ancak Batman ve Kedi Kadın kadar birbirimize uygunuz. Kedi Kadın keskin pençelerini ne kadar Batman’a geçirmek istiyorsa ben de aynı şeyi sana yapmak istiyorum,” derken adamın tuttuğu elinin tırnaklarını çok hafifçe adamın üzerine batırdı. Pençelerini hissettirmek için…

 “Öyle mi pisicik? Bu ilişkide kedi olan taraf benim zannetsem de Kedi Kadın gibi süper kötü bir kahraman değilsin, bu konuda kendine haksızlık etme,” demiş ve kadına aralarında boşluk kalmayacak şekilde yaklaşmıştı. “Ve…  Batman’le Kedi Kadın birbirlerine ne kadar düşmansa bir o kadar da sevgiliydiler.”

 Naz’ın duyduğu şeylerle gözleri kocaman açılırken, adam yine onu bilinmezliğe sürüklemişti. Kur yapmaya mı çalışıyordu yoksa sinir etmeye mi?! Eğer ilk seçenekse gerçekten de çok yanlış bir yoldaydı.

 “Bir şey daha var. Bir anda, süper kahraman mertebesine eriştirilmek, hem de senin tarafından, oldukça hoş. Ne kadar kedileri yarasalardan daha çok seviyor olsam da,”diyen adam, Naz’ın bir şey demesine fırsat vermeden elinden çekerek pazıların olduğu tezgâha götürdü. Aslında genç kadın şaşkınlıktan ne söyleyeceğine karar vermiş durumda da değildi. Adam, pazarcıya pazı tarttırırken Naz, bir şeyleri anlamaya çalışır gibi mırıldandı.  “Sen nasıl bir adamsın böyle?”

 Adam pazarcıyı izlerken başını çevirip kadına baktı. Kadın sorduğu soruya çok yanıt bekliyormuş gibi değildi, aksine kadının yüz ifadesinde sorunun cevabı vardı. “Nasıl bir adammışım?” diye sordu adam. Cevabı kendisi de merak ediyordu.

 “Sinir bozucusun. Bazı şeyleri ciddiye almadığın çok açık. Aslında ciddiye aldığın bir şey var mı, onu da merak etmiyor değilim. Tipine bakıyorum da evet, yakışıklısın ve özgüven fazlalığın var. Bu da tahminlerime göre pek çok kadının ilgisinden ileri geliyor. Tüm bunlara rağmen sana bir konuda teşekkür ederim… Sayende hayatın bir gerçeğiyle yüzleşmiş oldum.”

 Kadının tüm lafından çekip çıkardığı tek iltifat olan yakışıklılık, oldukça hoşuna gitmişti adamın. Diğerlerine ise kulak tıkamayı tercih etmişti. “Neymiş bakalım hayatın bu gerçeği?” derken merak içerisindeydi.

 Kadının dudakları yerçekimine inat kıvrılırken gözlerinde adamla inatlaşmaya hazır olduğunu belli eden pırıltılar oynaşıyordu. “Tip her şey demek değilmiş.”

 “Bunları söylemek için çok geç kalmadın mı yenge?”

 Naz, adamla olan hararetli tartışmasına o kadar dalmıştı ki bir dinleyicileri olduğunu fark etmemişti. Bakışlarını pazarcıya çevirdiğinde, gencin gülümsemesinden, sergilenen komediden oldukça hoşnut olduğunu anladı. Anlaşılan evlere şenlik bir imaj çiziyorlardı.

 “Haklısın. Bazı şeylere ‘evet’ dedikten sonra bunları düşünmek için oldukça geç.”

 Kadının kısılmış öfkeli bakışları Yağız’a yöneldiğinde, dişlerini sıkmaktan dudakları düz bir çizgi hâlini almıştı. Adam neden böyle sürekli bam teline basıyordu ki?! Ya da… Neden buna izin veriyordu? Bu soruların cevabı henüz kendisinde yoktu.

 “Belli ki yengeye bin bir tavırla evet dedirtmişsin bey abi. Bu duruma geleceğinizi bilsen bu kadar uğraşır mıydın acaba?”diyen pazarcı da adama eşlik ederek gülmüştü. Yağız, yanındaki kadına baktığında ateş saçan yeşiller tam hayalindeki gibiydi. Buram buram öfke ve yakıcı bir ateşle… Bu manzara gerçekten de eşsizdi ve adamı heyecanlandırmaya yetiyordu. Gözlerini sanki eşine âşık bir adammışçasına kadının gözlerinden ayırmazken dudaklarından dökülen sözlere engel olmadı.

 “Pişman değilim. Yine olsa, yine yaparım.”

 Alenen iki adam da kendisiyle dalga geçiyordu. Fakat sinir bozucu olan taraf kesinlikle Yağız’dı. Gözlerinin içine mavi kıvılcımlarla baka baka kendisiyle oynuyordu. Şu an adam kendisini çileden çıkartan bir şeyler söylemeliydi. Yani içinde garip bir heyecan oluşturan bu cümlelerin tam aksi olmalıydı. Cümlelerine ek, bir de adamın yüz ifadesi vardı. Adamın gözleri sanki dilini düğümlemişti. Donmakta olan parmaklarını ısıtan adamın elleri de bu durumda etkili sayılırdı. Pazarcıya vereceği okkalı cevabı bile unutmuştu. Silkinerek kendini toparlamaya çalıştı. Belki de şimdilik sussa iyi olurdu ve bu tantana daha çabuk biterdi.

 “Pişman değilsen şanslısın bey abi. Yoksa yenge, ömür boyu başının etini yiyecek gibi.”

 Naz, kendine gelmişken hırçın bakışlarının hedefinde bu kez pazarcı vardı. Kendisi hakkında, hem de o ortamın tam ortasındayken, konuşup gülüşmek Naz’ın kendisini tutmasını imkânsız hâle getiriyordu. Belli ki kadın iki kelime etmeden bu eğlence son bulmayacaktı.

 “Bunları konuşmak için çok geç. Bana kalsa daha süründürürdüm; ama dayanamadım. Çok uğraştı. Her gün kapıma gelen gülleri ve balkonumda yapılan Fransızca serenatları saymıyorum. Hiç susmayan telefonlarımdan bahsetmiyorum bile,” derken Naz duruma ayak uydurduğu için kendini takdir etmiş, gülümsüyordu. Yağız’a bakarken gözlerindeki kızgın ışıltılar yerini kocasına âşık bir kadın misali etrafa saçılan nazarlara bırakmış, işte bu durum kesinlikle Yağız’ın nefesini kesmişti.

 “Bey abim sen kendin kaşınmışsın.”

 Yağız durumdan gayet memnun bir şekilde Naz’a bakarak konuştu. “Beni az uğraştırmadı. Bir kez EVET diyecek diye çektiklerimi bir ben bilirim.” Sonra pazarcıya doğru döndü. “Benden tavsiye, eğer gerçekten istiyorsan bırakma. Bak bana… Ben uğraşmasam yengenin gözü beni görmezdi,” diyerek parayı uzattı ve uzatılan poşeti aldı.

 “Benden de bir tavsiye, eğer kız istemiyorsa çok gözüne girmeye çalışma. Gözünü çıkarırsın maazallah,” diyen Naz da oyunundan memnun, sinsice gülümsedi. Genç pazarcının hayran bakışları altında, el ele tezgâhtan uzaklaşırlarken Naz, Yağız’ın pençelerinden elini kurtardı ve yürümeye devam etti. “Şuncacık çocuğa beni çekilmez bir kadın olarak gösterdiğine inanamıyorum. Pazarcılara da maskara olduk senin yüzünden.”

 “Çekilmez bir kadın olarak değil, dayanılmaz bir kadın gibi göründün. Hem… Neler yapmışım ben öyle?” derken Yağız’ın dudakları kıvrılmış sanki söylenilenleri gerçekten yapmış gibi yüzünde hoşnut bir gülümseme oluşmuştu. 

 “Orada biraz daha kalsaydık ben sana daha neler yaptırırdım da bakma sen,” diyen Naz, adama ufak bir bakış attı. Biraz ilerlemişlerdi ki duydukları bir sesle durdular. Sesin sahibini tamamen unutmuşlardı.

 “Nazlı kızım, Yiğit oğlum… Nihayet geldiniz,” diyen Gülbahar teyze, bir tezgâhın arkasında taburede oturmuş, dumanı üzerinde tüten bir bardak çayı keyifle içiyordu. Naz, şu an o sıcak çayı içmek şöyle dursun avuçlarının içinde tutmak için bile pek çok şey yapabilirdi. “Sizi beklerken Hayrettin oğlumla sohbet ediyordum ben de. Bak oğlum, bu benim Nazlı kızımla Yiğit oğlum.”

