expr:content='data:blog.isMobile ? "width=device-width,initial-scale=1.0,minimum-scale=1.0,maximum-scale=1.0" : "width=1100"' name='viewport'/> Kübra Türker Kitapları

Aşkın Nazlı Hali - Bölüm 10


Bölüm 10

 Naz bir yandan oflarken diğer yandan daracık olan alan el verdiği ölçüde bacak bacak üstüne atmış, ayağını sallamaya devam ediyordu. Hem de tam otuz yedi dakikadır! Burada unutulduğunu hissettiği bu otuz yedi dakikada makyajını tazelemiş, kafasında alışveriş merkezinden alacaklarının listesini yapmış, özlediği ailesini düşünmüş, arada bu otuz yedi dakika için Yağız’a sayıp sövmeyi ihmal etmemiş, üstüne de adını bile hatırlamadığı zilyon tane radyo kanalı gezmişti. Hatta  gezdiği radyo kanallarında içini döken sözde âşık erkeklerle alay bile etmişti; ama Yağız hâlâ aşağı inmemişti. Altı üstü Gülbahar teyzenin eşyalarını yukarı çıkarıp hemen aşağı inecekti. Onlar da Kars’ın merkezinde bir alışveriş merkezinin yolunu arşınlayacaklardı; ama hâlâ ortada yoktu Yüzbaşı. Anlaşılan rütbesini konuşturmaya fazla alışmıştı. Ama bu kez rütbesi işe yaramayacaktı!

 Gözleri sabah uğruna  birazCIK beklettiği frechlerine takıldı. Yüzünde beliren gülümsemeye engel olamadı. Çok sevgili Genel Kurmay Başkanı görünümlü Yüzbaşı bir an olsun nasıl da sinirlenmiş sonra  hemen lafını esirgememişti. Yüzünde o kısacık anda beliren ifade dahi Naz’ın tatmin olması için yeterliydi. Nasıl da haz almıştı onu kızdırırken?

 Hissettiği bu duyguyla, radyoda kulağına gelen müziğe eşlik ederken hafifçe tempo tutuyordu. Şarkının sözlerine dikkat ettiğinde içinde bulunduğu duruma gülmeden edemedi.

 ‘Yok ki senin bir yedeğin

Kötü kedi Şerafettin!
Söyle nasıl kıydın bana?
Hem canındım, hem ciğerin.

Kendimi bulamıyorum.
Geri alamıyorum.
Ben her gece rüyalarda,
Hep sana hak veriyorum*’

 Bu kedi mevzunu daha fazla uzatmamaya karar verdi. Çünkü ucu kendisine de dokunuyordu ve dün gece gördüğü rüyayla tekrar tekrar karşılaşmak istemiyordu. Dün gece adam haksızlık ettiğini, en azından bu konuda, çok fazla ileri gittiğini düşünmüş ve kafasını bu, o kadar meşgul etmişti ki koca bir mevzu olmuş, adama yakıştırdığı kedi kelimesi rüyalarında kocaman bir panter, bir pars olarak can bulmuştu. Yoksa adamı o şekilde rüyasında görmenin nasıl bir açıklaması olabilirdi ki?  Yoksa olabilir miydi? Rüya tabirlerine inanan bir insan olmasa da baksa bir şey fark etmezdi. Adamı beklemekten canı oldukça sıkılmıştı. Vakit geçirmek için telefonundan arama motoruna girdi ve ‘panter’ kelimesini arattı. İlk dikkatini çeken rüyasındakinin aynısı olan bir panter fotoğrafıydı. Gecenin karanlığından bir parça gibi simsiyah… Rüyasıyla ilgili yazdığı şeyler sonrasında, yoruma ulaştı.

 Rüyada panter görmek, rüya sahibinin meslek hayatında başarısız, aşk hayatında ise başarılı olacağı bir döneme gireceğine işaret eder.’

 Bu yoruma kesinlikle inanacak değildi! Burada birine âşık olma ihtimali, bir gün olur da Gülbahar teyzenin, adını doğru telaffuz etmesi kadar imkânsızdı. Kesinlikle rüyasındaki panter olamazdı. Belki de başka büyük bir kediydi gördüğü. Diğer yorumlara bakarken, aradığını bulmuştu.

 ‘Rüyada parsla mücadele ettiğini gören kimse, öyle bir insanla mücadele eder.’

 Bu belki olabilirdi. Ama çeşitli kaynaklarda, panter ve parsın aynı anlama geldiği yazılıydı. Yani en başından beri bu yorumlara bakmamalıydı. Ama merakına yenilmişti ve bir kez daha yeniliyordu. En genel tabirle arayarak son kez bakıp bu kedi mevzuna son verebilirdi.

 ‘Rüyada kedi görmek, iyiliğe iyilik, kötülüğe de kötülük ile karşılık veren esaslı bir kimseye alamet eder. Rüya sahibinin hayatını kolaylaştıran ama kendine haksızlık yapıldığında da sessiz kalmayan birinin varlığına yorulur.’

 İşte aradığı buydu!

 Arabanın içine giren soğuk havanın ardından kapının kapanma sesiyle bakışlarını sürücü koltuğuna çevirdiğinde kendisine bakan Yağız’la göz göze geldi. “Oo assolistimiz de teşrif etmişler,” derken dudaklarına yapışmış alaycı gülümsemenin aksine gözleri hâlâ bekletilmenin kızgınlığıyla parlıyordu.

 “Ee ne demişler, assolistler en son çıkarmış.”

 “Yani yeteneklerinin arasına bunu da ekledik öyle mi? Kim bilir daha ne gibi özelliklerin var senin? Bu yeteneklerle burada harcanıyorsun.”

 Yağız, Gülbahar teyzenin poşetlerini eve taşımak için yukarı çıktığında kafasında bu güzel kadını bekletmek yoktu. Hatta sabahki yaptıkları yüzünden bu şekilde bir intikam planlamamıştı. Hatta ve hatta bu yaptığı intikam da değildi. Gülbahar teyzenin anlattıklarının bu kadar uzun süreceğini hiç hesaplamamıştı. Ama şu anki durumda bu durumun sonuçlarından oldukça memnun kalmıştı. Bu nazlı öğretmen o yokken makyajını tazelemiş ve pazar havasından çıkmış, asıl alışverişe hazır ve nazırdı. Hem kendisi hem de lafları…

 “Doğru söze ne denir ki? Böyle çok fonksiyonlu bir adamın kıymetini bil,” derken kontağa uzanarak arabayı çalıştırdı. Ardından hiç vakit kaybetmeden arabayı vitese takarak hareket ettirdi.

 “Mutfak robotları da çok fonksiyonlu mesela. Mikrodalga fırınlar, cep telefonları, elektrikli süpürgeler...”

 Yağız duyduklarıyla bakışlarını bir an için yoldan ayırarak yanındaki kadına baktı. O ise hiç kendisine bakmıyor, sürekli değiştirdiği radyo kanallarıyla muhatap olmayı daha zevkli buluyordu anlaşılan ve bu kadın laf arasında ona ev aletleri sıfatını da yakıştırmıştı.

 “Sokak kedisi, assolist şimdi de elektronik eşya. Bu kadar özelliği bünyemde barındırdığıma şu an ben bile hayret ettim.”

 Gözlerini radyodan ayıran Naz, Yağız’ın gözlerine bakarak alay edermiş gibi gülümserken yüzünü buruşturdu. Adama o kadar yakıştırma yapmıştı; ama bu adam hiçbirini de ciddiye alıp ‘Sen kimsin de benimle bu şekilde konuşuyorsun?!’ tepkisi vermemişti. Ardından vakit kaybetmeden çok önemli bir iş yapar gibi radyo kanallarını gezmeye devam etti.

 “Assolistlik işini çok abartmayalım. Bir Müzeyyen Senar da değilsin. Hani şu görünüşü için saatlerini harcayan ama sıra sese gelince fiziğini kullanmaya çalışan sözde sanatçılar vardır ya… Kulağını değil gözünü doyurmaya çalışan, görüntü olup ses olmayanlardan… Belki onlardan olabilirsin. Hatta onlardan da kötü.”

 Yağız duyduğu kelimelerden sonra yanındaki kadına bakmadan edemedi. “Şimdi de yeteneksiz mi oldum?” derken yüzüne sözde alınmış bir ifade takınmıştı.

 Radyoyu bir kenara bırakan Naz, tüm vücuduyla Yağız’dan tarafa döndü. Yağız ise gülümseyerek bir an yüzüne baktıysa da vakit kaybetmeden yola çevirdi bakışlarını. Naz adamın bakışlarının üzerinden ayrılmasıyla kendini bir an üzgün hissetse de, aldırmadı. O bu kadar sinirliyken neden bu adamın bir yanağında kızların en harika aşk filmlerinden birini izlermiş gibi tavır takınacakları hatta oraya gömülmek isteyecekleri bir çukurluk ve ona eşlik eden ışıltılı bir tebessüm vardı? Neden? Neden?! Neden?!!

 Bu soruyu es geçerek asıl soruya odaklandı. Bu adam neden bu kadar geç kalmıştı?! İntikam diye düşünmekten alıkoyamıyordu kendini.

 “Ben sana yeteneksizsin diye bir şey dedim mi? Çok kalabalık bir cümle kurdum ki içinde Müzeyyen Senar adı bile geçti, sense sadece yeteneksiz anlamını çıkardın.”

 Karşısındaki adam hiç istifini bozmadan aynı gülümsemeyle onu yanıtlamakta gecikmedi. “Ne gibi bir anlam çıkarmalıydım?”

 Bu adam bunları gerçekten soruyor muydu yoksa öylesine geçiştirmeye mi uğraşıyordu? Arada kendisine kayan bakışlarında ilgi vardı; ama o dudakları yok mu ah… Yani… O dudaklar biraz alaycı mıydı acaba? Bunu yapmasına izin veremezdi. Hadi ama otuz yedi dakikadır bekletilmişti ve ağaçlar, kök salma, meyve verme durumuna çok yaklaşmıştı. Bu kadar süre bu adam ne yapmıştı yukarıda? Kahretsin bu merak yok mu bu merak? Ne demişler ‘insanın başına ne gelirse ya meraktan ya meraktan,’diye düşünmeden edemedi. Ama madem bu kadar bekletildi bu adam kendisine hesap verecekti.

 “En azından onlar bir kısmın eksikliğini, daha iyi oldukları bir başka kısımlarıyla telafi etmeye çalışırken benim Yüzbaşım otuz yedi dakikadır ne ses ne görüntü olarak piyasa da yok. Söylemek istediğimi şimdi yeterince açık ifade edebildim mi acaba?”

 “Demek SENİN Yüzbaşın senin gibi bir bayanı yalnız bıraktı. Hem de otuz yedi dakika. Senin Yüzbaşının kulaklarını biri çekmeli,” derken Yağız’ın dudaklarından süzülen o kahkaha Naz’ın üzerinde ufak bir Osmanlı tokadı etkisi bırakmıştı. O ne söylemişti bu adam yine anlatılmak isteneni es geçmiş, ufacık aitlik bildiren bir kelimeciğe takılmıştı. Bu adamla konuşurken isim tamlamalarına, hatta yapım-çekim demeden tüm eklere dikkat etmek zorunda mı kalacaktı? Ama onun yaptığı gibi şimdilik umursamamayı da deneyebilirdi.

 “Benim Yüzbaşımı inan bir kulak çekiş paklamaz. Ona toptan dayak lazım. Ayrıca birisinin ona erkeklerin değil kadınların beklettiğini, erkeklerin bekletilmeye mahkûm olduğunu öğretmesi gerek. Doğanın kanunu böyle,” diyerek yüzüne alaycı bir gülümseme oturttu. Gözleri ise bu alaycılıktan çok uzaktı.

 “Demek birilerinin öğretmesi gerek. Neyse ki senin bu Yüzbaşın öğrenmek konusunda  çok istekli.” Bunları söylerken eş zamanlı olarak Naz’a dönüp göz kırpması, Naz’da beklenmedik bir etki bırakmıştı. O mavi gözlerdeki ışıltıya eşlik eden o gülümseme bir an için hoşuna gitmişti. Sanki vücudu karıncalanmaya başlamıştı.

 İstifini bozmamaya çalışsa da sinirinin yerini şaşkınlık almaya başlamıştı. Bu adamla ani heyecanlar yaşarken duygudan duyguya sürüklenmesi kaçınılmazdı. Kafasındaki düşünce kaosundan ve vücudunun bu adama verdiği anlık tepkilerden kurtulmak için konuşmaya başladı. Anlaşılan bu durum çenesine vurmuştu.

 “Bir eğitimci olarak sana zevkle öğretirim. Ne de olsa öğrenmenin yaşı yoktur,” diyerek normal oturma pozisyonuna geri dönmüş, ilgisini radyoya yöneltmişti. Bir süre sonra, iki üç dakika içerisinde yapılan konuşmaların üstesinden gelmişti bile. Yağız’ın sesiyle radyoya olan ilgisini kaybetti.

 “Sağ taraftaki okul, çalışacağın okul. Gülbahar teyze söylemişti. Yürüyerek yaklaşık on dakika sürer. Şanslısın. Bu civarda serserilik olayları da çok olmaz. Yürüyerek rahat rahat gidip gelebilirsin. Birlikten bir arkadaşımın da eşinin burada çalıştığını duymuştum. Eğer sıkıntı yaşadığın bir durum olursa, elimden geldiği kadar yardımcı olurum.”

 Karşısındaki adam bunları söylerken Naz bir saniye bile gözlerini adamdan ayırmamış, ayıramamıştı. Çünkü yüzünde görmeye yavaş yavaş alıştığı ya da alışmaya başladığını düşündüğü tüm anlam içerikli ifadeler değişmişti. Mavi gözlerindeki kurnazlık belirten ışıltı yerini bariz belli bir ilgi almıştı. Dudaklarına yapışmış olduğunu düşündüğü o alaycı gülümsemeyi de güzel, ilgili bir tebessüm istila etmişti. Sesinin tonundaki ‘Başın sıkışırsa elimden geleni bırak daha fazlasını yapmaya bile uğraşırım,’ tınısı bile seçiliyordu. Yani ne zamandır onu yerden yere vuran bu surat, şimdi bariz ona yardım teklifinde bulunuyordu. Baya baya bu adamın içinde henüz doğaya savrulmayıp, kuşların, karıncaların alıp götürmediği insanlık kırıntısı mevcuttu ve bu kırıntılar arada sırada Yağız’ın ilgili bir insan gibi davranmasını sağlıyordu. Gerçi pazarda adamın yaptıkları için de aynı yorumu yapabilirdi.  Sadece “Teşekkür ederim,” diyebilmişti. Oturduğu koltuğa iyice gömülürken bakışlarını bu kez dışarıya yöneltti.