 Naz, yaşlı kadının işaret ettiği kişiye bakmak için döndüğünde işaret edilen adamın kendisini bir baş hareketiyle selamladığını gördü. Namı diğer Hayri, Yağız kadar olmasa da oldukça uzun bir adamdı. Genç kadın, daha önce Hayri hakkında bir düşünce içine girmediği için aslında nasıl biriyle karşılaşacağı hakkında en ufak bir fikre sahip değildi. Ama şu an görüyordu ki Hayri esmer tenli, kahve gözlü bir erkek olarak olağan bir erkek izlenimi çizse de yakışıklı bir adamdı. Naz’ın dikkatini başka bir şey çekti. Adamın bakışları…  Adam, Naz’a bakarken bakışları oldukça şaşkın olsa da yüz ifadesi bir şeylerden rahatsız olduğunu belli ediyordu.  “Yengem, sizden çok bahsetti. Şehrimize hoş geldiniz. Buralarda yenisiniz bir eksiğiniz, ihtiyacınız olursa eğer elimizden geldiğince yardımcı oluruz,” diyen Hayri, yanındaki patates çuvalını alarak tezgâha döktü ve bunu yaparken oldukça rahattı. Zaten bu soğuğa rağmen giydiği ince kazaktan şişen kasları oldukça belirginken aksi pek beklenemezdi.

 Yağız, adamı incelerken şu anki bulundukları durumdan nedensizce rahatsız oldu. Evet, adam aralarında değilken Naz’a bu adam üzerinden takılmak ve onu sinir etmek haz vermişti; ama şu an adamın kanlı canlı hâli ve Naz bir araya gelince, işin pek de eğlenceli olmadığını fark etti. Hayri, ikisini gördüğünde oldukça şaşırmıştı. Özellikle de Naz’ı görünce… Şaşkın bakışları bunu çok net anlatıyordu.

 “Aa, Gülbahar. Pazar için geç kalmışsın,” diyen sesle Naz, sesin geldiği yöne doğru döndü. Gülbahar teyzeyle hemen hemen aynı yaşta yaşlı bir kadın, tezgâhın önünde durmuş, Gülbahar teyzeye bakıyordu. Yanında da genç bir kız vardı. Neyse ki bu yeni gelenlerle, Hayri muhabbeti çok uzamayacaktı.

 “Nazlı kızım ve Yiğit oğlumla geldim pazara. Ee biz üç ailelik alışveriş yapıyoruz. Anca oldu,” diyerek Naz ve Yağız’ı gösteren Gülbahar teyze, laflarına devam etmişti. “Bu benim ahretliğim Hatice, bu da kızı Şakire.”

 Demek Nazire bu kızdı. Naz, kızı göz hapsine aldı. Ufak tefek ve oldukça tatlı bir kıza benziyordu. Aşırı olmasa da esmer bir tene sahipti ve şaşkınlığıyla karışmış ürkek ela bakışlarla o da Naz’a bakıyordu. Sonra bakışları Yağız’a çevrilmişse de bakışları hedefinde çok durmamış ve hemen başka yöne çevrilmişti. Fakat annesi Hatice, genç kızın yerine Yağız’ı süzmeye devam ediyor gibiydi. Nasıl bir adamla karşı karşıya olduklarını bilmeden adamı inceliyor olsalar da bir gerçek vardı. Yağız’ın dışı herkesi yaksa da içini Naz’a sormak gerekiyordu. Yağız, üzerindeki bakışlara rağmen nezaket yüklü gülümseyişini ve saygılı duruşunu bozmazken, Naz adama inanamıyordu. Kendisine bir kez olsun böyle mesafeli durup da nezaketle gülmemişti! Adamın şu hâliyle dalga geçebilirdi aslında; ama şaşırtıcı bir şekilde zerre kadar içinden gelmiyordu. Aksine, adama çevrilen bakışlardan kendisine çevrilen bakışlar kadar rahatsız olmuştu.

 Kimsenin duymayacağı şekilde Yağız’a sokulurken “Buradan bir an önce gidebilir miyiz?” diye mırıldandı. Yağız’ın bakışları ona döndüğünde, adamın kendisi kadar rahatsız olduğunu fark etmiş ve adam onunla aynı fikirdeymiş gibi başını sallamıştı. İkisi de sohbetten kendilerini soyutlamışken sadece konuşulanları dinliyorlardı.

 “Bir isteğin var mı Hatice teyze?” diye sormuştu Hayri ve Hatice teyze de birkaç kilo patates tartmasını söylemiş, sonrasında Gülbahar teyzeyle sohbetine geri dönmüştü.  Hayri de patates tarttıktan sonra “Yusuf, bak bakayım buraya. Hatice teyzenle Nazire ablanın elindekileri al da evlerine götür. Hadi,” demişti. Genç bir delikanlı yaşlı kadınla genç kızın elindeki tüm poşetleri alıp yola koyulmuşken Naz, bir şeyi fark etti ve bunu Yağız’la paylaşmaktan çekinmedi. “Şu an var olan eş adayın Nazire ile vedalaşsan iyi edersin,” diye mırıldanmıştı. Bunları söylerken içinde kesif bir rahatlama, dudaklarında ise güzel bir tebessüm vardı. Yağız’ın da ondan kalır yanı yoktu. Naz’a bakarken dudaklarındaki eğri gülümseme karşılarındaki manzara içindeki küçük ayrıntıyı yakaladığını gösteriyordu. “Sen de Hayri’ye pek bel bağlamasan iyi olur. Belli ki Hayri’den sana hayır yok.”

 İkisi de karşılarındaki manzaraya dönmüş, iki yaşlı kadının daldıkları sohbeti fırsat bilip kimseye aldırmadan birbirlerinden gözlerini ayıramayan Hayri ve Nazire’yi seyrettiler bir süre. Sonrasında Yağız, dikkatini başka tarafta yoğunlaştıran Naz’a baktı. Kadının bakışlarını takip ettiğinde sıkıntıyla bir tezgâhtaki karnabahar ve brokolilere dalmış olduğunu fark etti.

 “O gördüğün yeşil sebze, karnabaharın olgunlaşmamış hâli değil, brokoli. İkisini ayırt edemedin diye sıkma canını bu kadar,” diyen adamın sözleriyle kendine gelen Naz, çatılmış kaşlarıyla adama baktı. “O kadar da değil, Yüzbaşım! Ne olduklarını biliyorum. Sadece fiyatları inceleyerek piyasa araştırması yapıp vakit geçirmeye çalışıyorum. Çok üşüdüm.”

 Yağız, kadının beyazlamış tenini fark edince ciddileşti. Kendisi soğuğu çok hissetmese de kadının oldukça üşüdüğü belliydi. Konuşmakta olan iki yaşlı kadına döndü. “Gülbahar teyze, alacaklarımız bittiyse gidelim mi? Hava oldukça soğuk ve biz daha merkeze gideceğiz,” dedi uysalca. Gülbahar teyze hemen kalkmıştı. “Tabii oğlum, desenize bana. Yoksa benim lafım bitmez.”

 Gülbahar teyze önde Yağız ve Naz arkada ilerlerken kalabalıkta elverdiğince acele etmeye çalışıyorlardı. Naz, kendisine çevrilen bakışlardan rahatsızca Yağız’a sokulmuştu. Aslında bunu istemsizce yapmıştı. Artık küçük bir yerde yaşayacağını unutmaması gerekiyordu. Böyle yerlerde herkes birbirini tanır ve yabancılar çabuk göze çarpardı. Belli ki Naz, küçük yerlere ait değildi. Ne yaşantısına ne de soğuğuna… Parmaklarını an itibariyle gerçekten hissetmiyordu.

 Sıkıntıyla nefesini bıraktığında Yağız aniden durdu ve Naz’a doğru döndü. Yürümeye başladıklarından beri kadının üzerindeki yabancı bakışların farkındaydı ve kadının kendisine sokulmasına sesini çıkarmamıştı. İçinde bulundukları durumla dakikalar öncesinde eğlenirken şimdi oldukça rahatsız hissediyordu. Kadın alenen ışıldıyor ve bu ışıltıdan gözlerini kimse alamıyor olabilirdi; ama asıl sorun bundan neden Yağız rahatsızlık duyuyordu?

 “Daha çok yolumuz var mı?” diye sordu Naz sıkıntıyla. Bir yandan da ellerini hareket ettirmeye çalışıyor yumruk yapıp tekrar gevşetiyordu. Yağız, elindeki poşetlerin bir kısmını ağzına kadar dolu olan pazar arabasının kenarlarına astıktan sonra kadının ellerine uzandı. Adamın kocaman avucunda kadının elleri kaybolurken, sıcaklıkla sanki elleri yanıyormuş gibi hissetmişti kadın.

 “Parmak uçların bembeyaz olmuş. Baya üşümüşsün sen,” derken kadının ellerini ovuşturmuştu. Ardından kadının elinin birini kendi ellerine hapsederken boşta kalan eliyle de pazar arabasına yüklenmişti. “Diğer elini de cebine sok. Fazla yolumuz kalmadı.”

 Naz, elini bir türlü adamın elinden çekemedi. Adamın parmakları kendi parmaklarına dolanmışken, istemedi de. Adamın sıcaklığı buz gibi olan ellerini eritirken derin bir nefes alarak titreyişine engel olmaya çalıştı. Bu kez titreyişi soğuktan değildi; fakat bunun farkında da değildi.

 İkisi el ele yürümeye başladıklarında Yağız bu hâllerine takılmadan edemedi. Ne de olsa bu adam her gün pazarda eşi sanılan güzel bir öğretmenle el ele yürümüyordu. “Sen ne kadar böyle düşünmesen de çok etkileyici bir çift olduk. Kimse gözlerini bizden ayıramıyor. Bunu inkâr edemezsin.” Yağız’ın aklına birden apartmandaki çocuklar geldi. Yakın zamanda enişte sıfatına bürüneceği için bu gibi durumlara alışması gerekiyordu. Gerçi… Onun bu durumdan kesinlikle şikâyeti yoktu.

 “Evet, herkes senin beni zincire vurduğunu düşünüyor ve bu hâlimden oldukça etkilenmiş olmalılar. Bizi gören teyzeler hâlime acırken, amcalar benim gibi birine pençelerini geçirebildiğini düşünerek erkeklikleriyle gurur duyuyorlardır.”

 Başını çevirip kadına baktığında kadının sinirli değil aksine kendisi gibi durumdan hoşnutmuşçasına gülümsediğini fark etti. Aralarındaki bu şey her neyse, kesinlikle devam etmeliydi. “Gençleri atladın. Eminim ki onlar da beni kıskanıyorlardır. Pazarcı genci görmedin mi?”

 “Tabii genç kızlar da senin dış görünüşüne kanıp, seni nasıl ellerinden kaçırdıklarını düşünüp evlerine kapanmış, evde kaldıkları için ağlamaya başlamışlardır. Hatta hıçkırıklarını duyar gibiyim.”

 “Ben kadınlara duyarlı bir adam olarak onların gözyaşlarına üzülsem mi, seni kendime zincirlediğim için sevinsem mi, karar veremedim,” diyen Yağız durumu belli edercesine Naz’ın parmaklarına dolanan parmaklarını biraz daha sıktı.

 Naz’ın ise o sıcaklığı hissetmesi için Yağız’ın belli etmesine ihtiyacı yoktu. O sıcaklığı yeterince hissediyordu. Ama şu an bu adam kendisine zincirliydi. Ona zincirli olma düşüncesini reddediyordu. Arabanın önüne geldiklerinde, Gülbahar teyze arabaya binerken, Naz Yağız’a doğru döndü ve hâlâ onun elini tutuyordu.

 Adam, Naz’ın  öpülesi dudaklarındaki tomurcukların gülümsemeye dönüşmesini izlerken Gülbahar teyze de yüzündeki ‘Ben zaten, böyle olacağını biliyordum,’ gülümseyişiyle hâlinden memnun bir şekilde bu gençleri izliyordu. İkisi de onun varlığını tamamen unutmuş gibi kendi âlemlerine dalmış gibilerdi. Naz’ın bir an Yağız’ın pazarcı gence söylediklerinin aklına gelmesiyle gülümsemesi iyiden iyiye genişledi.

 “Bazı şeylere ‘EVET’ dedikten sonra bunları düşünmek için çok geç,” diyerek Yağız’a göz kırparken hediye ettiği baştan çıkarıcı gülümsemenin adam üzerindeki etkisinden habersizdi. İstemeyerek de olsa elini Yağız’ın elinden çekerek arabaya doğru hamle yaptı. Adamın elini bırakmayı istiyordu; ama anlaşılan teni istemiyordu. Ellerini yumruk yaparak arabaya bindi.

 Yağız’sa birkaç saniye önce bıraktığı eline bakarken onun gözlerine bakarak söylediği sözleri bir kez daha tekrar etti. “Pişman değilim. Yine olsa yine yaparım…”

 

Aşkın Nazlı Hali - Bölüm 8

 


Bölüm 8

Tam takır kuru bakır olan bir ev için ne gerekli olabilirdi? Tabii ki her şey! Ama o gerekli olan her şeyi önündeki kâğıda sığdırabilmesi mümkün müydü, bu konuda endişeleri vardı Naz’ın. Temizlik malzemeleri derdi vardı. Çamaşırından bulaşığına, zemininden camına kadar ayrı ayrı hem de… Elindeki kalemi gergince sallayarak hafifçe çenesine vurdu. On dakikadan fazladır mutfağın masasının başında, önünde bir kâğıt parçasıyla beraber oturuyordu ve bu kâğıda yazacağı her şey onu sıfırı tüketmek durumuna daha çok yaklaştıracağından, bir türlü ihtiyaçlarını en aza indirgeyemiyordu. Uzun süredir ahenkli bir ritim tutturmuş olan midesinden gelen sesler ürkütücü bir hâl almaya başlamışken yiyeceklerden başlamaya karar verdi. Dünden beri kraker dışında boğazından hiçbir şey geçmemişti. Şimdi de saat öğlen olmuştu neredeyse ve kraker stokunu tüketmişti. Üstüne üstlük içinde bulunduğu açlık, büyük bir alışverişe müsamaha gösterecek dereceyi çoktan geçmişti. O yüzden şimdilik midesine göre tek öğünlük bir alışverişle yetinebilirdi.

 Sağlam bir kahvaltının adımları olarak kahvaltılıkları aklından geçirdi. Gerçi bulunduğu saat, kahvaltı yapılacak saatten çok, brunch saatiydi. Brunch düşüncesi bile midesine sert krampların girmesine neden oluyordu. Türlü türlü peynir, zeytin çeşitleri, farklı türde onlarca meze, börek, çörek…

 Tamam! Şimdi sakin olmalıydı. 

 Son İtalya ziyaretinde tattığı o güzel parmesan peyniri, pizzalar, her fırsatta Fransa’ya yaptığı ziyaretlerinde tattığı şaraplara eşlik eden sayısız peynir çeşidi… Fransa demişken kahveyle hoş bir birliktelik içerisinde olan kruvasanı unutmamak gerekiyordu. Gerçi unutmak istese de kalçaları unutturmazdı. Çünkü bir deyime göre; kruvasan  ağzınızda otuz saniye,  midenizde otuz dakika, kalçalarınızda ise otuz sene kalıyordu. Kruvasanın yanına yakışan kahvenin de Brezilya’dan olmasını tercih ederdi. Karnaval zamanı gittiğinde bundan emin olmuştu. Ya o kahvenin yanına yakışacak olan diğer tatlardan, Kanada’da yediği akçaağaç şuruplu, tereyağlı turtalarla, Kanada’nın medarı iftiharı, her aklına gelişinde ağzının suyunu akıtan poutine efsanesine ve Avustralya’da yediği çöreklere ne demeliydi? Gerçi Avustralya’dan aklında kalan çöreklerden çok, gelişmiş hayvancılıktan ortaya çıkan, barbeküden sofralara ulaşan bin bir çeşit pişirme şekliyle etleriydi. Yemeğin ağırlığından kurtulduktan sonra İngiltere’nin beş çayının tadına varmak da enfes olurdu. Bir kısım ziyaretlerinden arta kalan o efsane lezzetlerin etkisi, beyninin en ücra köşelerinden açlıktan kendi kendini sindirmek üzere olan midesini uyarınca derin bir nefes alarak hatıralarını görmezden geldi.

 Sakin hâli bu olamazdı!