 Gözleri hızla geçtikleri binaları tararken aslında onun hakkında düşünmeden peşin hükümler verdiğini düşünmeye başlamıştı. Gerçi o da aksi için fırsat vermemişti. Başta bu şekilde davransaydı ne olurdu sanki? Şu an hissettiği gibi karışık hissetmezdi belki. Şu inanılamayacak şekilde ona haksızlık ettiğini düşünüp vicdanının o cılız sesiyle boğuşuyordu. Düşündüklerinden habersiz, yanında rahat tavırlarla araba kullanan adama baktı. Vitesi büyütürken kendisine bakıldığını anlayan adam da ona bakarak gülümsedi.

 “Sarıkamış oldukça küçük bir yer. Hâliyle senin gibi birinin ihtiyaçları için büyük bir alışveriş merkezi yok. O yüzden Kars’a gidiyoruz. Yani sakın seni kaçırdığımı falan düşünme.”

 Adamın söylediklerini dinlerken aslında yüz ifadesini inceliyordu. Biraz önceki bekletilmenin etkisiyle öfke ve kapris tanrıçası hâlinde olsaydı onun bu basit laflarına  sinirlenir, üstüne laf söylerdi. Tabii bunun üzerine Yağız da söylerdi. Durur mu?! O durmazsa Naz niye duracaktı. O da söylerdi. Sonra Yağız, Naz, belki tekrar Naz…

 Hâlbuki ne kadar basit kelimeleri bir araya getirip cümle kurmuştu. Şöyle bir düşününce, adam onu o kadar çok sinirlendirip kafasını bozuyordu ki en basit, normalde kızmayıp gülüp geçeceği şeylere bile olmayacak laflar söylerken buluyordu kendini. Ayrıca bu adamın, kendisinin sinirinde boğulmaya başladığı anlardan fazlasıyla zevk aldığını da anlamıştı. Bunları düşünmeden bir kez onun laflarına takılarak gülüp geçebilir miydi?

 “Sorun değil. Öyle bir şey gelmedi aklıma. Biliyorum ki beni kaçırıp başına bela almayacak kadar akıllı bir adamsın,” derken gerçekten de kendisini sakin hissediyordu. Belki ona alışıyor olmasından, belki de fark ettiklerinden… Bunu an içinde çözemese de sebebi ne olursa olsun bu iyi bir şey olmalıydı.

 Bu fark ettikleri insanlık için küçük olsa da Naz için baya büyük bir adımdı. Şimdi sakin kafayla da düşününce adamın eline çok fazla koz vermişti. Neden bu adam onun sinirli hâliyle eğlenirken o da kendini tutup sinirlenmek yerine biraz akışına bırakmıyordu? Yani adam ona aksi bir laf ettiğinde, adamın dediği kişiliğe bürünmüş ya da onları yapmış mı oluyordu?

 Yanlış bir başlangıç yapmışlardı. Gerçi henüz başlangıç yapmış sayılmazlardı. Ne de olsa bir ileri üç geri gidiyorlardı. Hiçbir şey için hiçbir zaman geç değil düşüncesiyle yerine gelen keyfini biraz daha şımartmak için parmaklarının ne zamandır ezberlediği radyoya yöneldi. Artık güzel bir müzik ve şımarttığı keyfiyle, yol boyunca yapacağı alışverişi düşünebilirdi. Kıyafet alışverişinden çok farklı olacaktı şüphesiz. Pazar alışverişinden de öyle… Ama alışveriş, alışverişti sonuçta. Her türlüsü zevkliydi.

 Gözleri yoldayken arada ona bakmaktan alıkoyamıyordu kendini  genç adam. Bu kadınlar böyle kaza yaptırırlardı adama. İster istemez arada gözleri ona kayıyordu. Sürekli radyo kanallarını değiştirirken o  güzel dudaklarından bıkkın nefesler veriyor, sonra azimle hazine bulacağına inanan bir defineci gibi değiştirmeye devam ediyordu.

 “Bıkmadın mı artık? Kaç tane radyo kanalı gezdin hâlâ kendi müzik zevkine göre bir yer bulamadın,” diye sormadan edemedi.

 Önce o kadın bakışlarını kendisine çevirdi, sonra da oyun arkadaşı bulamamış ve canı çok sıkılmış bir çocuk gibi öpülesi dudaklarını büzdü. “Hayır bulamadım. Çekim gücünün sınırlı olduğu bu yolda fazla bir şey beklememeliydim zaten,” diyerek gerçekten çok sıkılmış bir tavırla radyoyu kapatıp arkasına yaslandı.

 Onun bu hâline Yağız bir an gülse de, birlikte yaptıkları bu yolculukta sıkılmasını istemiyordu. Beraberlerken hiçbir zaman sıkılmasını istemiyordu aslında… “Asma suratını. Yolumuz daha uzun. Madem çok fonksiyonlu bir adamım senin için hem radyo kanalı hem de o kanalın assolisti olabilirim. Yani sanırım…”

 Sanırım mı? Aslında bunları söylemeyi hiç düşünmemişti. O iri, yeşil hareli gözler ona bakarken ağzından çıkanlar cidden kulaklarına sonradan ulaşmıştı. Ama söylediklerinden sonra kadının o tatlı dudaklarındaki gülümseyişiyle, söylediklerinin üzerinde çok durmadı. Altı üstü şarkı söyleyecekti. Birden aklına gelen bir şeyle ufak bir kahkaha attı.

 “Bu kadar komik olan ne?”

 Yol ile Naz arasında gidip gelen bakışları bir kez daha Naz’ı buldu. Naz merakla kendisinden gelecek cevabı bekliyordu. “Pazarda söylediklerin geldi aklıma. Pazarcıya da yalan söylememiş olursun. Baya baya serenat yaptıracaksın bana. Bir tek balkonumuz eksik.”

 Bunun üzerine Naz da gülmeden edemedi. Bu kadın kendisine gülümsediğinde nedense kendisini bir süre için neşeli ve dünya sıkıntısından soyutlanmış hissediyordu. Her hak edenin yanına böyle bir kadın şarttı!

 “Sen şarkı söylemek konusunda ciddisin,” dedi bu kez Naz inanamayarak. Ama yüzündeki gülümseme yerli yerindeydi.

 “Gayet ciddiyim. Madem sohbet değil de müzik istiyorsun, bir süre de radyo olalım. Çok mu yani? Ne söylememi istersin senin için,  yoksa benim repertuarımdan mı olsun? Hatta dur… İstek parçanızı ve mesajınızı yazın; Yağız’a yollayın sesinizi Naz’a duyurun.”

 Bu adamın yaptıklarına inanamıyordu. Gerçekten bu uzun yolda kendisi için şarkı mı söyleyecekti? Söyledikleri o kadar hoşuna gitmişti ki ona ayak uydurmadan edemedi.

 “Bugün mırıldandığın o Fransızca şarkıyı söyle o zaman da bu söylediğim yalandan tamamen kurtar beni. Dur bir dakika… Bu şarkı, benden İstanbul’daki aileme, dadıma, tüm dostlarıma, âşık olduğum tüm o sokaklara, boğaza, İstiklal Caddesi’ne, Sultan Ahmet Meydanı’na, Galata Köprüsü’ne, Kız Kulesi’ne… Ah tamam tüm İstanbul’a gelsin. Öğretmen maaşlarına isyan eden tüm öğretmen ve öğretmen adaylarına da.”

 Öğretmenliği kesinleştiğinde Naz’ın kuşkusuz ilk baktığı şey maaşı olmuştu ve dudağı uçuklamıştı. Ama dehşetten! Bir elbisesine bile anca yeterdi  o para tabii ucuzlukta bulursa…

 “Vay be liste baya uzun. Unuttuğun var mı?”

 Kendisine ne kadar güzel uyum sağlamıştı bu kadın. Onunla sadece didişmek değil, bir arabada yanındaki koltuğu paylaşırken önemsiz bir sohbet içerisinde saçmalamak bile güzeldi. Şu an gözlerini devirmiş, sağ elinin işaret parmağını pembeleşmiş alt dudağına hafifçe değdirirken ciddi bir iş yapıyormuş gibi dursa da Yağız için bir elma şekeri kadar tatlıydı. Dışı sert olsa da içi tazecik… Aradığı şeyi beyin kıvrımlarından başarıyla çıkarmış gibi parmağını şıklattı.

 “Bir de yeni hayatlarında, kendi ayakları üzerinde durmaya çalışanlara.” Yağız da onayladı. “Yani bize,” diye şarkıyı mırıldanmaya başladı.

 Yanında oturup, direksiyona parmaklarıyla vurarak ritim tutan, arada çekinmeden kendisine bakışlar atan bu adamı izlerken kendisini garip bir şekilde neşeli ve onun sesine kapılmış hissetti. Ne zaman olduğunu anlamadığı öyle bir an olmuştu ki dudaklarına mutlu bir tebessüm yapışmış, parmakları ise onun izninin dışında hareket ederek ritim tutuyordu. Bu da yetmezmiş gibi dudakları da ona eşlik etmeye başlamıştı. Yağız Fransızca bildiğini belli eden vurgularla şarkıyı usta bir şekilde söylerken Naz onun akışına kapılmıştı.

 Bu adamla yaşadığı birkaç günlük geçmişi bir kenara bırakırsa, hayatının içinde kendini yabancı hissettiği şu iki üç haftada hissetmediği kadar neşeli ve umursamaz hissediyordu şimdi. Bir o kadar da rahat… Yağız’ın sesi ondan beklemediği kadar hoş bir tınıya sahipti. Evet, kesinlikle şu anda vücudundaki tüm sinirleri ayaklandıracak kadar hoş bir tınısı, bu da yetmezmiş gibi kadın erkek fark etmeden delirtecek ve baştan çıkaracak derecede mükemmel bir Fransız aksanı vardı. Bu aksana sahip olmak için baya uğraşmış olması gerekiyordu. Acaba sabah söylediği gibi diğer Fransız işlerinde de bu kadar iyi miydi?

 Düşündüğü şeyi bir kenara atmaya uğraşırken yine kendisine sinirlenmeye başlamıştı. Her şey iyi giderken, yani şu beş on dakikadır, hemen berbat olması şart mıydı? Bu adam yüzünden, olaylara verdiği tepkilere ve hâliyle kendisine de sinir oluyordu! Kendisine bu derece sinirlenmesine neden olduğu için ona da sinir oluyordu! Hâlbuki şu anda bu adam şarkı söylemekten başka hiçbir şey yapmıyordu. Ama şimdi yapmak istediği tek şey onun neşesine eşlik etmekti.

 Şarkının bitmesiyle genç adam bakışlarını yoldan ayırarak Naz’ın gözlerinin içine baktı. O hareli gözlerdeki tüm farklı tonları ayrı ayrı keşfetmek istese de anın verdiği imkânsızlıkla bakışlarını tekrar yola çevirdi.

 “Beni şaşırttın. Gerçekten Fransızca biliyorsun. Bu şarkıyı son zamanlarda herkes ezbere bilse de, Fransızcaya hâkim olduğun aksanından belli. Ayrıca asker bir adamdan böyle hoş bir ses tonu beklemezdim. Beni gerçekten şaşırttın,” diyerek genç kadın hayranlığını belli etti.

 “Teşekkür ederim. Hakkımda iyi düşünüp şaşırman ne kadar hoş. Hiçbir askerden böyle bir ses tonu bekleyemezsin zaten. Askerlere emir verirken böyle bir ses tonunu kimse kullanmaz. Sonuçta emir veriyoruz. Sohbet etmiyoruz. Düşünsene o hâlimi.”

 Naz birden kahkahayı koyuverdi. “Kesinlikle o hâlini düşünemiyorum. Bir yığın asker ve sen… Bu şekilde emir verirken… Yine de, benim kişisel kanaatim tabii bu, hepsini muma çevirirdin.”

 Naz’ın söylediklerine istemeden o da gülmüştü. Birlikte öyle bir şey yapsa kesinlikle dillere düşerdi.

 “Enteresan.”

 “Askerlere o şekilde emir verdiğimi düşünmen mi? Fransızca bilmem mi? Yoksa şarkı söyleyebilmem mi?” Genç adam bakışlarını bir an tekrar yanındaki kadına çevirdiğinde onun yüzündeki ciddi ifadeye rağmen yerini koruyan tebessümünde takılı kaldı.

 “Hayır. Hayat,” diye cevap verdi genç kadın. Yağız devam etmesi için bekledi ve Naz devam etmekte gecikmedi. “İyi derecede Fransızca biliyorsun, belki de anadilin gibi. Bazen… Hayır, çoğu zaman sinir bozucu olsan da kabul, yakışıklısın. Kim bilir kimlerin canını yaktın? O kadar eğitim almış ve yüzbaşı olmuşsun. Ama şu an buradasın.”

 Söyledikleri o kadar doğruydu ki. İşte hayat. İnsanın ne zaman, nerede ve ne yapacağı, karşısına kimleri çıkaracağı hiç belli olmuyordu. “Çoğu erkeğin aklını başından alacak derecede aşırı bir güzelliğe sahipsin. Bir o kadar da kaprisli bir kadınsın. Aynı zamanda zenginsin de. Dün pek çok yurt dışı gezisi yaptın belki. Ama kendine fazla güvenen bir kadın olarak, yeni bir hayata tek başına başlamak için oldukça zor bir yerdesin. Buradasın,” diyen adamın yüzünde anlayışlın bir tebessüm vardı.

 Naz iç geçirmeden edemedi. “Hayat, gerçekten çok ilginç.”

 “Haklısın,” derken Yağız’ın tebessümü kadını rahatlatmak için yerli yerindeydi.

 ***

Zevkli geçen yolculuk sonrasında, ulaşmak istedikleri yere ulaşmışlardı. İkisi de oldukça neşeliydi. Naz, Yağız’ın yol boyunca gösterdiği çaba sonucu gerçekten de neşeli kahkahalar atıp kendisini Yağız’a bırakmıştı. Her erkeği böyle bir durum mutlu ederdi ve öyle de olmuştu. Yağız’ın da o anki neşesine diyecek yoktu. Şimdi o eğlenceli yolculuk yerini başka bir eğlenceye bırakacaktı.

 Yağız, Naz’ın daha önce market alışverişine çıkmadığını tahmin edebiliyordu ve oldukça eğleneceğini umuyordu. Tabii ki eline geçen hiçbir fırsatı kaçırmayacaktı. Bunları düşünürken gülümseyerek, kontağı kapattı. Naz da montunu giymeye uğraşıyordu.

 Arabadan indiklerinde soğuk Kars havası yüzlerine vurdu. Naz hemen ellerini cebine sokarken, Yağız ise rahat bir tavırla onun yanına geldi ve beraber giriş kapısına doğru ilerlemeye başladılar. Naz’ın birden durmasıyla Yağız ona doğru döndü.

 Genç kadın bir yandan havanın soğuğuna dayanmaya uğraşırken bir yandan da söylemek istediklerini zihninde toparlamaya çalışıyordu. Yolculuk boyunca bu konuyu çok düşünmüştü. Yanlış bir başlangıç yapmışlardı. Adamla sürekli didiştiklerinden, onunla sohbet ederken başlangıçta nasıl hissettirdiğini anlayamamıştı. Onunla normal bir şekilde sohbet etmek bir anda soğuk bir havadan kendini can havliyle sıcacık bir odaya atmak gibiydi.

 “İkimiz de şunun farkındayız ki, ya da sadece ben farkındayım, seninle yanlış şekilde başladık. Gerçi senin de durumu kolaylaştırdığın söylenemez. Sence yol hâlâ yakınken, komşuluk kelimesinin hakkını verebilir miyiz seninle?”

 Karşısında üşüdüğünü belli ederek pembeleşmiş yanaklarıyla kendisine bakan bu kadın şu an o kadar çekici görünüyordu ki. Topuzundan firar eden saç tutamları soğuk rüzgârla her bir saniye oynaşırken, gözleri merakla ondan gelecek cevabı bekliyordu.

 “Komşuluk? Benim bildiğim birbirlerini tanımayan komşular, birbirlerinin evinde kalmazlar,” dedi Yağız inatla.

 “Haklısın. Dediğim gibi yanlış başladık ve komşuluk kavramını biraz aşmış olabiliriz. Ama dairelerimizin karşılıklı olması hâlâ kapı komşusu olduğumuzu gösterir.”

 Naz, montunun içine biraz daha gömülebilmek için çaba sarf ediyordu. Ne olursa olsun bu adamla anlaşmaya varmadan içeriye girmeyecekti. Bu kez o kadar çabuk sinirlenip pes etmeyecek, o ilgili adamı, arkasına saklandığı maskesini düşürecekti.

 “Biraz değil baya aştık,” dedi adam inadını kırmadan.

 Pes etmek yok Naz!

 “O zaman belki arkadaş olabiliriz. Ne dersin? Seninle arkadaş olmak çok da zor olmasa gerek,” derken azimliydi.

 “Galiba komşu olmak sana oldukça zor geldi.”

 Naz ne kadar uğraşırsa uğraşsın, tüm çabalarının bu adam tarafından hiç umursanmadan hiçe sayılmasıyla sinirleri gerilmiş yaylar gibi gerilmeye başladıklarının sinyallerini vermeye başlamıştı. Kendi kendine tekrar etti. ‘O adamı gördün Naz o ilgili adamı gördün! Görüntüye aldırma, seni yıldırmasına izin verme.’ Derin bir nefes alırken ciğerlerini yakan soğuk havaya aldırmadan, sakin görüntüsünü korumaya çalışarak devam etti.

 “Kedi köpek gibi didişmeyi biraz olsun bırakabilir miyiz?” dedi bakışlarını bir an devirerek; ama karşısındaki adamın söyledikleriyle bakışlarını onun gözlerine sabitledi.

 “Burada sanırım köpek sen oluyorsun. Benim kedi olduğum konusunda hemfikirdik hatırladığım kadarıyla.”

 Bir derin nefes daha alırken, kendini sakinleştirmek için iç sesi konuşmaya devam ediyordu. ‘Bu adama taviz verme Naz! Ha gayret, ikna edene kadar biraz daha dayan.’

 Başını olumsuz anlamda sağa sola sallayarak konuşmaya başladı. Yanakları soğuktan kızarmışken ne kadar hoş göründüğünün o an içerisinde tek farkında olan kuşkusuz Yağız’dı. Bu kadın bir şeyler anlatmaya çalışsa da onun söylediklerinden çok çabasını izlemek zevkliydi.

 “Söylediğim kelimelere değil de kelimelerin altında yatan anlama odaklanırsan sevinirim.”

 “Peki,” diyerek onayladı genç adam.

 “Ne diyordum?”

 “Kedi köpek,” diye yanıtlamakta gecikmedi genç adam. “Tamam. Edi ve Büdü diyelim o zaman,” derken Naz sinirlerinin kopma noktasına geldiğini seziyordu. Buz gibi olmuş ellerini cepleri içinde yumruk yapmıştı. ‘Naz tırnaklarını çıkarmanın âlemi yok. Biraz daha sabır.’

 “Bu da bizi bir çift yapar - genç kadının yüzündeki bıkkın ifadeyle adam sözlerini toparladı - Tamam, tamam. Özür dilerim. Devam et.”

 ‘Önce gözlerini oymakla başlayacağım ki bir daha bana bu şekilde bakamasın. Sonra sıra o kendini beğenmiş sırıtışına gelecek. Onu da oradan sökersem… Naz dur! Yoksa adamı kafanda öldüreceksin ve kuşkusuz gerisi gelecek.’ İç sesini susturmanın zorluğuna bir an kendisi de inanamadı. Ama başarmıştı yoksa ya kendisi içten içe sinirden cinnet geçirecekti ya da bu adamın katili olarak gençliğini birkaç metrekarelik hücresini oradan oraya arşınlayarak geçirecekti. Demek ki cinnet geçirenler boşuna geçirmiyordu. Ama bu kesinlikle son çabası olacaktı. Bu da bir şeylerin değişmesi için yeterli olmazsa kesinlikle bir kez daha uğraşmayacaktı ve bu adam onun dişli hâlinden hiç hoşlanmayacaktı. ‘Son bir çaba!’ diyerek telkin etti kendini  ‘Son! Yoksa atla üstüne!!’

Dişlerinin arasından zorla çıkan kelimelerle konuşmaya başladı.

 “Bak Yağız. Anlayacağın dilde konuşayım. Sen kendi mevziinde kal. Ben de kendiminkinde. Durup dururken üçüncü bir dünya savaşı çıkarmanın âlemi yok. Sence iki aklı başında insan gibi arkadaş, komşu ya da… En azından bir şeyler olmayı başarabilir miyiz? Kanlı bıçaklı olmak dışında bir şeyler.”

 “Çıkmadık candan umut kesilmez arkadaşım. Madem böyle düşünüyorsun bir yerden başlamak lazım. Neden o zaman şimdi olmasın ki.”

 Allah biliyor ya bu kadınla zerre kadar arkadaş olmak istemiyordu. Olmak istememekten ziyade onunla arkadaşlık olabileceği düşüncesi atomun parçalanması gibi imkânsızdı. Gerçi o bile parçalanmıştı; ama şu kadın çabasından bir türlü vazgeçmemişti. Demek arkadaş olmak istiyordu. En azından deneyebilirlerdi de bakalım bu günün sonunda onunla bir daha arkadaş olmak isteyecek miydi? Beraber alışveriş merkezinin otomatik kapısından girerken Naz’ın durmasıyla o da bir kez daha durdu.

 “Madem şu an yeni bir şeylere başlıyoruz. Mesela bir alışveriş arabası alarak başlayabiliriz,” diyen Naz’ın kendisine göz kırpmasıyla düşüncelerinden uyandı ve dediklerine itaat ederek alışveriş arabalarının olduğu tarafa yöneldi ta ki kadının bir sonraki sözlerine kadar. “Peki, alışverişe nereden başlayalım?”

 Yarı yolda durup Naz’a döndüğünde, etrafı araştıran gözlerle tarayan bir Naz’la karşılaştı. “Bana bunun ilk olduğunu söyleme.” Kadının yüzüne buruşturan ifadesiyse düşüncelerinin gerçekliğinin ispatıydı. “Kıyafet alışverişinden başka alışverişe çıkmadığını bilmeliydim. Neyse arkadaşım, donmuş gıdaları en son alalım gerisinin sırasının pek bir önemi yok.”

 ***

 Yüzündeki gülümseyişi bir türlü silemiyordu. Alışverişe başladıklarından beri adımlarını attıkları her reyonda Naz ellerini bir şeylere atmaktan geri kalmıyordu. Evet, evine yeni yerleşen birinin bu marketteki her türlü şeye ihtiyacı olurdu; ama Naz reyonu kıyafet alacakmış gibi süzüyor, ardından gözlerini kısıp sanki avıymış gibi inceliyor, hiç vakit kaybetmeden iki eline de farklı iki ürün alarak arka yazılarını okuyordu. Yağız her reyonda aynı şey olursa kesin yatıya burada kalacaklarını düşünüyordu. Uzaktan onları inceleyen evli bir çift olduklarından şüphe etmezdi.

Naz, bir ürünü bile almak için saatlerce vakit harcayan evin hanımı, Yağız ise o an eşine sonsuz sabır gösterip şu ayağı sürekli sağa çeken alışveriş arabasını itekleyen evin erkeğiydi.  Ne kadar bu hâllerine gülse de böyle giderse bu arkadaşlık işinden sıkılıp sözleriyle sataşmaya başlayacaktı. Aslında şu an kendisini tutmakta oldukça zorlanıyordu. Ama söz verdiği gibi biraz olsun deneyeceklerdi. Ama kadının bunu bozması hâlinde o devam ettirmek için kesinlikle uğraşmayacaktı. Gerçi şu anki hâlleri içten içe hoşuna gitmiyor da değildi. Böyle giderse bu nazlı öğretmen evli çift olayına da çabuk alışırdı. Ama asıl durum biraz dehşet vericiydi; çünkü genç adam gerçekten de içinde bulundukları durumdan feci hâlde zevk almaya ve onu alıştırmayı planlarken bu duruma kendi kapılmaya başlamıştı. Madem kendisi bu kadar kapılıyorsa, onu da kendi akışında sürükleyebilirdi.

 Naz elindeki temizlik malzemesine bakıp, arabaya doğru döndüğünde ilk fark ettiği şey iki kızın Yağız’ı süzüyor olduğuydu. Yağız’a bakıp, kendi aralarında konuşuyor hatta üstüne üstlük kaçamak bakışlarındaki beğeniyle alenen Yağız’ı kesmek suretiyle ufak parçalara ayırıyorlardı. Bir an için gözleri kısılan Naz, kızları bakışlarıyla ablukaya aldı. Kızların gözlerindeki flörtöz parıltı Naz’ın gözlerini kamaştırmıştı. Sanki gerçekten gözleri kamaşmış gibi bakışlarını biraz daha kıstı. Bunların reyondaki ürünlerle falan ilgilendikleri yoktu. Ayrıca bu kızlar… Evet evet bu kızlar peçeteleri aldıkları reyonda da oradalardı. Şampuan alırlarken de öyle. Kızları uyumsuz kıyafet zevklerinden tanımıştı. Hadi ama! Bu kızlar gerçekten de yanındaki bu adamı ke-si-yor-lar-dı!! Onun yanındaki adamı hem de! Bu yüzden  Yağız’ın, aklındaki düşüncelerin sebep olduğu hülyalı bakışlarla kendisini izlediğini bile fark etmedi.

 Kızların bakışları, onu hiç ummayacağı kadar rahatsız etmişti. Bakışlarını, masum bir şekilde alışveriş arabasının yanında, gülümser bir yüzle kendisini seyreden adama çevirdi. Adam kızları fark etmemiş olacak ki hâlâ kendisine bakıyordu. O  kızların bakışlarından son derece rahatsız olmuş ve neden olduğunu anlamadığı bir şekilde kıvranırken, bu adam her şeyden habersiz yüzündeki çapkın ama bir o kadar da masum bir tebessümle kendisini seyretmeye devam ediyordu. Hem bu kadar tehlikeli derecede yakışıklı hem de bu kadar masum görünebilmeyi nasıl beceriyordu acaba?

 Aslında sorulması gereken asıl soru bu değildi? Neden bu bakışlardan o kadar rahatsız olmuştu? Gerçi cevabı da gayet açıktı. Bu adamla ilgili her şey, kıl, tüy, yün ama her şey onu rahatsız ediyordu. Kızlara ufak bir bakış attığında kızların ellerinde bir takım ürünler olmasına rağmen ürünleri değil de reyondaki başka bir ürün gibi YANINDAKİ adamı inceliyor olmaları pek de hoş değildi. Dünyanın en garip ki yanındaki adam için daha uygun bir tarif bulamamıştı, adamı dahi olsa kimse onun yanındaki adamla flörtleşmek için fırsat kollayamazdı. Eğer flört etmek gibi bir ihtimal varsa bunu sadece Naz yapabilirdi. Ve flört etmeyi bile bilmeyen bu kızlara tam olarak karşısında duran bu adamla flört etmek ne demekmiş gösterecekti. Tabii durup bu adamla flört etmeyecekti. Ama bu kızlar koşar adım burayı terk edeceklerdi.

 Yağız onun bakışlarını takip ederek başını çevirdi. Ürünler değil de kendisi daha dikkat çekiciymiş gibi iki reyondur peşlerinde olan bu kızları tekrar görmezden gelerek Naz’a döndü. Bu kez o da kendisine bakıyordu. Elindeki ürünle beraber Yağız’a yaklaşarak tam yanına gelince durdu. Gözleri kısık, dudakları hafif büzülü ama ufak da olsa tebessüme sahip ve başı hafif eğik… Henüz anlamlandıramadığı bir şekilde bu manzaraya kapılan Yağız, onun koluna girdiğini çok sonra fark etti. Kollarını hafif yukarı kaldırdığı kazağının açıkta bıraktığı tenine değen, kendi sıcaklığından daha düşük sıcaklığa sahip o eller sanki tüm vücudunu ayaklandırmak için uğraşıyordu. O sıcaklığı hissettiği yerden tüm vücuduna yüksek voltajda elektrik yükleniyormuş gibi tüm kasları gerilse de bunu fark ettirmemeye çalıştı. Çünkü görünürde bu kadının yarattığı yüksek gerilimden haberi yoktu.