 Bu kadar abartmaya gerek yoktu. Kendi yurdunda da gayet tabii onlarla yarışacak lezzetler vardı ve burada bulabildiği ölçüde bu lezzetlerden faydalanarak mütevazı bir kahvaltıyla da idare edebilirdi. Şu an kahvaltı hazırlamak yerine, bulduğu en küçük şeyle bile yetinebilirdi aslında. Kâğıdı bir kenara bırakarak hızla odasına gitti ve eşofmanlarını giyerek dış kapıya ulaştı. Ayakkabılarını giymek için dış kapıyı ani bir hareketle açtığında kapıyı vurmak üzere olan bir elle burun buruna geldi. İrkilerek hafifçe geriye gittiğinde Gülbahar teyzeyle karşılaştı. Yaşlı kadın, ışıl ışıl kahve gözleriyle kendisine bakıyordu. Gülbahar teyzenin arkasındaki hareketliliğe gözü takıldığında Yağız’ın da kendi kapısının önünde olduğunu fark etti.

 “Günaydın Nazlı kızım. Bir yere mi gidiyordun sen?”

 Naz, önündeki yaşlı kadının sesiyle dikkatini ona çevirdi. “Günaydın,” derken aynı şekilde gülümsedi. “Yemeklik bir şeyler almak için dışarıya çıkacaktım. Bu arada… Adım Nazlı değil, Naz…” deyip de adını düzeltmekten alıkoyamadı kendisini.

 “Ben de öyle dedim ya güzel kızım. Seni de iyi yakaladım. Kahvaltı için geç olsa da Yiğit oğlumla Nazlı kızıma kahvaltı hazırlayayım, dedim. Sizin şimdi ağzınıza götürecek bir lokma yemeğiniz yoktur evde. Sıcak bir aş girsin kursağınıza gelin de olur mu Nazlı kızım?”

 Dışarıdan gülümsemesi daha da genişlese de içinden çığlık atmak geliyordu. Bu kadın ne mübarek kadındı böyle!

 “Gelirim tabii Gülbahar teyzeciğim,” dedi büyük bir minnetle. İkazına rağmen yanlış söylenen ismini dahi umursamamıştı.

 “İyi hadi. Hasan amcanız da bekliyor yukarda. Çaylar soğumasın,” diyerek yukarı çıktı yaşlı kadın.

 Naz ve Yağız karşı karşıya kalmışlardı. Naz adamı şöyle bir süzdü. Düne rağmen pek de yorgun görünmüyordu. Hâlbuki kendisi kayda değer bir iş yapmamasına rağmen sızlayan kemiklerle ve üşümekten birbirine vuran dişleriyle uyanmıştı. Naz amacına ulaşamamış olmanın verdiği sıkıntıyla yerinde kıpırdandı. “Günaydın,” dedi adama doğru.

 Yağız, kollarını göğsünde birleştirerek kapı pervazına yaslandı. “Tünaydın. Ama belli ki senin dairende gün anca aymış.”

 Genç kadın, elinde kalan ayakkabılarını dış kapının önüne bırakarak adam gibi kapı pervazına yaslandı. “Senin dairende de anlaşılan haddinden önce gün aymış. Hayret,” derken dudak büzdü. Çünkü planlarına göre böyle olmamalıydı.

 Kadının büzülmüş dudaklarından dikkatini ayırarak şöyle bir süzdü genç adam. Üzerinde, oldukça kaliteli olduğu belli olan ve bedenine oldukça yakışmış, gri bir eşofman takımı vardı. Saçları dün olduğu gibi tepesinde alelade bir topuzla toplanmış olsa da üzerinde bu kadar uğraşılsa bu derece güzel olamaz, diye geçirdi adam içinden. Bakışları kadının yüzünü bulduğunda yüzündeki makyajsız saflıkla oldukça etkileyici olduğuna karar verdi. Bakışları dudaklarında durdu ve kadının hoşnutsuz dudaklarının gülümsemesini istedi nedenini bilmeden.

 “Merak etme, o kadar da erken günüm aydınlanmadı. Sayende dün günlük idmanımı yapmış olsam da diğer günlerime göre iki saat daha fazla uyudum ve ağrılı uyandım.”

 İşte olmuştu. Kadının dolgun dudakları istediğini almış olmanın zevkiyle kıvrılırken aslında kazanmasına adamın izin verdiğinden bir haberdi.

 “Güzel bir öğretmenle idman yapma fırsatım olmamıştı Nazlı Öğretmenim. Ne kadar ağrım olursa olsun, iyi geldi,” Adam kendine hâkim olamamıştı. Hafifçe tek kaşı kalkarak yüzünde eğik bir gülümseme belirmiş ve devam etmişti. “Bu arada… Bana kalırsa o merdivene yanında seni yakalayabilecek biri olmadan çıkma. Düşeceğin yer, her zaman hazır ve yumuşak olmayabilir.”

 Adamın yüzündeki o çekici gülümsemeye sahip dudaklardan çıkan her bir sözün kendisini kışkırtmak için olduğu belliydi ve bunları bilerek adamın tüm söylediklerini es geçebilirdi. Fakat adamın Nazlı deyişinde başından aşağı kaynar sular döken bir tını vardı.

 “Hadi Gülbahar teyze yaşlılık yüzünden ismimi karıştırıyor. Senin sebebin ne?!” derken farkında olmadan kaşları çatılmıştı kadının. Adam cevap vermeyince ellerini beline atarak bilmiş bir tavırla devam etti. “Ne o, yoksa bir sebep bulamadın mı?”

 Yağız’sa kadının yaptığı gibi ellerini beline koymuş ve kaslarını hafifçe esnetmişti. “Hayır, aslına bakarsan o kadar çok var ki hangisini söylesem karar veremiyorum.”

 Aldığı cevap karşısında derin bir nefes alarak nefsi müdafaaya hazırlanan Naz’ın girişimi, üst kattan yankılanarak gelen Gülbahar teyzenin sesi tarafından bölündü.  “Hadi çocuklar. Çaylar buz oldu buz!”

 Adama sadece keskin bir bakış atmakla yetinen Naz, hırsla ayakkabılarını giydi ve kendisi önde merdivenlerden çıkarken Yağız da arkasından geliyordu. Evden içeri ilk adımını attığında midesini yakıp kavuran mis gibi kokular doldu burnuna. Gülbahar teyzenin sesinin geldiği yöne doğru ilerlediklerinde büyük salona ulaştılar. Bu daire, apartmandaki diğer dairelere göre daha büyüktü ve içinde bulundukları salon ağır, eski ama klasik mobilyalarla döşenmişti. Naz’ın bakışları salonun diğer ucundaki yemek masasına ulaştığında şaşkınlıktan açılan gözlerine inat dudakları memnuniyetle kıvrılmıştı. “Hadi çocuklar, buyurun oturun sofraya,” diyen Gülbahar teyzenin eşi Hasan amcaya baktı Naz. Başını sallamakla yetinirken masaya yaklaştığında masada başka bir şey koymak için hiç yer kalmadığını gördü. Bakışları her bir tabak üzerinde şaşkınca dolaşırken gözleri açlığını doyurmaya başlamıştı bile. Evet, bekliyordu; ama bu kadarını değil. Brunch mı istemişti birkaç dakika evvel? Kesinlikle istediğini almıştı. Başka bir şey isteseydi belli ki şu an o da olurdu!

 Masada birden fazla peynir, zeytin çeşidinin yanında bir o kadar reçel kâsesi vardı. Birkaç farklı tabakta börek, katmer ve pişi olduğunu tahmin ettiği bir yiyecek bulunuyordu. Dadısı da evde yapardı. Diğer tabaklara da şöyle bir baktı. Kaymak, bal, sucuklu yumurta, tereyağı, görünüşünden tanıyamadığı çeşit çeşit şey… Dudağına hafifçe dişlerini geçirdi. Resmen dizlerinin bağı çözülmüştü. Allah kimseyi açlıkla sınamamalıydı!

 Hasan amca başköşeye oturduğunda Gülbahar teyze de elinde çay tepsisiyle salona girmişti. Naz, yaşlı kadının elindeki tepsiyi almak için hamle yaparak tepsiyi aldı. Gülbahar teyze, Yağız’ı Hasan amcanın yanına oturtunca Naz da çay servisine başladı. Önce Hasan amcaya tepsiyi götürdü, ardından da Hasan amcanın tam karşısındaki diğer başköşede oturan Gülbahar teyzeye. Yağız’a da çayını verirken en son kendisi çayını aldı. Ev işleriyle, özellikle de mutfakla ilgili anlatılan pek çok şeye kulak tıkamış ya da bu konular hakkında beceriksiz olabilirdi ki kendisi pratik eksiği olduğunu düşünmeyi tercih ediyordu; ama asla görgü kuralları hakkında anlatılanları kaçırmazdı.  Yerine oturmak üzereyken Gülbahar teyze onu durdurdu.

 “Sen benim yanıma otur güzel kızım da ben sana yemek yedireyim. Bir deri bir kemik kalmışsın. Perhiz senin neyine? Bırak perhizi Hasan amcan yapsın.”

 Naz, hiçbir şey demeden başköşedeki yaşlı kadının yanına oturdu. Yağız da diğer yanındaydı. Yağız’ın hafif öksürüşünü duyunca istemsizce başını ona çevirdiğinde gülüşünü gizlemeye çalıştığını fark etti. Adamın neye güldüğüne anlamak için başını kaldırdığında elindeki ekmeğe tereyağı sürerken eli havada kalan Hasan amcayla karşılaştı.

 “O kadar sofra kurmuşsun da bu sofradan sonra perhiz mi olur hanım?” diyerek isyan etti Hasan amca.

 Hasan amca haklıydı. Böyle bir sofraya dayanmak sabır isterdi. “Bizim hatırımız için, bir defalık affedemez misin Gülbahar teyze?” dedi tatlı bir ses tonuyla. Hasan amca da Naz’la iş birliği yaparak yaşlı kadına tatlı tatlı gülümsemişti. “İyi hadi, bir seferlik olsun; ama bak Hasan Bey, Nazlı kızım ve Yiğit oğlumun hatırı için,” diyerek Naz ve Yağız’a döndü. “Siz buraların yabancısısınız. Öyle büyük şehirlerde bu kadar çok, taze lezzeti bulamazsınız. Sen zaten çok zayıfsın Nazlı kızım, senin de çok enerjiye ihtiyacın var Yiğit oğlum, yakıyorsundur nasıl olsa.”

 Naz, Gülbahar teyzenin laflarına inanamayarak kimseye fark ettirmeden bedenine baktı. Beli aşırı ince olmasa da o bölgede fazlalılığı yoktu; fakat hatları gayet dolgundu. Şimdi bunların hiçbiri umurunda değildi. Düz karnını şişirmek için oldukça istekliydi. Gülbahar teyze de yemeğe başlayınca çatalını eline aldı. Servis tabağı olmadığına göre üstünden yiyeceklerdi. Sucuklu yumurtanın bulunduğu bakır tavaya çatalını götürdüğünde Gülbahar teyzenin uyaran sesini duydu.

 “Güzel kızım, bunu çatalla yersen tadını alamazsın. Bandır ekmeğini tavanın içine de öyle ye. Öyle tadı çıkar bunun. Ondan tavayla koydum.”

 İşte bu olmamıştı. Söyleneni yaparak çatalını bıraksa da eliyle yemek konusunda pek istekli değildi. “Gülbahar teyze tam olarak bunu kast ediyor,” diyen Yağız’a döndüğünde adamın elindeki bir parça ekmeği bakır tavaya daldırarak bir parça yumurta ve sucuk alarak ağzına atışını izledi. Naz, karşılaştığı manzara karşısında gözlerini birkaç kez kırpıştırdı. Bu yabancılamak değildi kesinlikle. Bu… Adamın yiyişinde öyle bir hava vardı ki insanın iştahını açıyordu. “Böyle yapacaksın,” demişti adam bu kez. Genç kadın nasıl yendiğini biliyordu! Kendisi de gayet tabii eliyle yiyebilirdi, sadece alışkın değildi.

 Önündeki bir parça ekmekten kopartarak Yağız’ın yaptığı gibi tavaya daldırdı ve aldığı parçayı ağzına götürdü. Adama döndüğünde açlığını bastıran ilk lokmanın lezzetinden ne diyeceğini unuttu ve sonrasında da umursamadı. Şu an bu adam keyfini bozamazdı! Karnına bayram ziyafeti çektirmek gibi hayati bir işle meşguldü.

 Gülbahar teyzenin masanın üzerinde işaret ettiği yerlere baktı kadın. “Bunlar Kars’a özel peynirler. Bu eski kaşar, çeçil ve gravyer peynir…” derken farklı farklı tabakları gösteriyordu. “Belki tadını beğenmezsiniz diye normal taze kaşarla, beyaz peynir de koydum. Tereyağı, sarıyağ, kaymak falan hepsi burada yapıldı. Yiğit oğlum, bak bakalım kaymağın tadına. Beğenecek misin?”

 Yağız, söyleneni ikiletmeden ekmeğinin üzerine kaymak, biraz da bal sürdü ve bir lokma aldı. Çıkardığı sesten ve başını sallayışından beğendiği belli oluyordu. “Gerçekten de çok güzel. Bu kadar güzelini hiç yememiştim,” demiş ve yemeğe devam etmişti Bir yandan da Gülbahar teyzeyi dinliyordu.

 “Yapanı görsen o da çok güzeldir Yiğit oğlum. Yan tarafta benim ahretliğim var, Hatice. Onun kızı Şakire yapar kaymağımızı. Bir görsen kaymak gibi de kızdır maşallah…” Naz, yaşlı kadının laflarının altında yatan imayı anlar anlamaz dudaklarının ucuna gelen kahkahayı bastırmak zorunda kaldı. Hasan amca, Gülbahar teyzenin laflarını bölmeseydi gerçekten de gülmek üzereydi. “Hanım, kızın adı Şakire değil, Nazire.” 

 Gülbahar teyzenin kaşları çatıldı. “Ee o zaman benim neden Şakire diye aklıma geliyor, kaç yıllık ahretliğimin kızı?” derken kızın adının Şakire olduğundan çok emin gibiydi. “Kızın babasının adı Şakir, hanım,” diye yanıtlamıştı Hasan amca.

 “Hiç olur mu öyle şey? Kızının adını niye babasının adından belleyeyim Allah Allah,” demiş ve devam etmişti. “Şakire, tahsil görüyor şimdi. Annesi de sütçü, mahallenin en güzel sütü onlardadır. Şakire de tahsilli sütçü olacakmış...”

 Sütçülüğün tahsilinin olduğunu da ilk kez duyuyordu Naz. Muhakkak yine başka bir şeyle karıştırıyordu yaşlı kadın. Ne olursa olsun, şu an çok eğleniyordu. Çünkü Gülbahar teyze, Yağız’la uğraşıyordu ve adam dinlemek dışında hiçbir şey yapamıyordu.

 “Sütçü değil hanım, kız süt ürünleri mi gıda mühendisliği mi ne okuyormuş,” diye karısının lafını bölmüştü Hasan amca. Ama Gülbahar teyzenin cevabı gecikmemişti. “Ee Hatice, sütçü olacak dedi. Kızının ne olduğunu bilmiyor mu kadın?” demiş ve Yağız’a dönmüştü tekrar. “Ya işte tahsili bitince de hayırlı bir kısmeti çıkarsa evlendireceğiz güzel Şakire’mizi.”

 Naz dayanamayarak elindeki ekmeğe kaymak ve bal sürerek bir ısırık aldı. Taze kaymağın bin bir çiçeğin özüyle harmanlanan balla mükemmel uyumu yakalamış lezzeti dilinden midesine doğru kayarken gerçekten de adamın dediği gibi bu kadar güzelini yemediğini düşündü Naz.

 “Gerçekten de çok güzel Gülbahar teyze. Belli ki yapan tüm güzelliğini katmış içine. Ellerine sağlık,” derken yan gözle Yağız’a baktı. “Bakarsın hayırlı kısmeti de yakınındadır. Böyle lezzetli ellere sahip bir kız, bir de güzel, hiç kaçar mı? Ne de olsa erkeğin kalbine giden yol midesinden geçermiş.”

 Yanında oturan adamın tek kaşı hafifçe havaya kalkmıştı ve hafifçe Gülbahar teyzeye gülümsemişti. “Hakkında hayırlısı olsun,” diyerek konuşmayı uzatmamıştı ve yemeğine geri dönmüşken Gülbahar teyzenin sözleriyle adamın çatalı havada kalmıştı. Yüzündeki eğri gülümsemeyle Naz’a dönmüşken şaşırma sırası Naz’daydı.

 “Nazlı kızım, kaymaktan baldan bol bol ye. Hakiki Kars balıdır. Onu da bizim Hayri getirmiş sağ olsun. Arıcılık yapıyor o da…” diyen Gülbahar teyzenin lafını yine Hasan amca böldü. “Hanım, Hayri değil çocuğun adı Hayrettin. Yine karıştırıyorsun yaşlılıktan.”

 Gülbahar teyzenin gülümseyen bakışları kararırken Hasan amcaya dönmüştü. “Kaç yıllık Emine görümcemin oğlu Hayri ne zaman Hayrettin oldu, be adam? Görümcemin adı da Hayriye de oğluna ondan mı Hayri dedim şimdi?” Hasan amca da geri kalmamıştı. “Hayret, ablamın adını doğru hatırladın.”