 “Sence… Bunu da almalı mıyım, karar veremedim. Sen bu konuda daha tecrübelisin.”

 Naz yeşil gözlerindeki kıvılcımla gözlerinin içine bakıp, kolunu daha çok kavrarken kafasında kurduğu tüm dengeler hatta şu arkadaş zırvalığı, her şey tuzla buz oluyordu. Genç kadın cevap bekler gibi gözlerinin içine bakarken soruyu tamamen unutmuştu.

 “Hangi konuda?”

 Kadının büzdüğü dudaklarındaki o tatlı ifade yerini kışkırtıcı bir gülümsemeye dönüşürken, bakışlarını o dudaklardan ayıramıyordu. Aklında dönen tüm düşünceleri şimdi, şu anda, acilen toparlaması gerekiyordu.

 “Her konuda…”

 Evet. Bu kadının bilemediği konularda bile Yağız’ın çok fazla tecrübesi vardı ve böyle bakmaya devam ederse hiç şüphesiz birkaç tecrübesini öğretmek için büyük bir özveride bulunacaktı. Birinin bu kadına ulu orta, erkeklere bu şekilde davranırsa sonuçlarının ne olacağını öğretmesi gerekiyordu ve bu işin sonu kesinlikle yatakta biterdi.

 Naz’ın elindeki paketin yere düşmesini fırsat bilerek, hemen toparlandı ve eğilerek paketi yerden aldı. Tekrar doğrularak, paketi Naz’a uzattığında Naz’ın yüz ifadesi, biraz önce kapılıp gittiği, hayallere daldığı ifadeden çok uzaktı.

 “Bu reyondan artık gidelim. Bunu almaktan vazgeçtim,” diyerek elindeki paketi rafa koyan bu kadın biraz önce onunla alenen flört mü etmişti? Arabayı çevirip, biraz önce kızların olduğu tarafa doğru yöneldiğindeyse fark ettiği şey orada durup kısmen kendisine bakan iki kızın koşar adım reyonu terk ettiğiydi.

 ***

 ‘Yağız kıyafet reyonuna da bir göz atalım mı?’ derken, Yağız Naz’ın bu soruya cevap beklemediğinin farkına varmamıştı ve Naz bir anda gözden kaybolmuştu. Yağız’a da özellikle beyler için bu reyona koyulduğunu tahmin ettiği puflara oturup beklemek düşmüştü. O kadar ülke gezip, alışveriş merkezi talan etmiş bir kadının burada bulduğu şeyleri beğeneceğini düşünmese de Naz onu yanıltmıştı. Kıyafetlerin hepsine kabataslak göz gezdirip yorum yapmayı ihmal etmiyordu. ‘Çok salaş, mm hayır hayır fazla demode, çok düz, çok abartılı, boğazı çok kapalı…’ Bunun bir ortası yok muydu acaba?

 Durup onu bu şekilde seyrederken, onun bu kendinden geçmiş hâline gülmeden edemedi. Gözlerini ondan alamıyordu. Son derece doğal hareket ediyordu. Naz kendini o denli kaptırmıştı ki, bir şeyler deneyip kabinlerden çıktıktan sonra soluğu aynanın karşısında aldığında aynadaki aksiyle konuşuyordu. Hatta durup farkında olmadan Yağız’a bile fikrini sormuştu. Yağız’da hiç bozuntuya vermeden fikrini söylemişti. “İçinde kaybolmuş gibisin,” dediğinde Naz aynada kalçalarına tekrar bakıp “Haklısın gerçekten de hatlarım içinde kaybolmuş,” diyerek üzerini çıkarmıştı. Sonuç olarak o kadar vakti o reyonda geçirmelerine rağmen hiçbir şey almadan reyondan çıkmışlardı.

 ***

 Naz’ın “Aa hayır bu reyona girmeyelim,” demesiyle Yağız reyonu şöyle bir süzdü. Ona göre hava hoştu; ama kadının yüzündeki ifade o kadar komikti ki üstüne gitmeden edemedi. “Emin misin?”

 “Evet eminim.”

 Yağız reyonun girişinde durdu. “Siz kadınların sık sık tatlı krizlerinizin olduğunu sanırdım. Gerçekten emin misin?”

 Sıkıntıyla nefes veren Naz, ne kadar dursa da o çikolata ve şekerlemeler parlak ambalajları içinde kendisini acımasızca gülümseyerek günaha davet ederken, onlara uzanan nefsine engel olamayarak kendini reyona attı. “Ne vardı sanki geçip gitseydik buradan.”

 Bir yandan söyleniyor bir yandan da söylediklerinin aksi bir tavırla gözleri bir sağda bir solda oynuyordu. Yağız da arabayı reyondan içeri yönlendirerek durup Naz’ın bir şeyler almasını bekledi. Sonra “Benim bile canım çekti. Kendime bir şeyler alıyorum, sana da almamı ister misin? Ben ısmarlıyorum,” diye seslendi.

 Naz ise iki elini gerçekten dehşete kapılarak, yanaklarının iki yanına dayamış ve gözlerini kapatmıştı. Ondan ses gelmeyince Yağız, yöneldiği raftan ona doğru döndü ve birden bebeklik hâline dönmüş bir kadınla karşılaştı. Şu an bu raflardaki şekerleme ve çikolatalardan daha tatlı görünüyordu. Kırmızı dudakları bebeklere özgü bir tatlılıkla büzülmüş, elleriyle sıkıştırdığı o beyaz yanakları al al olmuştu. Gençliğin güzelliğiyle parıldayan gözlerini göz kapakları ne kadar saklasa da onların yeşilliğini Yağız çok net olarak biliyordu. Genç kadın gözlerini açıp Yağız tarafından incelendiğini fark etmeden gözlerini rafların tamamında bir çırpıda gezdirerek konuşmaya başladı.

 “Dadımın neden benimle alışverişe çıkmak istemediğini bir kez daha anlıyorum. Her zaman, her çikolataya atladığımı söylerdi. Yıllar geçerken bu huyum hiç mi değişmedi benim?!”

 Dudaklarından dökülen oflamalarla, gözünü kestirdiği çikolataları alıp arabaya koydu ve hemen Yağız’ın koluna yapıştı. Yağız ise her reyonda karşısına çıkan farklı bir Naz’la yüzleşmenin karışıklığını yaşıyordu. Bu kez koluna giren bu küçük kadının yüzünde, ebeveynini çekiştiren bir çocuk ifadesi vardı. “Yağız, bu reyondan bir an önce çıkmazsak ben hepsini almaya kalkışacağım ve düşünmem gereken faturalarım var. Benim yeni öğretmen maaşım hepsinin hakkından gelemez.”

 Büyük bir ihtimalle bu küçük kadın şu an onun koluna girdiğinin bile farkında değildi. Yağız, koluna dolanmış yumuşak elin kendisini sürüklemesine izin verdi. Donmuş gıdaların olduğu bölüme geçerek son alınacakları da hızla tamamlamaya başladılar. Naz, değişik çeşitlerde birçok köfte ve hazır gıdaları arabaya koyarken Yağız onu durdurma ihtiyacı hissetti. Bunların hepsini almaya kalkarsa obez olması kaçınılmazdı. “Bu kadar hazır yiyeceği almak yerine, yemek yapmak hiç geldi mi aklına?”

 Naz ona bir hışım döndüğünde yüzünde bilmiş bir gülümseme vardı. “Yemek yapmayı bilseydim bu kadar yiyecek şu an arabada olmazdı. Öğrenene kadar bunlarla idare etmek niyetindeyim. Gerçi bugün pazardan meyve sebze aldık; ama olsun. Bunları buzluğa atarım. En azından yemek yapmaya kalkışmadığım sürece elimin altında olurlar.”

 “Hazır çorbaları da çok aldın zaten. Hâline üzülmedim değil. Arada yemeğe bana gel bari.” Gülerek söylediği bu sözler Naz tarafından da bir gülümsemeyle karşılandı. “İnan her dediğine hayır derim; ama bu teklifin çok cazip. Yaparsan hayır demem.”

 Naz yüzündeki gülümsemeyle alışveriş arabasına bakarken arkadaşlık işinde iyi ilerlediklerini düşündü. Gerçi ufak tefek aksilikler olsa da hiç de fena değillerdi.

 “Bakliyat reyonuna uğramayı unuttuk. Oraya da uğrarsak tüm ihtiyaçların bitmiş olacak diye umuyorum. Hadi biraz acele edelim de donmuş olanlar tam çözünmeden eve gidelim.”

 ***

 Bir elinde ince bulgur diğer elinde kalın bulgur paketi tutarken,  genç kadın bu iki bulgur çeşidinin arasındaki farkı düşünüyordu. Yani biri diğerinden boyut olarak farklı olunca ne değişiyordu ki? İnce bulgur ile yapılan bir yemek kalın bulgurla yapılsa ne değişirdi? Gerçi henüz hangi yemekte hangisinin kullanıldığından da bir haberdi; ama öğrenecekti. İnternet bugünler için vardı. Çok uzun süre o durumda kalmış olacak ki çok sonra tam yanında, omzuna doğru eğilmiş olan adamın nefes verdiğini fark etti. Omzunda hissettiği ılık nefesle ürpererek düşüncelerinden sıyrıldı.

 “Bu ne sınıf ayrımı yapar gibi? Bulgur sonuçta kalın olsa ne olur, ince olsa ne olur? Bu ayrımcılık mutfağımıza kadar geldiyse, zencilerin başkaldırışını yadırgamamak lazım.”

 Bıkkın bir nefes verirken gözlerini kapattı. Ev için şu mu olsun, bu mu olsun, şununla ne yemek yapılır?.. Sorularını o kadar çok düşünmüştü ki başına ağrılar girmişti. Aynı zamanda da çok sıkılmıştı.

 “İnce kalın derken konuyu nasıl sınıf ayrımına getirdin hayret. Bir kere zencilerin başkaldırışlarını bir beyaz olarak destekliyorum. Ayrıca… Beyaz siyah ayrımı diye bir şey olmamalı. Hepimiz insanız ve her şey bizim için. Ayrım yapacaksan iyi insan ve kötü insan olarak ayrım yapabilirsin. Diğer kategoriler teferruattan ibaret.” Bunları söylerken adamın yüzünde ne kınayan ne de kızgın bir ifade vardı. Yüzündeki hafif tebessümle inandığı şeyleri söyler gibiydi. 

 “Peki, insanlar neden bu kadar çok sosyal sınıf ayrımı yapıyorlar dersin?”

 Sıkkın bakışlarla bulgurlara baktıktan sonra cevap bekler gibi başını adama doğru çevirdi. Adamın kendisine ne kadar çok yaklaşmış olduğunu fark etmedi; ama dışarıdan durum oldukça samimi gözüküyordu. Naz’ın sırtı adama dönük… Yağız ise onun omzuna doğru hafifçe başını eğmiş… Genç kadın başını hafifçe arkaya bıraksa adamın göğsüne yaslanabilirdi.

 “Bu sınıf ayrımlarıyla insanlar sadece kendi hayatlarını zorlaştırıyorlar; ama bunun önüne geçmek mümkün değil gibi gözüküyor. Eğer daha derinlere dalmadan elindeki paketlere dönsek daha iyi olur. Çünkü gerçekten derinlere iniyoruz,” diyen Yağız, Naz’ın önüne geçerek elindeki paketleri aldı.

 İnce bulgur paketini havaya kaldırdı. “İnce bulgurla köfte yapılır. Üzerinde de köftelik bulgur diye de yazıyor. Hatta hanımlar günlerinde bu bulgurla kısır yaparlar. Bazı yörelerde etli yaprak sarması ve biber dolması yapılır. Onun içerisine de ince bulgur konur. Kalın bulgurla da bulgur pilavı yapılır. Hatta bu bulgurlardaki sınıf ayrımının bir benzeri pirinçlerde de var. Eğer pilavının güzel olmasını istiyorsan baldo pirinç kullanmalısın. Pirincin yanında yapan da önemli tabii. Hatta pirinç pilavını tane tane yapamayan kız, evde kalır der büyüklerimiz.”

 Karşısındaki kadın, söylediklerini can kulağıyla dinlerken, hafif şaşırmış hâli oldukça hoşuna gitmişti. Anlattıklarından sonra kadın ince ve kalın bulgur paketlerini alışveriş arabasına koymak için yönelmişti. Onun arabaya doğru gidişini izlerken hafif bir kıkırdama sesiyle başını sesin geldiği tarafa çevirdi. Naz da sesi duymuş olacak ki o da başını çevirmişti.

 “Ah oğlum, alan almış güzel kızımı. Pilavı yapsa ne olur yapmasa ne olur artık. Ama doğru; pilavı tane tane olmayan kız evde kalır derler,” diyen yaşlı kadın tekrar gülmüştü.

 Söylenenlere şaşırmış olsa da gülmeden edememişti genç adam. Bugün onları birbirlerine yakıştırıp evli zanneden ne çok kişi olmuştu. Demek ki gençlere yardımcı olurken, evli çift imajına bürünmekte hiç zorlanmayacaklardı.

 İkisinin hafif şaşkın ifadesini gören yaşlı kadın, karşısındaki yakışıklı gencin yüzünde beliren çapkın gülümsemesinden cesaret alırken konuşmaya devam etti. Gerçi kocası konuşmaması için, ağzıyla söylemediklerini bakışlarıyla anlatıyordu; ama dayanamamıştı yaşlı kadın. Karşısında tatlı sert atışan, çok tatlı bir çift vardı. Genç adam karısına sabır gösteriyor, genç kadınsa kararsızlıkla paketleri alıp alıp geri bırakıyordu.

 “Alyanslarınızı göremeyince evli olmadığınızı düşünmüştüm; ama birbirinize bakışlarınız alyansa ihtiyacınız olmadığını gösteriyor. Yeni taşınıyorsunuz galiba? Baya alışveriş yapmışsınız,” dedi yaşlı kadın arabayı göstererek.