 “Bunak mıyım ben Hasan Bey?! Hem… Emine görümcemin adını kimse unutturamaz bana,” demiş ve tekrar yüzüne gülümseme takınarak Naz’a dönmüştü.

 Naz, yaşanan bu manzara karşısında şaşkınca bakakalmıştı. Yağız’ın da ondan geri kalır yanı yoktu. Aslında ikisi de yüzlerindeki gülümsemeyi bir şekilde gizlemenin yolunu bulmuştu. Ama işin ilginç yanı ortamda gerginlik yoktu. Gülbahar teyze ne kadar inkâr ederse etsin herkesin adını yanlış söylüyordu; ama Hasan amca da onu iğneler gibi değil takılır gibi cevap veriyordu. Çok tatlı görünüyorlardı. Naz’ın şaşırdığı bir diğer nokta yaşlı kadın, ahretliğiyle görümcesinin adını doğru söylemişti. Ya görümcesi vakti zamanında çok çektirmişti ya da hafızası bu duruma gelmeden önce bu ismi çok sağlam aklına kazımıştı.

 “…Hayri oğlum arıcılıkla uğraşıyor; ama çok beceriklidir. Bir de kartolla uğraşıyorlar...”

 “Kartol… Nedir?” dedi tereddütle Naz. Aslında bu konuşmanın gidişatı pek hoşuna gitmemişti. Bir yerden kesmesi gerekiyordu yoksa yanındaki adam, ciddi anlamda kahkaha atacaktı.

 “Tabii sen bilmezsin kartolu. Patates Nazlı kızım. Hayriler tezgâh açarlar pazarda; yarın Hasan amcanızın da işi var. Yiğit oğlum senin işin yoksa Nazlı kızım da uygunsa, Hasan amcanın emektarla bizi yarın pazara götürürsün, olur mu? Hem sizin de aş pişirecek bir şeyiniz yoktur evinizde. Size de bir şeyler alırız.”

 “Tabii götürürüm teyzeciğim. Hem Hayri’yi de görürüz, kartollarımızı da oradan alırız,” demişti adam.

 Yaşlı kadındaki bakışlarını aniden Yağız’a çeviren Naz, kısılmış bakışlarla baktı bir süre. Bu süre içerisinde, bakışlar öldürseydi ifadesi kadının gözlerinin içindeki anlamdı ve konuşmanın pazara gitmekten tekrar Hayri’ye dönmesiyle Gülbahar teyzeye de fırsat doğmuştu.

 “Tabii görürüz. Çok becerikli çocuktur Hayri. Şimdi de peynir işine gireceklermiş. Maşallah kazancı pek iyi. Manken gibi de delikanlı. Hayırlı kısmetini bulunca da mürüvvetini göreceğiz inşallah. Aa bak güzel kızım bu patates hakiki Kars patatesi. Hayri oğlum getirdi.”

 Naz, kendileri için o kadar zahmete giren kadını kırmak istemese de Hayri görünümlü Hayrettin’in patatesini de yemek istemiyordu. Kırmamaya çalışarak “Ekmeğim bitsin de ondan da alırım,” demekle yetindi. Ama yanındaki adam, yaşlı kadını kışkırtır gibi “Ben tadına bakarım o hâlde,” demiş ve çatalıyla bir parça almıştı.

 “Nazlı kızım, bak sizin için kuzinemde közledim bunları. Birkaç yıl önce doğal gaz bağlattık tüm apartmana. Malum yaşlandık artık, güçten düştük; soba yak, külünü dök, kömürünü taşı zor oluyor bize. Ama ben yine de kuzinemden vazgeçemedim. Benim gelinliğimden kalma… Mutfağa kurdurdum Hasan amcanıza. Orada közledim bu patatesleri de. Soğutmadan yiyin, içine hakiki Kars tereyağı da koydum. Yağ donmadan ye kızım.”

 Ama bu kadının, şu yaşına rağmen kendileri için harcadığı emeğe nasıl hayır diyebilirdi ki? Diyememişti de. Çatalıyla patatesten bir parça alarak ağzına götürdü ve bir an için durdu. Ya aç olduğu için her şeyin tadı bu derece iyi geliyordu ya Hayri yani Hayrettin patates yetiştiriciliğinin hakkını veriyordu ya da her şeyin birleşimiydi bu.

 “Hadi demin ben yaşlandın deyince bana kızdın da neden şimdi yaşlandığımızı söylüyorsun hanım?” diye takıldı Hasan amca. Gülbahar teyze bir yudum aldığı çayını masaya koyarak cevap verdi. “Yaşlandık, güçten düştük dedim ben Hasan Bey. Bunadık demedim. Yaşlanıyoruz herhalde, yaş gidiyor; ama bunamadım ben daha,” demiş ve Naz’a dönmüştü tekrar. “Ama bak kızım sen hiç yemiyorsun. Pişi, katmer, acuka falan hep duruyor olduğu gibi… Hem bak şu da kete. Buraya hastır. Karşıda oturan Fatma teyzen var, onun kızı Elif yaptı size.”

 Naz’ın bakışları bir şey düşünür gibi kısılırken kendini tutamadı. “O da bekâr mı Gülbahar teyze?” diye sordu. Yağız’a döndüğünde adamın kaşı, kadının ne yapmaya çalıştığını anlamışçasına kalkmıştı.

 “Yok, kızım o evli. Nazlı kızımla Yiğit oğlum gelecek dedim, hepsi bir yandan yaptılar bir şeyler. Ne güzel evimiz de şenlendi siz gelince. Benim alt kattaki oğullarım gelince de böyle olur bizim ev. Kendi çocuklarıma olan hasretim biraz olsun diniyor siz gelince, geçmiyor ama olsun. Onlar da burnumda tütüyorlar. Kızım Zeynep, Ankara’da, oğlum Mehmet de yurt dışında, doktor mu ne olmuş, öyle diyordu geçen aradığında. İkisi de buradan gitmek için uğraşıp durdular, sonra da kuş olup uçtular.”

 Gözleri dolan yaşlı kadını öyle görmeye dayanamamıştı Naz. Hasan amca da belli ki dayanamamıştı ki söze başladı ve onun sözleri ortamı yumuşatmıştı. “Bizim oğlan doktor olmadı hanım, doktora yapıyormuş.” Gülbahar teyze de burnunu çekmişti hüzünle; ama verdiği cevaptan üstündeki üzüntüyü atmış olduğu belliydi. “Ben anlamadım valla bu oğlan ne olacak? Senelerdir okuyor… Ne olduğu belli değil. Yavrum siz de soğutmayın. Yiyin hadi.”

 Tatlı sohbetlerle yemeklerini yerlerken çok keyif almıştı Naz. Ev sahipleri o kadar içten davranıyordu ki kendisini misafir gibi değil evin kızı gibi hissetmişti. Bu da hissettiği ev özlemini az biraz bastırmıştı. Yağız da aynı durumda gibiydi. Kendisiyle uğraşan adamın yerinde yeller esiyordu şimdi. Memnuniyetle yemeğini yerken evin yakışıklı ve tatlı oğlundan farkı yoktu. Her fırsatta Gülbahar teyzenin yemeklerine methiyeler düzmeyi ihmal etmiyordu. Aynı zamanda, etkileyici ve güven verici bir duruşu vardı. Bu düşüncelerden zihnini arındırdığında derin bir nefes almıştı. Uzun zamandır bu kadar çok midesine yüklendiğini hatırlamıyordu. Çayının son yudumunu da içince Gülbahar teyzeye döndü.

 “Ellerinize sağlık Gülbahar teyzeciğim. Hem senin hem de mahalledekilerin. Her şey çok güzel olmuş,” dedi büyük bir minnetle.

 “Ama Nazlı kızım az yedin sen…” diyen yaşlı kadını Naz durdurma ihtiyacı hissetti. Çünkü gerçek anlamda midesi soda sinyalleri veriyordu. “Olur mu teyzeciğim? Gerçekten çok yedim.”

 “O zaman helva getireyim mi? Buranın helvasıdır. Bastırır mideni,” derken Yağız’a da bakmıştı.

 Yağız, elini göğsüne götürerek hafifçe başını sallamış ve kâfi der gibi bir hareket yapmıştı. Peki, Naz’ın bu tatlı kadını reddedebilmesinin bir imkânı var mıydı? Ama yapmak zorundaydı zira midesi genişleyebileceği sınırı çoktan aşmıştı. “Gerçekten yemeyeyim artık. Başka sefere,” dese de yaşlı kadın, yedirtmekte kararlıydı. “Tamam o zaman, koyayım da eve götürün ikiniz de Nazlı kızım.”

 Ne kadar düzeltse de bunun son olmadığını bile bile umutsuz bir girişimde bulundu Naz. Bu sayısını unuttuğu girişimlerden biriydi; ama adamın diline hepten düşmemek için önce Gülbahar teyzeyi düzeltmeliydi. Yoksa Gülbahar teyzenin, adını her fırsatta yanlış söylemesi sorun değildi. Sorun bundan dolayı adamla uğraşmak zorunda kalmasıydı. “Adım Nazlı değil. Naz…” dedi yumuşakça. Gülbahar teyzeyse şaşkınca Naz’a baktı. “Ben de öyle dedim Nazlı kızım; ama sen öyle diyorsan tamam, artık Sadenaz derim sana. Safinaz’dan aklıma gelir,” demiş ve Naz’ı hepten dipsiz kuyulara atmıştı. Çünkü Yağız, çekinmeden gülüyordu, bu cesareti de ona eşlik eden Hasan amcadan aldığı belliydi.

 Kucağında birleştirdiği ellerinin farkında olmadan yaptığı yumruklarını çözerek hızla ayağa kalktı. Eğer daha fazla bu adamın sinir bozucu sesinin kahkahaya dönüşmüş tonuna maruz kalırsa burada üçüncü dünya savaşı çıkacaktı ve belli ki bu ortam, bunun için müsait değildi. “Elinize sağlık Gülbahar teyzeciğim,” demişti bir kez daha ve masadan rastgele birkaç tabak alarak mutfağın yolunu tutmuştu. Elindekileri tezgâha bıraktığında yaşlı kadın da arkasındaydı.

 “Sen şimdi bize bir güzel Türk kahvesi yaparsın. Ne zamandır da böyle güzel bir kızın elinden kahve içmedik. İçeriz karşılıklı.”

 Kendisi için pek çok şey yapan bu kadın, ilk defa bir şey yapmasını istiyordu ondan ve o, kendisinden istenilen şeyi yapmasını tam manasıyla beceremiyordu. Bu durum öğrencinin o kadar çalışmasına rağmen sınavda çalışmadığı tek yerden gelen, bol puanlı bir soruya benziyordu!

 “Ben… Kahve yapmasını pek… Beceremiyorum,” dedi rahatsızca. Neyse ki adam burada değildi. “Beceremiyorum olur mu kızım hiç? Görücü falan geldiğinde kim yapıyor kahveyi?”

 İçinden yaşlı kadının şaşkın tepkisine gülmek gelse de durdurdu kendini genç kadın. Acaba görücü bekleyen birine mi benziyordu uzaktan? Bunu gizleme gereği de duymadı. “Daha önce böyle bir durumla karşı karşıya kalmadım.”

 O anda atalarımızın söylediği gibi ‘İstenmeyen ot başında biter,’ misali, Yağız içeri girmiş ve aynı anda Gülbahar teyze “Sana hiç görücü gelmedi mi?” diye hepten hayrete düşmüştü. Adam da yaşlı kadının tepkisiyle elindeki tabakları bırakıp onlara dönmüş ve gülmesini engellemek için hafifçe öksürmüştü. Naz ise biraz alınmışçasına yüzünü buruşturmuştu. Neydi yani?! Bu ayıp bir şey miydi?!

 “Sen hiç üzülme güzel kızım. Sana koca mı yok? Gel ben sana şöyle güzel bir kahve yapmayı öğreteyim de sana geldikçe yaparsın bana,” demişti sonrasında yaşlı kadın. Naz’ın anlayamadığı bir şey vardı. Oradan bakınca bu durum açısından üzgün gibi mi görünüyordu?

 Gülbahar teyze kolları sıvayıp tezgâhta bir şeylerle uğraşırken Yağız, Naz’ın yanına gelmişti. “Sen hiç üzülme Nazlı Öğretmenim. Gülbahar teyze şimdi sana kahve yapmayı da öğretir, ertesi gün kartolcu Hayrettin kapına görücü de gelir,” demişti fısıltıyla. Naz, saçlarını savurarak adama döndü. Bu adamı cevapsız bırakıp da içinde bulunduğu durumla eğlenmesine göz yummayacaktı. Bu kadar damarına bastıktan sonra bir fazlasına daha katlanamazdı. Yeşilleri kısılıp da tehlikeli pırıltılar saçmaya başlamışken dudaklarında cezp edici bir tebessüm belirdi. “Sen, Gülbahar teyze seni koluna takıp da elinde çikolatan ve çiçeğinle Şakire’nin kapısına götürene kadar bekle. Pardon… Nazire’nin,” diye fısıldamış ve yaşlı kadının yanına gitmişti. Yağız da kadının tavrına hayranlıkla gülmeden edemese de onları yalnız bırakmıştı.

 Adamın gidişiyle rahatlayan Naz, Gülbahar teyzenin anlattıklarını dinlemeye koyuldu. Gülbahar teyze dört tane fincanı ocağı üzerine koyarken bir şeylerin yanlış olduğunu düşündü genç kadın. Kahveyi köpüğüyle yapmayı tam manasıyla beceremiyor olsa da kahvenin cezvede yapıldığını biliyordu. Sanki yaşlı kadın onun düşüncelerini duymuş gibi konuşmaya başladı. “Bak Nazlı kızım, bunu İzmirli bir arkadaşımdan öğrendim, sen de benden öğrenmiş ol. Olur da eve gelenler kalabalık olursa bu şekilde kolay yaparsın kahveyi. Hem çok da köpüklü olur. Görücü geldiğinde de sade, orta, şekerli diye de ayrı ayrı yapmana gerek kalmaz güzel kızım,” demiş ve her fincana bir tatlı kaşığı kahve koymuştu. Sonra eline şeker kavanozunu almış ve iki fincana şeker koymuştu. “Siz gençler şimdi şekerli için. Bizim yaşımıza gelince şekersiz içirtecekler nasılsa.”

 Sonra da dört fincanı da suyla doldurmuş ve ocağın altını kısık ateşte yakmıştı. Naz şaşkınca bakakalmıştı. Şimdi dört fincan da ateşin üzerindeydi. Bir süre sonra fincanların dibindeki kahvenin yavaş yavaş tüm fincana dağıldığını ilgiyle izledi ve en sonunda fincanın içi öyle bir köpükle dolmuştu ki bu kadar kolay olduğuna inanamadı. Gülbahar teyzenin gösterdiği yerden fincanların altlıklarını alarak tepsinin üzerine dizdi ve fincanların sıcak kulplarına dikkat ederek tepsiye koydu. Su dolu bardakları da ekleyince her şey tamamdı. Tepsiyi ellerine aldığında şimdi kendisini tam anlamıyla evin kızı gibi hissetmişti. Gülbahar teyze önden gidip salona oturmuş o da peşinden gelerek önce Hasan amcaya sonra da yaşlı kadına kahve servisini yapmıştı. Ardından sıra Yağız’a gelmişti. Adam gözlerinin maviliklerindeki yakamozla kadının yeşillerine bakarken dudağındaki eğri gülümsemeyle “Eline sağlık,” deme lütfunda bulunmuştu. Naz’sa kısık bakışlarla karşılık verirken kısaca “Afiyet olsun,” demekle yetinmiş ve adamla göz göze gelmek zorunda kalmamak için onun yanına oturmuştu. Kahveler içilirken Hasan amcayla Yağız tavla oynuyorlar, Gülbahar teyzeyle Naz da sohbet ediyorlardı. Şimdi sanki büyüklerini ziyarete gelmiş, yeni evli çifti andırıyorlardı. Aman ne hoş!

 ***

 “Yardımcı olmamı ister misin?” diyen Yağız’ın tok sesiyle durdu. Bir süredir adamın varlığını görmezden gelerek tutukluk yapan kapısını açmaya uğraşıyordu. Maalesef ki başarılı olamamıştı ve bu da yetmezmiş gibi adam bir türlü kendi dairesine girip de kendisini varlığından yoksun bırakmamıştı. Adama bakmaya gerek görmeden “Hayır, teşekkürler,” diyerek başarısız çabalarına geri dönmüştü.