 Naz, kadına hâlâ şaşkınca bakıyordu. Neden bu adamla kendisini yan yana gören herkesin zihninde evli oldukları gibi bir düşünce peydahlanıyordu. Kendisi tek olduğunda kimsenin aklına evli olabileceği düşüncesi gelmezken, bu adamla bulgur muhabbeti yaparken bile insanlar evli olduklarını düşünüyordu. Kendisi eğlenilecek kızdı da, bu adam evlenilecek bir adam mıydı? Hem sokaktaki insanlar neden onun ağzına kadar dolu olan alışveriş arabasıyla ilgileniyordu ki. Kendisi bile dönüp bakmaya cesaret edemezken! Çünkü gerçek anlamda doluydu. Tam ağzını açacakken adam buna fırsat vermedi.

 “Çok mu belli ediyoruz? Malum yeni ev olunca her şey lazım oluyor.”

 Ne yani bu adam, verdiği sözü bozuyor muydu şimdi? Hani didişmek yoktu. Hani arkadaş olmayı deneyeceklerdi. Hani! Hani! Hani!

 “Siz gençleri de anlamıyorum. Bizim zamanımızda alyans takmak için tüm çiftler can atardı; ama sizler…”

 Kocasından uyarı dolu bir öksürük sesi işitse bile yaşlı kadın omuz silkip devam etti. “Neden takmıyorsunuz, anlamadım.” Yaşlı kadın öylesine sorduğu bu soruya gerçekten cevap bekler gibi bir tavır takınmıştı. Ne kadar yaşlı olursa olsun bu soruları sormak haddine miydi şimdi? Naz son zamanlarda hayatına ne kadar çok insanın karıştığını düşündü. İkinci kez ağzını açma girişimi de bertaraf edilirken sinirle gözlerini kapattı ve adamın söylediklerini dinledi.

 “Normalde alyans kullanıyoruz teyzeciğim; ama benim altına alerjim var. O yüzden takamıyorum.”

 Demek altına alerjisi vardı. Nasıl da tek ayak üzerinde yalan söylüyordu? İçindeki sesi çığlık çığlığa bağırıp köpürürken, bu kez o sesi dizginlemeye çalıştı. Yaşlı kadının bakışları kendisine çevrildiğinde bir cevap daha istediğini anladı Naz. Teyze ne kadar tatlı gözükse de bu merakı tüm tatlılığının üzerine kocaman çizik atmıştı. Ağzına gelen kelimeleri tutarak derin bir nefes aldı.

 Karşısındaki bu adam nasıl böyle rahat bir şekilde dinleyip sanki çok hoş bir aktivite yapar gibi bir tavır takınıyorsa kendisi de aynı şeyi yapabilirdi belki. Sadece fazla umursamayacaktı. Ne kadar zor olabilirdi ki? “Benim de kocama alerjim var,” diye mırıldandı.

 Yağız bu söylenenlere gülmeye başlayınca yaşlı kadın Naz’ın ne söylediğini tam anlayamamıştı. Bakışları da anlamadığını belli edince Yağız açıklama ihtiyacı hissetti. “Eşim hamileliğinden dolayı takamadığından bahsediyor. Hamilelikten dolayı parmakları şişti de.”

 Yaşlı kadının şaşkın bakışlarına Naz’ınkiler de eklenmişti. Evli olmadıkları yetmemiş gibi bir de sözde bu adamdan hamile mi kalmıştı?

 “Hayırlı uğurlu olsun çocuklar. Hay Allah… Hiç de anlaşılmıyor.”

 Meraklı bakışlar, kendi karnına kayınca istem dışı olarak elleri karnına gitti ve söylediklerine kendisi bile inanamadı. “Henüz çok yeni. Aşerme dönemimde olmasam da eşim ne istersem alıyor. Onu bir türlü dizginleyemiyorum.”

 Bu sayede alışveriş arabasının doluluğunu da Yağız’ın üstüne atmış oldu. Çocuk meselesini de düşünmemeye çalışıyordu. Eğer bu adamdan bir çocuğu olsaydı Naz’daki bu şansla kesinlikle bebeği babasına benzerdi ve Naz’ın hayatına bir tane Yağız fazlasıyla yeterliydi. Bir dakika! Şu an durup Yağız’dan olabilecek çocuk ihtimalinde kime benzeyeceğini düşünüyor olamazdı.

 Düşüncelerinin karmaşıklığı arasında bir de kendisi kaybolmuşken, Yağız ne zaman yanına gelip de elini karnının üzerindeki eline koydu anlayamamıştı. İçinin titremesine aldırmamaya çalışarak tuttuğunu yeni fark ettiği nefesini bıraktı. Bu adama olan siniri içine kadar işlemiş, içi bile titrer olmuştu. 

 “Teşekkür ederiz teyzeciğim. İnşallah anne babasının mutluluğuyla büyüyen bir çocuk olacak.”

 “Allah analı babalı büyütsün gençler.”

 İyi temennilerde bulunan teyze ve amcanın arkasından bakakalan Naz, onlar gözden kaybolur kaybolmaz Yağız’a doğru döndü. Bir an ne kadar yakın olduklarını fark edince geri çekilmek zorunda kaldı; ama bakışlarını onu dudaklarına değdirmeden edememişti. Bakışları adamın gözlerini bulduğunda toparlanarak ağzında gevelediği kelimeleri serbest bıraktı.

 “Çocuğumuz mutluluğumuzda boğulmasın da!”

 Adam ne yapıyordu şimdi?! Karşısında alenen kahkaha atıyordu. Söylediklerini ciddiye almamış bu adam yüzünden bozulmuş olsa da hissettirmemeye kararlıydı. O, onu ciddiye aldığı için, hareketlerine sinir olsa da anlaşılan o ki şu an bu adam tarafından zerre kadar ciddiye alınmıyordu. Bakışlarını hafif kısarak kulaklarında yankılanan gülüşüne eşlik eden görüntüsünü izledikten sonra topukları üzerinde dönerek yürümeye başladı.

 “Daha fazla burada zaman harcamayalım. Nedense artık  bu olaydan senin kadar zevk almadığımı fark ettim. Acele etsen iyi olur. Gitmek istiyorum.”

 Kadının gidişini izlerken kahkahalarına ara vererek başını kaldırdı. Attığı kahkahalar durumun komikliğinden ya da Naz’ın o sevimli yüzünün yaşadığı şokla sürekli şekil değiştirmesinden değildi. Tamamen alışveriş boyunca yaşadığı karmaşık duygular sonunda içinde birikenlerin dışa vurumuydu. Güldüğü kişi Naz değil tamamen kendisiydi. Onu şaşkına çeviren Naz’ın çikolata reyonunda dudaklarını büzüştürerek tatlılara âşık, babasının gözdesi bir kız gibi renkli ambalajlara göz atışı mıydı, kıyafet reyonunda o saçma sapan, uzun kısa beğendiği her türlü şeyi denerken kendi fikrini de alıp aynadaki aksiyle konuşup kendi sorduğu sorulara kendisinin cevap verişi miydi yoksa alışverişin büyük bir kısmında aynı evde yaşayacaklarmış gibi ona akıl danışarak cevaplarını gerçekten de dinlemesi miydi, bilemiyordu; ama… Ama kendisini bir gün içerisinde hem kızına ÂŞIK bir baba, hem sevgilisine ÂŞIK bir genç, hem de yeni evli ve karısına ÂŞIK bir eş gibi hissetmişti.

 ***

 Dönüş yolu geliş yolundan oldukça farklıydı. Naz’ın neşeli kahkahalarından eser kalmamış, ağzını bıçak açmıyordu. Arabanın içini sadece Naz’ın sürekli değiştirdiği fazla çekmeyen radyo kanallarının cızırtısı dolduruyordu. En sonunda birinde karar kıldığında arkasına yaslandı; ama Yağız’a göre Naz o kanalı zerre kadar dinlemiyordu.

 Gerçekten de öyleydi. Kadın sadece içeride ses olsun diye en belirgin kanalı açmıştı; ama bu kanalda da bir türlü şarkı çalmıyordu. Anlaşılan o ki program sunucusu kendi sesini dinletmekte kararlıydı.

 Ne söylerse söylesin, söylediklerine bir türlü cevap alamayan Yağız sormadan edemedi. “Ne o, küs müyüz?”

 “Hayır; ama inanır mısın, şu an bu radyo kanalındaki sunucunun sunumunu bile senin sohbetinden daha katlanılabilir buluyorum. Sanırım durumu yeterince özetledim. Kendi açımdan!”

 “Durumumuz o kadar mı kötü?” Genç adam alınmış gibi yaparken, sinyal vererek arabayı evlerinin olduğu sokağa doğru yönlendirmişti.

 “Komşu olamıyoruz. Arkadaş olamıyoruz. Bunları geçtim seninle birbirlerini tanımayan sıradan iki insan bile olamıyoruz.”

 “Söylediklerine alınıyorum ama. Şimdiye kadar oldukça sıcakkanlı bir komşu olduğumu düşünmüştüm. Valizlerini taşıdım. Pazar poşetlerini taşıdım. Eşyalarını yerleştirdim. Ellerini ısıttım. Seni soğukta da bekledim. Gözümden kaçmadı değil. Kasada hamilelik bahanesiyle tüm poşetleri de bana taşıttın. Unutmadan seninle bir gün süreyle evimi paylaştım. Hatta yatağımı paylaştım. Daha ne yapayım?”

 Yatak kısmı  bu şekilde söylenince kulağa oldukça edepsiz bir aktivite içerisine girmişler hissi yaratsa da durum oldukça masumaneydi. Naz o yatakta tek başına yatmıştı. O yatarken yanında bu adam falan yoktu. Hatta o adam o yatakta hiç yatmamıştı bile! Yine iç sesi fazla mesai yapıyordu.

 “Aslında düşününce… Baba bile oldum. Bakalım gün geçtikte bana daha neler yaptıracaksın?”

 İşte bu son noktaydı. “Demek çok sıcakkanlı bir komşusun. Sözde eşim de oldun. Aa bir de çocuğumun babası. Malum ben hamileyim, yani sen öyle olduğumu söyledin, poşetleri de taşırsın artık,” diyerek arabadan indi.

 Bagaja doğru yöneldiğinde Yağız da arabadan inmiş yanına gelmişti. Yüzünde hiç eksik olmayan o iflah olmaz gülümseme vardı. O an havanın soğukluğundan olacak ki içi titremeye başladı. Aceleyle açılan bagajdan poşetlerin hafiflerini aldı. “Ben hafifleri alırım. Ortada bir çocuk var. Riske atmayalım,” diyerek Yağız’a arkasını döndüğünde ona bakmakta olan Sarp ile karşılaştı.

 “İyi akşamlar hocam. Hayırdır ne çocuğu?”

 Yağız’ın güldüğünü belli eden sesinin tınısı kulağına geldiğinde inanmak istemeyerek başını çevirdi. Yağız  ‘Hadi bunu da açıkla!’ der gibi yüzüne bakıyordu. Mavi gözlerindeki ışıltı ve gülüşü de yerli yerindeydi. Hiç umursamadan apartmanın kapısına geldiğinde “Yağız abinin içindeki çocuk!” diye seslendi arkaya doğru ve diğer paketleri de bırakarak yukarı çıktı.

 ***

 Gözlerini yeni evinde açmasıyla hissettiği karmaşanın bilmem kaçıncı gününü yaşıyordu Naz. Bir önceki gün yaptıkları alışveriş onu o kadar yormuştu ki Yağız’ın tüm eşyaları yukarı taşımasına ses çıkarmamış, kendisi sadece hafif poşetleri taşımıştı. Sarp’ın da birkaç poşetle evine geldiğini görünce utanç hissetse de ağrıyan uzuvlarının bunu umursamaya hiç niyeti yoktu. Küçük sayılmayacak mutfağında o kadar poşeti görünce alışveriş fişindeki tutarın, gerçekten de hakkını verdiğini anladı. Bozulabilecek gıdaları buzdolabına yerleştirir yerleştirmez hiç direnmeden kendisini uykuya bıraktı. Yağız konusuna da zihninde değinmeden tüm yorgunluğunu uykuda hafifletmeye çalıştı. Ama uyandığında kaslarındaki ağrı, mutfaktaki poşetler ve karşı komşusu Yağız gerçekleri oldukları yerde duruyorlardı. Ağız tadıyla yaptığı karbonhidrat deposu bir kahvaltısından sonra her şeyi halledebilirdi nasılsa, gerçi onunki bulunduğu saatte öğle yemeği olmuştu.

 Gözlerini karartıp poşetleri yerleştirme işine girişeli bir saat olmuştu; ama oraya buraya koşturmaktan başı dönmeye başlamıştı. Banyoya konacaklar, mutfağa konacaklar derken nevri dönmüştü. Neyse ki hepsinin hakkından gelmişti. Bir poşet dışında… Tüm işlerini bitirmenin rahatlığıyla poşeti açtı. Poşetin içinde altılı bir takım çay bardağı, bir başka altılı su bardağı takımı vardı ve şimdi bunları hafif özür diler bir tavırla karşı komşusuna vermesi gerekiyordu. Ne de olsa onun bardaklarını tek tek onun kafasına fırlatmıştı. Dün yaşananlardan sonra ‘Keşke isabet ettirebilseymişim!’ diye geçirdi içinden. Şimdi dün yaşananlar da içinde kalmıştı; çünkü dün ağzını açıp doğru düzgün ona kızamamıştı. Muhakkak şimdi gittiğinde birbirlerine laf dokundurmadan edemezlerdi.

 Üzerindeki kıyafetlere baktı. Sırf o adamın karşısına çıkmak için üzerini değiştirmeye de üşeniyordu. Zaten ayakları da geri geri gidiyordu ya. Poşeti alarak mutfaktan çıktı ve oturma odasına geçti. Dizlerine kadar uzanan kalın hırkasını da üzerine geçirerek önünü iyice kapattı. Ayaklarını sürüyerek evden çıktı ve kendi kapısının tam karşısında duran o kapıyı çaldı. Kapı arkasından gelen sesle biraz bekledi. “Kim o?”

 “Karşı komşun.”

 Maksadı bardakları verip evinin sıcaklığına sığınmaktı. Bu adamla hiç münakaşaya girmeyeceği hakkında kendisini telkin ederken, kapının açılmasının sonrasında karşılaştığı manzarayla bir an şaşkına döndü. Çünkü kendisi ne kadar giyinikse karşısındaki adam da bir o kadar çıplaktı!