 Çabuk sinirlenen bir insan olabilirdi; ama bu kadar kışkırtılma herkesi rahatsız ederdi ve nedenini anlayamadığı bir şekilde bu adamın her hareketi onu tetikliyordu. Ayrıca altta kalmak bilmeyen yapısı ve cevap vermeden duramayan çenesini saymıyordu bile. Bunların birleşimi burada olmasının nedeni olsa da, bu adamda başka bir şey vardı! Tüm benliğini ayaklandırıyordu ve en sonunda kendisini söylemeyeceği şeyleri söylerken, yapmayacağı şeyleri yaparken buluyordu. Adam kendisine yabancıydı hâlbuki. Yeniden bölünerek üretilmeyecek tüm sinir hücrelerinin sağlığı için bu adamla mesafesini koruması gerekiyordu. Ne de olsa tüm sinir sistemi ona ruh sağlığı için gerekliydi. Bu yüzden affetmek erdemdir düşüncesiyle adamın yemek boyunca yaptığı her şeyi sinesine çekecekti. Fakat aşırı yüklenilmesi durumunda bu sözünü tutacağından da emin değildi. Bunları düşünerek farkında olmadan kapısına çok daha sert davranıyordu.

 “Biraz daha yüklenirsen anahtar kilidin içinde kırılacak ve sen bir kez daha evimde misafir olmak zorunda kalacaksın,” diyen adama aldırmadan kapıyla olan mücadelesini sürdürüyordu genç kadın.“Çok yardımseversin. Ama ne şimdi ne de başka bir sefer… Böyle bir şey olmayacağına emin olabilirsin.”

 Kadın haklı mücadelesine devam ederken adam gelip kontrolü eline almıştı. Elleri birbirine temas etmişken Naz elini çekme fırsatını son anda bulmuş ve adam anahtarı tutmuştu. Çelik kapıyı hafifçe yukarı kaldırmış ve anahtarı çevirmişti. Yağız, kapıyı açarak iyilik yaptığını düşünedursun, Naz’ın tüm sinirlerine elektrik vermişti sanki. Genç kadın, elini boşlukta yanmışçasına sallarken adam çekici bir gülüşle ona bakıyordu.

 “Bayağı elektrik yüklüsün. Üzerine yüksek gerilim hattı diye levha asmalılar. Hem bu kadar kesin konuşma, komşuyuz şunun şurasında. Ne zaman yardıma ihtiyacın olacağını ve beni çağıracağını bilemezsin. Hem şimdiye kadar ettiğim tüm yardımları şikâyet etmeden kabul ettin.”

 Evet, etmişti ve şimdi nasıl olup da böyle bir şey yaptığını aklı almıyordu; ama adamla bu duruma geleceğini bilse kesinlikle kabul etmeyeceğini biliyordu.

 “Öncelikle… Çarpılan benim. Bu da demek oluyor ki Yüzbaşım, bahsettiğin levha senin boynuna asılmalı. Ve evet, yardım ettin. Bu yardımların hiçbirini senden istememiş olsam da yaptıkların için minnettarım. Fakat… İki kere yardım ettin diye ki altını çizerek söylüyorum bunlar için tamamen gönüllüydün, tekrar senin yardımına ihtiyacım olacak diye bir durum söz konusu değil. Sonuçta evime yerleştim ve kas gücünü gerektirecek bir ihtiyacım da kalmadı,” derken hem tane tane hem de tatlı tatlı konuşmuştu ve evet başarıyordu! Bu adamın hakkından sinirlenmeden gelebilirdi. Şimdi adam cevap verirse makul karşılıklar verecek sonrasında da evine girip kaybettiği iç huzurunu bulacaktı.

 “Demek çarpıldığını… Seni çarptığımı kabul ediyorsun?”

 O iç huzur, bulabileceği bir yerdeyse artık kesinlikle kayıplara karışmıştı! Bu ne cüretti böyle?! Kendisini kırmızı görmüş boğalar gibi hissediyordu, belki onlar bile kendisi kadar sinirli hissetmiyordu. Boşuna uğraşıyordu! Kesinlikle boşunaydı. Dişlerini sıkarak kendine verdiği sözü tutmaya uğraşırken çabası beyhudeydi. Vurucu cümleleri ararken ise tüm çabası buhar olup uçmuştu. Bu adamı susturacak bir şey kesinlikle olmalıydı! Ellerini iki yanında yumruk yapmışken cebinde çalan telefonunu duyarak dikkatini adamdan ayırdı. Kesinlikle şu telefona şu an minnettardı. Kimin aradığının bir önemi yoktu. Telefon ekranına bakmadan açarak telefonu kulağına götürdüğünde “Naz… Nasılsın?” diyen Orkun’u işitmişti.

 Bakışlarını adamın eğlenen mavilerinden ayırmazken  “İyiyim Orkuncuğun sen nasılsın? Bensiz oralar güzel mi?” diye sorarken dudaklarında adama olan sinirine inat çekici bir gülümseme belirmişti. “Bu soruyu bana sormadın kabul ediyorum. Ne kadar bunu benden duymaktan hoşlanmayacağını bilsem de… Söylemek zorundayım ki buralar sensiz gerçekten de çekilmez. Buradaki tüm yaşam enerjisini yanında götürmüş olabilir misin, merak ediyorum. Eğer öyle bir şey yapmışsan ki benim hâlimden öyle görünüyor, orada çok eğleniyor olmalısın,” demişti Orkun ve zoraki gülümsemesinin yansıdığı ses tonuna ek, sıkıntıyla verdiği nefesi de gelmişti Naz’ın kulağına. Sorduğu soruya da bin pişman olmuştu şimdi. Adama olan siniri yetmezmiş gibi kendisine de sinirlenmişti!

 “O kadar eğleniyorum ki görsen inanamazsın. Kapımın dibinden ayrılmayan, sırnaşık sokak kedileriyle uğraşmak o kadar zevkli ki. Bir de kendilerini aslan zannedip o edayla kapımın önünde dikilmeleri yok mu?”

 Duyduğu sözlerle Yağız’ın kaşları çatılmış olsa da eğri gülümsemesi bana mısın demiyordu. Demek sırnaşık bir sokak kedisi yerine konmuştu; ama aslanı tercih ederdi. Kadının söylediklerini haklı çıkartır gibi iyice dikleşirken omzunu kadının kapısının pervazına yasladı.

 “Naz sen kedileri sevmezsin,” diyen Orkun’u dinlerken, genç kadının bakışları Yağız’ın hareketlerini izliyordu. “Evet sevmem. Mart ayının etkisi desem marta da çok var; belli ki bazıları zamanını şaşırmış. Muhakkak pusulası şaşmış, dişisini kovalayan kedilerden çok vardır dışarıda. Ekolojik denge bozulunca tabii doğanın da buna tepki vermesi gayet doğal. Anneme hatırlatayım da bir ara sokak hayvanlarını koruma derneğine yaptığı bağışı arttırsın.”

 Çakmak çakmak bakan mavi gözler, kadını tartarken Yağız bu kez kadını gerçekten çileden çıkardığını anladı. Sinirden kızaran yanaklarına rağmen söylediği laflarla amacına ulaşmış olmanın mutluluğunu yaşayan yakamozlu yeşiller ışıl ışıldı. Dolgun dudaklarındaki gülümseme de buna uyumluydu. Kadının sinirini hak ediyor ve garip bir şekilde bundan memnun da olabilirdi; fakat bu kadarı yeterliydi. “Yarın sabah erken gideriz Naz. Haberin olsun,” derken yüksek ve tok bir ses tonu kullanmıştı. Elinde salladığı Naz’a ait olan anahtarları kadına uzattı.

 “Yanında biri mi var?”diyen Orkun’a “Kedilerle uğraşıyorum dedim ya. Onun sesi duyduğun,” derken, adamın elindeki anahtarı almıştı. Yağız’ın mavi gözlerindeki alevler tatmin olması için şimdilik yeterliydi. Çünkü bunu hak etmişti! Ve bu zaferiyle yaktığı büyük ateşe, adamın buz gibi su döküp söndürmesine izin vermeyecekti. O adam, şu an lafının üstüne laf söylemeyecekti. Adama hoş bir gülümseme hediye ederken dairesine girmiş ve kapısını kapatmıştı.

 O, zafer sarhoşluğu ise adama söylediği her bir kelime balyoz darbesi misali zihninde yankılanırken tuzla buz olmuştu. Söyledikleri kulağına sonradan gelme durumunda boyut atlamış söylediklerinin idrakine yeni varmıştı. Adama resmen kedi demişti. Üstüne üstlük sadece kedi dememişti. Ek olarak çeşitli yakıştırmalarla birlikte kullanmıştı. Sokak, sırnaşık, mart… Bunlar şu an aklına gelenlerdi ve bu kez… Kesinlikle ileriye gittiğini hissediyordu. O adam için bile olsa, bu kadarı fazlaydı.


Aşkın Nazlı Hali - Bölüm 18

Fotoğraf @nilmelteem Bölüm 18    Okundukça birbirine karışan kelime ve harfler… Tekrar tekrar okunan kaçıncı satırdı bu?! Kaçıncı girişimdi ...