 *Nil Karaibrahimgil – Seviyorum Sevmiyorum

Fotoğraf: @bsrakstl

Aşkın Nazlı Hali - Bölüm 9



Bölüm 9

 Ne zamandır ev kızı olup da kendini bu denli eve kapattığını hatırlamıyordu ki muhakkak böyle bir şey hiç olmamıştı. O seyahatlere âşık bir kadındı. Eğer inat ederse günün üç öğününü de farklı ülkelerde yiyebilirdi. Ama kafese kapatılmış kuş misali üç gündür evden dışarı adımını dahi atmamıştı. Şimdi üç kişilik koltuğun ortasında oturmuş kapalı olan televizyonun ekranından yansıyan görüntüsüne bakarken, evin duvarları üstüne üstüne geliyordu. Bu yoğun dürtüyle yerinden kalkarak hızla dış kapıya ulaştı. Montunu ve ayakkabılarını giyerek kendini dışarı attı. Şimdiden sonra yaşayacağı çevreyi tanıyacağı ufak bir gezinti yaparak bu sıkıntısını üzerinden atabilirdi.

 Apartmandan dışarı çıktığında yüzüne çarpan soğuk havayla tüm vücudu ürperirken montunun yakalarını iyice kaldırmış ve tüylü şapkasını da başına geçirmişti. Bulundukları mahallede genellikle evler dip dibe ve eskiydi. Nereye gittiğini bilmeden yürümeye devam ederken evler de giderek seyrekleşiyor, ağaçlar sıklaşıyordu. Dışarıda şimdilik kendisinden başka kimse yoktu ki böyle bir soğukta böyle olması doğaldı. Fakat evlerde de herhangi bir hareketlilik gözüne çarpmamış ya da en ufak bir ses gelmemişti kulağına. İşte bu biraz garipti.

 Sert esen rüzgâr bedenini okşayıp geçerken, gözlerini kapatarak yerinde kalakaldı. Rüzgâr sanki Sibirya soğuğu taşıyordu esintisinde. Tüyleri ürperirken soğuktan mı yoksa sokağın derin sessizliğinden mi, karar veremedi. Gözlerini açtığında bakışları şaşkınlıkla irileşti. Gözlerini kapatmadan önce karşısındaki manzaranın karşısında olmadığına yemin edebilirdi! Şu an karşısında bir yol değil bir orman vardı. Yol burada bitmişti. Buraya yürüdüğünü hiç ama hiç hatırlamıyordu. Başını çevirerek arkasına baktığında evlerin çok uzakta kaldığını fark etti. Nasıl olmuştu bu böyle?! Hissettiği korku ve panik, içinde dalga dalga yükselirken derin nefesler alıyor ve aldığı soğuk nefesler ciğerlerini yakıyordu. Göğsü körük gibi inip kalkarken arkasına dönüp koşmak istedi; ama bir şey onu durdurdu. Bir ses…

Daha arkasına bile dönememişti. Dönseydi belki bir gayret koşardı; ama… Vücudunu bir titreme almışken bu kez bu titreyişin soğuktan olmadığına emindi. Kaskatı kalmış bedeniyle öylece dikilirken gözleri ağaçlardan birindeki hareketliliği fark etti. Sonrasında dallardan gürültülü bir ses gelmiş ve oldukça büyük bir şey ağaçtan düşmüştü. Devasa bir şey… Hem de dört ayağının üstüne…

 Kocaman bir kediydi bu! Tam bir kedi değildi; ama… Kedigillerdendi! Bu bir panterdi! Hem de kapkara bir panter!

 Genç kadın tereddütle bir adım geri atarken gözlerini önündeki devasa yaratıktan ayıramıyordu. Geriye doğru bir adım daha attığında hayvan ona doğru hareketlenmişti. Arkasına dönerek koşacak gücü kendinde bulduğundaysa panterle burun buruna geldi. Hayvanın kömür karası tüylerinde sanki başka hiçbir renge yer yoktu. Tek dikkat çeken şeyse safir mavisi gözlerdi. Yeşilleri korkudan kocaman olurken bu kez gerçekten paniğini harekete dönüştürerek koşmaya başladı. Nereye koştuğunun bir önemi yoktu. O kadar korkmuştu ki ormanın içine koştuğunun farkında bile değildi. Yakalanması ve kaçınılmaz sonla karşılaşması an meselesiydi! Böyle devasa bir hayvandan kaçmasına imkân yoktu ki onu tam arkasında hissediyordu. Koşmaktan nefesi kesilmişken ağacın birine dayanarak durmak zorunda kaldı. Sırtını ağaca yasladığında, pençesine düşmemek uğruna can havliyle koştuğu kara panter tam karşısındaydı. Hayvanın mavi gözleri, kadını olduğu yere mıhlarken içindeki panik durulmaya başlamıştı. Boğazına oturan yumruyu indirmek için yutkunurken hayvan ağır adımlarla kendisine doğru geliyordu. Her bir adımında insan suretine bürünürken kadını bir duygudan başka bir duyguya sürükleyerek…

 Aralarında hiç mesafe kalmadığında, adam sanki kadının tüm oksijenini kendine çekmişti. Naz, derin nefesler alırken adam üzerine doğru eğiliyordu. Bir elini, kadının başının üstünden ağacın gövdesine yaslamışken diğer eli kadının yüzüne yönelmişti. Başparmağı bir oyunbozan gibi kadının dudaklarının üzerinde gezinirken kadın gözlerini kapatmıştı. İçindeki karmaşık hislerden kurtulamıyordu. Şu an hiçbir şeyi bilemiyordu. Tek bildiği şey, kendisi ne kadar giyinikse adam o kadar çıplaktı!

 Adamın içine işleyen fısıltısına karışan nefesi kulaklarına doldu. “Ne o, hoşuna gitmedi mi?” diyen ses benliğini sararken, tınısından adamın gülümsediğini anlamıştı.  Muhakkak asaplarını bozan gülümsemesi olmalıydı yüzünde. Ama o gülümseyişi görmek istemiyordu! Böyle hissetmek istemiyordu! Adamın varlığından bu derece hoşnut olmak istemiyordu! Gözlerini açmak istemiyordu!

 Kalbinin atışı kulaklarında gümbürdüyordu sanki. Öyle gürültülüydü ki bu ses, onu korkutmaya başlamıştı. Giderek daha da şiddetlenirken derin nefesler almaya devam ediyordu ve korkuyla gözleri açıldığında, farkında vardığı tüm gerçekliklerle gözlerini açtığına binlerce kez şükretti. İki kişilik yatağında, sanki yatağı çok küçükmüşçesine büzüşmüş, yorganını çenesine kadar çekmiş masumca uyurken nasıl oluyordu da kâbusuna kadar sızabiliyordu bu adam? Ayaklarını iyice karnına çekerken kâbusundaki soğuk havayı bu derece hissetmesinin sebebinin de odasının eksilere oldukça yakın olan sıcaklığı olduğunu düşündü. Elini burnuna götürdüğünde buz gibi olduğunu hissetti. Aman ne hoş!

 Odasını dolduran gürültüyle yatağında irkildi. Kulak kesildiğinde kapısının çalındığını fark ederek isteksizce yatağından kalksa da bedeni sıcak yatağında kalmak için direniyordu. Pufunun üzerindeki sabahlığını kalın pijamasının üzerine geçirerek odasından çıktığında odasının diğer odalardan daha sıcak olduğunu fark etti. Hadi ama daha eylül ayının sonlarıydı! Duvardaki saatine gözü takıldığında saatin dokuza yaklaştığını gördü. Soğuk bir pazar sabahında gününü aydınlatmak suretiyle kapısının önünü şenlendiren zatı muhterem, anlaşılan kendisini rüyasında görmüş olmalıydı! Kapısını açtığında karşılaştığı kişi ne kadar onu rüyasında görmemiş olsa da Naz’ın onu rüyasında görmüş olması yeterliydi.

 Yağız kısılmış mavi gözleriyle kapısının önünde dikilirken, Naz yerinde huzursuzca kıpırdandı. Bu bakışları rüyasında da görmüştü! Ve sonrasında dudaklarında beliren bu yerçekimine inat yukarı kıvrılış…

 “Ne o, gece boyu kediler mi kovaladı?”

 Adamın bunu neden söylemiş olduğunu anlamasa da sinir bozucu bir şekilde doğru tahminde bulunmuştu. Daha uyanamamışken adamın bu söylediğine cevap vermeyecekti. Dün adama kendince hakaret etmiş olduğu gerçeğinin verdiği pişmanlıkla uykuya dalınca kocaman kediler tarafından kovalanması normaldi. Gerçi yakalandıktan sonra olanlar normal ve hayra alamet değillerdi. Adam kâbuslarında bile onunla dalga geçerken, o koca kedi tarafından saldırılmayı tercih ederdi. Dişlerini sıkarak “Bugünün pazar olduğunu göz önünde bulundurursak, horozlar bile ötmeye üşenmiş, kedilerse henüz uykularının orta yerindeyken seni benim kapıma getiren nedir?” diye mırıldandı.

 “Anlaşılan o ki dün yaptığımız sohbetin içeriğindeki kediler haricinde hiçbir şeyi hatırlamıyorsun. Senin dışında pazara gitmek için herkes hazır. Gülbahar teyzeden arabayı aldım, umarım benzin alıp gelene kadar sen de hazır olursun Nazlı Öğretmenim,” diyerek elindeki paketi uzatmıştı adam. Eline tutuşturulan paketi açmadan, önce paketin sıcaklığını hissetti. Çatık kaşlarla paketi açınca şaşkınca bakakaldı.

 “Ne o, hoşuna gitmedi mi?” diyen adama şaşkın bakışlarla bakıyordu. Rüyasında da Yağız tam olarak bunu söylemişti. Hem de bu ses tonuyla! “Hayır, şey… Şaşırdım biraz. Teşekkür ederim,” diyerek başını hafifçe sallamış ve kendine gelmeye çalışmıştı. Paketin içinde fırından yeni çıktığı belli olan birkaç tane poğaça vardı ve misler gibi kokuyordu. Bunları, kendisini her fırsatta çileden çıkaran ve dün, tam olarak sokak kedisi demekle kalmayıp, o şekilde hissettirdiği adam getirmişti. Pişmanlığı ve utancı bir kez daha ağır basarken adamın sesiyle kendine geldi. “Ben gelene kadar hazır ol derken oldukça ciddiydim. En fazla yarım saatin var. Ne kadar hazır olamayacağını tahmin etsem de birazcık çaba harcarsın diye ümit ediyorum. Umarım kendisini aslan zanneden bir kedi gibi kapına gelmemi istemezsin zira… Kapını açtığında bir kediyle değil bir panterle karşı karşıya gelebilirsin.”

 Bu adam bunu kasten mi yapıyordu?! Rüyasındaki imgelere değinip durması ne kadar normal olabilirdi ki?! Bir de biraz önce neredeyse adamın oldukça ince davranışından kaynaklı ne kadar da düşünceli olduğunu düşünme gafletinde bulunmak üzereydi. Ayrıca… Tehdit ediliyormuş hissine kapıldı. Adamın kısılmış mavi bakışları ve dudağındaki tehditkâr gülümsemesine ek, tok ses tonuna işlenmiş ince cezp edicilik tam olarak bu anlama geliyor olmalıydı. Bu uyarılara uymadığı takdirde başına gelecekleri merak etti genç kadın ve öğrenmek için de oldukça istekliydi.

 Yağız, kadının başını sallayarak onay verdiğinde bu onaya rağmen kadının geç kalacağını tahmin ediyordu. Eğer geç kalırsa sonuçlarına da kadın katlanmak durumunda kaldırdı. Neredeyse tüm gün beraber olacaklardı ve bunu ödetmek için eline oldukça zaman geçeceği kesindi. Çabuk sinirlenen bir adam değildi ve bu özelliği ile birlikte sabrı, askerlikte oldukça işine yarardı; ama dün şaşırtıcı derecede sinirlenmenin çok yakın sınırlarına gelmişti. Belki kadının sinirini hak etmiş olabilirdi; fakat böyle bir hakareti kadının yanına bırakacak değildi. Sevgilisi çok değerli Orkun Beylere de kendisini meze yapışını saymıyordu bile… Şu dakikadan itibaren kadının her hareketi onun kendi aleyhine olacaktı ki bu ihtimalden kadının haberi olsaydı muhakkak kediler tarafından kovalanmayı tercih ederdi. Gerçi Naz, fitili ateşlenmiş dinamit lokumu gibiydi. Dinamit misali patlar mı yoksa sabrının son kırıntısını kullanıp dayanır mıydı, bilemiyordu; fakat kadının tam bir lokum olduğu görünen bir gerçekti.

 Adamın gidişinden sonra Naz, elindeki paketi mutfağa bırakarak odasına geçti ve rastgele yatağına oturduğunda yatağının karşısındaki yansımasıyla göz göze geldi. İnanamıyordu! Adama tahmini yüzünden kızmamak gerekiyordu. Kesinlikle berbat görünüyordu. Aynaya bir defa olsun bakmadan adamın karşısında bu şekilde çıkması… İnanılır gibi değildi. Oysa adam nasıl da yakışık… Hayır, bunu düşünmeyi reddediyordu!

 Bej rengi, balıkçı yaka bir kazak üzerine bacaklarını saran yağ yeşili bir pantolon giydi. Yüzünü hafifçe renklendirmek adına yola çıktığı makyajı, dışarıdan doğal gibi görünse de profesyonelce yapılmıştı. Bir de en yakın zamanda Amerika’dan fondöten alışverişi yapması gerektiğini not etmeliydi. Gözü saatine takıldığında adamın lütfettiği saatin dolmasına on beş dakika kaldığını fark ederek hızla saçlarıyla uğraşmaya başladı. Uzun uğraşları sonunda saçıyla baş edemeyeceğini anlayarak, onları özenli bir balerin topuzuna hapsetti. Mutfağa giderek, Yağız’ın getirdiği hâlâ sıcak olan paketten birkaç lokma ağzına atarken ister istemez adama düşünceli yakıştırması yapmaktan alamıyordu kendisini ve kabul ediyordu, oldukça etkilenmiş ve hoşuna gitmişti bu hareket. Yapmış olduğu üstü kapalı tehdide rağmen hem de… Elindeki poğaçadan bir parça kopartacağı sırada tırnaklarındaki bozulmuş Fransız manikürünü fark etti. Hiçbir tehdit onu bunları düzeltmekten alıkoyamaz, kapısına koca bir panter gelse dahi bu şekilde yerinden kıpırdatamazdı onu ve bu adam kimle dans ettiğinin farkına varmalıydı artık.

***

 Söylediği saatten tam olarak on beş dakika geç kalmıştı ve Yağız, net bir ifadeyle en fazla yarım saat dediğini çok iyi biliyordu. Tamam, belki askerliğin getirdiği alışkanlıkla kendisi erken kalkmış olabilirdi. Ona biraz zaman vermek için sabah fırına gitmişti. Pazar olmasına rağmen emekçi uyanıktı; ama Naz Hanım uykunun en kıymetli kollarındaydı belli ki. Kollarını birleştirip sırtını arabaya yasladı. Onu düşünüp bir de sıcak poğaça almıştı. Tüm söylediklerine rağmen… Gülmeden edemedi adam. Sabah kapıdaki hâliyle Naz resmen, ayaz kesmiş bir sabahta sunulan sıcacık gevrek bir simit kadar cazip yanında ince belliyle ikram edilen taze demlenmiş, dumanı üstünde tavşankanı bir çay kadar davetkârdı. Uyku mahmuru yeşilleri, darmadağın koyu kahve saçlarıyla insanı günahlara davet edecek kadar tehlikeliydi. Yağız, tehlikeyi severdi. Korksaydı zaten asker olmazdı. Ve en doğal hâliyle aklını bu düşüncelere salan bu kadın, pazara gitmek için yarım saati aşacak ne gibi bir hazırlık yapıyor olabilirdi, merak ediyordu. Gülbahar teyze çoktan aşağı inmiş ve arabaya yerleşmişken, hanımefendi hâlâ teşrifte bulunmamıştı. Kapısına gidip aslan misali kükremeyi bir kenara bırakırsa kolundan tutup aşağı indirme düşüncesi daha cazip geliyordu.

 Yağız, düşüncelere dalmışken apartmanın kapısının açılmasıyla bakışlarını kapıya çeviren adam Ali, Erkan ve Sarp’la karşılaştı. Üç genç de aynı anda “Günaydın komutanım,” diyerek adamı selamlamışlardı.  “Günaydın gençler. Hayrola, bu soğuk pazar sabahı nereye böyle?”

 Sarp’ın kahveleri eğlendiğini belli eden pırıltılar saçarken Ali hariç diğer iki genç gülmüştü. Konuşansa Sarp olmuştu. “Hayırdır, komutanım hayır… Ali’ye kız bakmaya gidiyoruz.”

 Elinde olmadan üç gencin gözlerindeki pırıltıları tartarken, Ali’nin çekingenliğini fark etti. Şu an bu üç genç, duruşlarıyla can yakıcı görünüyorlardı. Az biraz da serseri… “Benim bildiğim kız bakmaya annelerle gidilirdi. Sen iki yakışıklı çapkını almışsın yanına… Sanki serserilik yapmaya gidermiş gibi bir hâliniz var. Böyle giderseniz kıza gerçekten sadece bakarsınız,” dedi gülerek. Ali mahcup bir şekilde gülümserken, Sarp “Olur mu öyle şey komutanım,  lütfen şu suratlarımıza bir bakın… Hiç serserilik, çapkınlık yapacak gibi görünüyor muyuz? Ne kadar da efendiyiz oysaki,” demişken Erkan, Sarp’ı dürtmüştü.

 “Oğlum,  yoksa biz gerçekten kıza böyle bir imaj mı veriyoruz? Ondan mı dehşete düşmüş gibi Ali sizinle mi yaşıyor, diye sordu acaba?” Ardından Ali’ye dönmüştü. “Ali, oğlum bence sen tek başına git. Biz senin saadetine hiç engel olmayalım.”

 Ali’nin kaşları çatılmış, omuzları dikleşmişti. Belli ki duyduklarından hoşlanmamıştı. “Hep beraber gidelim diye konuşmadık mı kızlarla? Ben sanki bilmiyorum, senin asıl sebebinin eve çıkıp uyumak olduğunu…”

 Erkan mağlubiyeti kabul ederek hafifçe omuz silkmişti. “En azından… Denemedim demem.”

 Sarp, Erkan’ı dürterken “Hem Yasemin de orada olacak,” derken dişlerini göstererek gülümsemişti. “Methiyeler düzüp, şiirlerine eşlik edecek yegâne aday… Edebiyatı istediğin kulvarda parçalayabilirsin, kız senin her dediğine bayılıyor.”

 “Duygularımız karşılıklı… Ben de onun söylediği her şeyden bayılıyorum,” dedi Erkan bezgince yüzünü asarken. “Neyse komutanım bizim mahcup delikanlı Ali için –eliyle Ali’yi işaret etmişti-  sabah sabah döküldük yollara… Arkadaş hatırı için çiğ tavuk yenirmiş ya hani… Benim yaptığım bu fedakârlığın yanında kesinlikle çiğ tavuk, hiçbir şey.”

 Yağız, göz ucuyla saatine baktı. Söylediği saatten yirmi dakika geçmişti. Bundan sonra yapacaklarından kendisi sorumlu değildi. Dikkatini dağıtmak için, konuşma sırasını Erkan’dan almış olan Sarp’a odaklandı.

 “Hani komutanım, sana söylediğim şu telefonumda çalan melodiyle ilgili bir iddia meselesi vardı ya işte onun sebebi bu. Ali’nin hoşlandığı kız; Öyküm… Bizim Ali gibi o da pek bir mahcup... Baktım iki mahcup bir ipte oynamaz. Ben de tüm ipleri ele aldım. Ali’ye dedim ki; ben, Öyküm’ün yanındaki kızı iki dakikada tavlarım, senin kızın da seninle muhabbete girmesini sağlarım. Sana da o kızı ayarlarım. Ali tabii yapamazsın bay seksi, dedi. Ve işte o an kaybetti. Çünkü ben Öyküm’ün arkadaşı İlknur’u daha o dakika gözünden anlamıştım, sürekli beni kesiyordu. Tabii o aralar bu şarkı çok konuşuluyor, arkadaşlar da şarkıyla beni çok özdeşleştirmiş sağ olsunlar. Güya Ali Bey, bir şarkıyla benim karizmamın bozulacağını düşündü. Biz de o an iddiaya girdik. Ben kızı ayarlayana kadar melodiyi koyacaktım, eğer ayarlayamazsam okul hayatım boyunca melodi kalacaktı. Tabii ben melodiyi koyar koymaz İlknur bana laf attı. Bende boş olmaz. Atılan lafın karşılığında bir sohbet başlattım. Sonra bir bakmışız, Öyküm, Ali, İlknur ve ben hep birlikte aynı masada sohbet ediyoruz. Tabii Ali ve Öyküm de böylelikle tanışmış oldu. Ali’ye manita yapacağız derken ben de nasiplendim yani anlayacağın komutanım. Şimdi bir sorunumuz kaldı. Benim bu kızı Ali’ye ayarlamam lazım. Yoksa ben bu melodiyle aynen devam. Gerçi o problem değil. Ama asıl şimdi Ali’nin bir sorunu var. Erkan’ın aklına uymuş bizim oğlan, kız çok ürkek sakın söyleme öğrenci evinde kaldığını, eve asla getiremezsin falan diye…”

 Erkan “Oğlum yalan mı?! Kız pek bir ürkek ceylan… Kendisi demedi mi çekine çekine sen de mi onlarla kalıyorsun diye? Tabii senin yanında bizim Ali’yi avcı zannetti. Be mübarek, insan şu surata bir bakar. Avcı olacak tip var mı bu adamda? Ava gitse avlanır be,” diyerek Sarp’ın sözünü kesmiş ve Ali’nin yüzünü göstermişti. “Hem kızı eve atacaksan şöyle yapacaksın böyle yapacaksın, diye taktik verip ustalığını konuşturan ben miydim?”

 Ali en sonunda dayanamayıp sitem etmişti. “Ya ne eve atması?! Ben bu kızı seviyorum millet! Karşısına geçince ağzım dilim kuruyor, elimi ayağımı koyacağım yeri şaşırıyorum. Azıcık onunla vakit geçirip kendimi ifade edebilsem, yeter bana.”

 “İşte… Aşk mevzu bahisse cevapları bay sekside aramayacaksın evlat. Aşkın hikâyesini durmaksızın feryat eden bülbüle değil, sessiz sedasız can veren pervanelere sor,” diyen Erkan doğru bir tespit yapmanın verdiği tatminle gülümsemişti. Ama Sarp’tan karşılık alması gecikmemişti. “Sen benim aşktan anlamadığımı mı söylemeye çalışıyorsun? Hiçbir kadın beni kendisine âşık edemediyse suç benim mi?”

 Erkan, Sarp’ın bir anda savunmaya geçmesine gülmeden edemedi. “Ben sana hiçbir şey söylemeye çalışmıyorum. Mevlana söylemiş vakti zamanında…” Sarp alınmış gibi konuşmaya başladı. “Burada türlü türlü çözümler sunan bülbül varken gitti seni dinledi bu çocuk… Şimdi bir ablayla enişteyi nereden bulacağız biz bu çocuğa pervane Erkan?” demiş ve Yağız’a dönmüştü. “Komutanım bizim Ali, Erkan’a uyup kızı öyle ürkek ve korkmuş görünce burada ablası ve eniştesiyle beraber yaşadığını söylemiş de… Şimdi işin içinden çıkamıyoruz.”

 “Ee be Ali’m. Madem bu kıza âşıksın, derdin Sarp’ınki gibi de değil, ne yalan söylersin ki kıza,” derken Yağız yan gözle Sarp’a bakmış ve gülmüştü. Sarp da Yağız’ın sözlerinin devamını getirmişti. “Hadi söyledin de neden sürdürebileceğin bir yalan söylemedin ki? Sen kim yalan söylemek kim?”

 “Eh ne yapalım herkes anasının karnından senin gibi, kafasında bin tane tilkiyle doğup, bin tanesinin de kuyruğunu birbirine değdirmeme potansiyeline sahip olarak, kızlar arasına salıverilmiş olarak gezinmiyor,” diye Sarp’a takılmadan edememişti Erkan. “Ee bazı şeyler genetik miras… Sonradan zorlasan da olmaz,” diyen Sarp da Erkan’ın dediklerini kabul etmişken bir anda donakaldı ve  “Millet buldum. Yemin ederim buldum,” diye mırıldanmıştı gözleri bir yere odaklanmışken. Yüzünde çapkın bir gülümsemeyle yaklaşan odağını takip ederken başıyla işaret etti. “Hadi oğlum yine iyisin. Eniştesi bu kadar karizma –o esnada Yağız’ı göstermişti- ablası da bu derece güzel olan bir adam oluverdin bir anda,” derken tüm gözler Sarp’ın baktığı yöne çevrildi.

 Naz, aceleyle merdivenlerden inerken gençlerin yanına ulaştı. Yağız’la göz göze geldiğinde adamın kendisini tarayan bakışlarıyla karşılaşsa da yüz ifadesi hiçbir duyguyu belli etmiyordu. “Üzgünüm biraz geciktim,” derken ellerinin dış yüzeyini havaya kaldırarak parmaklarını oynattı. “İşim biraz uzun sürdü.”

 Adam, kadının oynattığı parmaklarına baktığında tırnaklarındaki frenchler dikkatini çekti. Başka bir erkek olsa belki bilmezdi; ama bir kız kardeşe sahip olmak ki onunla sınırlı zaman geçiriyor dahi olsan, bazı şeyleri bilmeni sağlıyordu. Demek kadın savaş boyalarını sürmüştü. Kendi savaş boyalarının bu kadar göze hoş gelmeyeceğinden adı gibi emindi Yağız.

 “Günaydın çocuklar. Nasılsınız?” diyerek çocukları selamlamıştı genç kadın.

 Sarp, hâlinden memnun, havada asılı kalan sırıtışıyla Naz’ı selamlamıştı. “İyiyiz hocam, hatta çok iyiyiz. Size sormamıza gerek bile yok, mükemmel görünüyorsunuz.” Erkan, Sarp’tan konuşmayı devralarak “İyi ki buralara kadar gelmişsiniz de Kars’ın bu ayazına, İstanbul Boğazı’nın büyüleyiciliğini getirmişsiniz,” diye devam etti.

 Ali’nin gözleri derdine derman bulmanın mutluluğuyla ışıl ışıl olmuş bir hâlde, arkadaşlarının iltifatlarına bir yenisini ekledi. “Ah, hocam iyi ki yolunuz buralara düşmüş de zavallı çaresiz bir öğrenciye en muhtaç olduğu anda Hızır gibi yetişmişsiniz.”

 “Hocam bu arada board sözümü hatırlatmak isterim tekrar,” diye atıldı Sarp.

 Duyduğu şeylerden hoşnut olan Naz, ufak bir kahkaha atarken Yağız’ın keskin bakışlarıyla karşılaştı.  “Sözün aklımda, merak etme. Cheshire kedisi gibi sırıtmana lüzum yok.” Yağız bu kez dayanamamıştı. “Sokak kedisi, mart kedisi şimdi de Cheshire kedisi, öyle mi? Bakalım bundan sonra ne var?”

 “Ama komutanım, Naz Hocam doğru söyledi. Sarp’ın da Alice Harikalar Diyarı’ndaki pis sırıtışlı kediden kalır yanı yoktur. Olur olmadık yerde belirip, olur olmadık şeyler söyleyip durur,” demişti Erkan.

 Sarp arkadaşına tek kaşını kaldırıp baktıktan sonra “Bir tek, o olur olmadık şeyler söyleyerek, sırıtan kedi, her yerde sizin kı…” derken susup Naz’a baktı ve boğazını temizledikten sonra lafını “…Yani paçanızı kurtarıyor başkası değil, hatırlatırım,” diyerek tamamladı.

 Naz ellerini ovuşturarak hızla konuşmaya başladı. “Çocuklar, sizin sohbetinize doyum olmuyor; ama benim bir an önce arabaya binmem lazım. Yoksa burada donacağım.”

 Yağız, Naz’ın başka hiçbir şey söylemesine fırsat vermeden arkasında kalan ön kapıyı açtı. Naz “Teşekkür ederim,”diye mırıldanırken o da dişlerinin arasından “Rica ederim,” demeyi ihmal etmemiş ve kapıyı kapatmıştı.

 Ali  “Peki, bize yardım etmesi için Naz Hocayı nasıl ikna edeceğiz?” diye hayıflandı. Yağız sinsi bir ifadeyle delikanlılara dönüp futbolcularına taktik veren teknik direktör edasıyla onlara doğru hafifçe eğildi. Her birinin gözlerinin içine baktı ve dudağının bir köşesi yukarı doğru kıvrılırken bakışları Ali’nin bal rengi gözlerine kitlendi. “Sen hiç merak etme. Enişten olarak, Naz ablanı ikna etmesi benden...”

 ***

 “Gülbahar teyzeciğim, gecikme için senden özür dilerim,” diyen Naz’ın laflarını kendine göre, arabayı çalıştırarak vitese takan Yağız tamamlamıştı. “Nazlı Öğretmenim henüz buranın çetin şartlarına alışamadığı için …”

 Arka koltukta oturmakta olan Gülbahar teyze, onaylarcasına başını sallamıştı. “Tabii oğlum, tabii… Hem şuncacık kızcağız sen kalk İstanbullardan Karslara gel.  Alışması için zaman lazım.  Aman, sen ona yardımcı ve göz kulak oluver Yiğit oğlum, buralarda böyle tazeyi görüp de tek bırakmazlar… Biz de Hasan amcanla kol kanat gereriz; ama biz yaşlıyız nihayetinde. Hem sen asker adamsın.”

 Yağız, şoför koltuğundan Naz’a bir bakış atmış ve yamuk bir gülümsemeyle dikkatini tekrar yola vermişti. “Tabii teyzeciğim, her zaman canla başla… Sen hiç merak etme.”

 Naz, sesini çıkarmadı; çünkü adama meydan okuyayım derken yaşlı kadını tamamen unutmuştu. Bir an gülümsemesine kaydı bakışları. Gülbahar teyze, kurda kuzu emanet ettiğinin farkında değildi anlaşılan! Adam radyoyu açarken aynı anda onun fısıldayan sesini duydu.

 Hatta her sabah o çok sevdiği frenchi bile yaparım, bizzat… Maksat, Nazlı Öğretmenim Kars’a alışırken bizi beklemekten dondurmasın,” derken adam, genç kadının dudaklarına varla yok arası bir bakış atmıştı. Ama bu Naz’ın gözünden kaçmamıştı. Kaşları çatılırken sesini adamın yaptığı gibi kısık bir tonda tutmaya çalıştı. “Ne münasebet? Ne demeye çalışıyorsun sen?”

 Adamın yoldan bir an için ayırdığı bakışları tüm cevapları saklıyor gibiydi. Ama dudağındaki karizmatik tebessüm her şeyi ele veriyordu. “Ne demeye çalıştığım açık… Amacım soğuktan donmamak. Sen ne anladın ki?”

 Kızgın ses tonunu saklayamayan Naz, en azından açık olan radyonun sesinden Gülbahar teyzenin konuştuklarını duyamayacağına güvenerek konuşmaya başladı. “Sözlerinin arkasında hep ikinci bir mana var, değil mi Yüzbaşım? Beynim senin zannettiğinden kıvraktır ve çok iyi anlıyor ne demek istediğini.”

 “Kalbimi yaralıyorsun; ama Nazlı Öğretmenim. Soğuktan donmamak dışında ne gibi bir şey kast etmiş olabilirim? Sayende ben de şu an söylemek istediğim şeye oldukça yabancılaştım.”

 Bu adamın aptal olmadığına emindi; ama aptal rolü yapmak konusunda oldukça iyi sayılırdı. Yüzündeki gülümseme olmasaydı tabii.

 “French kelimesine yüklediğin diğer manayı kast ediyorum,” dedi bezgince. Bir ilkokul öğrencisine okuma yazma dersi veriyormuşçasına açıklayıcıydı; ama maalesef ki bu adam, o miniklere gösterdiği sabrı hak etmiyordu.

 “Hani siz kadınların şu tırnaklarınızın ucuna beyaz oje sürerek yaptığınız şeylere french diyorsunuz, değil mi? Yanılmıyorum?” dedikten sonra kısa süre de olsa ışıldayan mavi bakışlarını, kadının yeşilleriyle buluşmuştu. “Merak ettim. Sen neyi kast ettiğimi düşündün?”

 Naz önce bir şey söylemek istercesine dudaklarını araladıysa da sinirle tekrar kapattı. Dudaklarını kemirir gibi dişlerini alt dudağına geçirmişti. İçinden bir şeyler söylemek geliyordu; ama Gülbahar teyze yanlarındayken söyleyecekleri hoş karşılanmayabilirdi. Kendini tutamayarak tekrar ağzını açtı ve derin bir nefes verirken sözlerinin öznesini değiştirdi.

 “Gülbahar teyze sen neden öne oturmadın?” diye sordu. Aslında bu soruyu ilk başta sormalıydı. “Ah kızım, öne oturunca yol üstüme üstüme geliyor. Boğuyor beni,” cevabını alan Naz, yaşlı kadının duyamayacağı ama yanındaki adamın çok net duyabileceği şekilde, bıkkınlıkla “Beni de,” diye mırıldanarak kollarını kavuşturdu. Gülbahar teyzenin direktiflerine göre, adamın yönlendirdiği arabanın camından dışarıyı izlerken adamın keyifle mırıldandığı şarkı üzerine meşgul tutmaya çalıştığı zihnini durdurdu.

 Yanlış duyuyor olmalıydı. Adam keyifle bir şarkı mırıldanıyordu; evet. Şarkı Fransızcaydı, o da tamam. Şaşırdığı kısım ise adamın aksan ile birlikte şarkının sözlerini ezbere bilen biri gibi değil de o dile çok hâkim biri gibi eşlik edişiydi. Zihninin böyle bir sonuç çıkarmasına şaşırarak bir süre adamın mırıldanışını dinledi. Uyduruyor olmalıydı. Kesinlikle! Bu adamın Fransızca bilecek hâli yoktu ya. Kendisine de an itibariyle gün doğmuştu.

 “Ne o, Yüzbaşım? Fransız manikürü bildiğin kadar Fransızca da mı biliyorsun, yoksa taklit etmek de karşındakiler anlamayınca bir nevi bilmek oluyor diye mi düşünüyorsun?”

 Adam mırıldanışını yarıda kesmiş ve göz ucuyla kadına bakmıştı. Dudaklarında o, bir şeylerin peşinde olduğunun alarmını veren gülümseme vardı ve görülmeye değerdi. Anlaşılan o ki bir yerden vurmaya hazırlanıyordu. “Taklit etmek mi? Taklit ettiğimi nereden çıkardın?”

 “Fransızca bilen birine benzemiyorsun,” dedi açıkça Naz. Aslında bu adam herhangi bir dil biliyor olabilirdi; ama Fransızca konuşacak ince yapıda bir adam gibi görünmüyordu. Bu laflarının üzerine adam bir şeyler fısıldamıştı. Naz’ın tam olarak anlamadığı ama Fransa’da vakit geçirmenin verdiği kulak aşinalığıyla Fransızca olduğuna karar verdiği şeyler… Ve sesinin tınısı da bir o kadar etkileyiciydi. Adamın dikkati yoldayken, genç kadın şaşkınca adamın profiline baktı. Yalan söylüyor olabilirdi. Sonuçta adamı ne zamandır tanıyordu ki? Ama… Adamın söyleyişinde hiç tutukluk olmamıştı ve tavrı gayet doğaldı. Kadının düşüncelerinin inatla tersini kanıtlıyor gibiydi. Adam, kadının düşüncelerini anlamış gibi bu kez de söylediklerinin Türkçesini mırıldandı.

 “Fransızca bilen biri sence nasıl görünür, matmazel?”

 ***

 Pazar yerine ulaştıklarında, herkes arabadan inerken Yağız göz ucuyla Naz’a baktıktan sonra çevrenin değişen tavırlarını fark etti. Bunun nedeni Naz’ın giyiniş tarzı ya da güzelliği değildi. Evet,  bunlar da birer nedendi; ama adama göre asıl neden kadının yapmacıksız sergilediği havalı tavırlardı. Bunları öyle bir doğallıkla yapıyordu ki kadını havalı yaparken hoppa görünmemesini sağlıyordu. Bu tavırları ılgıt ılgıt eserken çevresini de sarıp sarmalıyor bu yüzden de şımarık hareketler yaparken dahi seyredende kadının sempatik olduğuna dair izlenim bırakıyordu ve kendilerine doğru dönen bakışlardan bunu anlamak hiç de zor değildi. Aksi gibi Yağız bu durumdan oldukça rahatsızlık duymuştu. Gülbahar teyze ve Naz sohbet ederek pazara girerken, o da hemen arkalarında geçit vermez yalçın bir dağ gibi dikilerek, iki bayanın da himayesinde olduğunun sinyallerini veriyordu. Kısa süren tezgâh gezmesi ardından Gülbahar teyze durmuş ve tezgâhtaki sebzeleri incelemişti. “Bak Sadenaz kızım, şuradaki kıvırcıklardan alalım taze görünüyorlar.”

 Kadının pazar alışverişine alışkın olmayan hareketlerini uzaktan seyreden Yağız, hâlinden oldukça memnundu. Çok tatlı olduğu aşikârdı. Dik kafalı, dediğim dedik ve çokbilmiş tutumundan, kendisine kafa tutarken yeşil alevlerle tutuşan gözlerinden etkilenmediğini söylerse, taş olması muhtemeldi. Tabii şımarık ve ön yargılı tavırlarına söyleyecek bir şeyi yoktu. Kendisini henüz tanımazken Fransızca bildiğine ne gerekçeyle inanmamış olabilirdi ki? Kadının kafasında kendisiyle ilgili oluşan ön yargı, belli ki adama Fransızcayı yakıştıramamıştı. Kadının o acemi hâlini izlerken kendisini daha fazla tutamadı. “Daha önce hiç pazarda bulunmadın, değil mi?”

 Müşteri çekmeye çalışan tezgâhtarların ve alışveriş yapmaya çalışan müşterilerin gürültüsü arasında kadın adamın ses tonunu rahatlıkça seçti. Ne de olsa bu sesi ona kimse unutturamazdı. Başını adama bakmak için uğraştığı tezgâhtan kaldırdığında yanından geçmekte olan birkaç kişiyi fark etti. İki genç kız ki yirmili yaşlarının ortasında evlenme yaşına gelmiş gibi görünüyorlardı, yanlarında da yaşlı bir kadın vardı. Hepsi alenen Yağız’a bakıyordu. Hem de hiç utanmadan kıkırdaşarak. Açık seçik! Onlara söylemek istediği iki çift kelamı vardı Naz’ın.

 Bu adamın içi onu dışı diğerlerini yakıyordu belli ki!

 Bakışlarını adama çevirdiğindeyse adamla göz göze geldi. Belli ki Yağız kendisine çevrilen bakışların farkında değildi.  Şimdi bu adama ne cevap vermeliydi? Yüzündeki duyguları incelemeye çalıştı. O eğri gülümseme yüzünde değildi. Odağını kendisine çevirmiş oldukça ilgili gibi bir hâli vardı. Ama bu durum onu kandıramazdı. O da adam gibi manaları çarpıtabilirdi. “Bulunmuşluğum var,” diyerek kısaca cevap verdi.

 “Sorduğum soru tam olarak bu manaya gelmiyordu. Daha önce hiç pazar alışverişi yapmış mıydın, diye merak etmiştim; ama belli ki…” derken sözleri Naz tarafından bölündü. “Belli ki bazı şeylere farklı manalar yüklemek, yalnızca senin yapabildiğin bir şey değil. Sen bana daha önce pazarda bulunup bulunmadığımı sordun, sanıyorum.”

 Demek ki kadın hâlâ kelimelere yüklenen farklı manalarda takılıp kalmıştı. Onun için bunun sakıncası yoktu. French ile neyi kast ettiğine karar vermek için istediğini düşünebilirdi.

 Naz’ınsa o günler gelmişti aklına. “Orkun beni okula bırakırken kestirme olduğunu düşündüğümüz yolda pazar kurulduydu ve biz azimle içinden geçmeye çalıştık. Bir adamın taşıdığı tezgâhın içindeki otların bir kısmı arabanın açık olan camından Orkun’un üzerine dökülmüştü ve birkaç gün hiç durmadan kaşınmıştı. Meğer otlar ısırgan otuymuş,” derken kadın kendi kendine konuşur gibi mırıldanıyordu. O günleri, öğrencilik yıllarını özlemişti. İstemsizce bir iç çekerken tekrar sebzelere yöneldi.

 “Otlar ısıracağı adamı biliyormuş,” diye mırıldanan Yağız’sa kadının iç çekişinden nedense rahatsız olmuştu. Kadının sevgilisini özlemiş olması gayet doğal bir durumdu; ama bu durumdan Yağız’ın rahatsız olması doğala oldukça aykırıydı. “Bir şey mi dedin?” diyen Naz, bakışlarını tezgâhtan ayırıp adama çevirmişti.

 “Pek fazla pazar tecrüben olmadığı belli, diyorum. Sanki pazarda değil de AVM’de geziyor gibisin.”

 “O nasıl oluyor?”

 “Öyle vitrinlere bakıp zaman geçiriyor gibi… Şu elbisenin kırmızısı var mıdır? Bu etek aldığım bluzla uyar mı? Ay şunun altına diğer mağazada gördüğüm, uğruna deli olunası ayakkabıları da alsam süper olur. Gibi… Ama eminim ki şu anda giysi alışverişine kafa yorduğun kadar dikkatle bakmıyorsundur tezgâhlara…”

 “Ne yani, benim kıyafetten anladığım kadar sebze meyveden anlamadığımı mı söylemeye çalışıyorsun?” derken Gülbahar teyzenin sesiyle yaşlı kadına döndü. “Kızım bak şuradaki pancarlar da güzelmiş, onlardan da alalım azıcık.”

 Adamın bakışları üzerindeyken kendisini çok rahatsız hissediyordu Naz. Sanki diken üstündeydi. Adam yanlış yapacağı anı kolluyordu ve her nasıl oluyorsa o yanlış, birden adamın sözlerinde dallanıp budaklanıyordu. Eline aldığı poşetin içerisine biraz daha açık renk ve taze görünen pancarları doldurmaya başladı. Ama bu kez olmayacaktı. Sebze seçmekte nasıl bir zorluk olabilirdi ki? Adamı tam arkasında hissettiğinde konuşmaya başladı. “Sebze seçmek zor bir şey değil Yüzbaşım. Biraz önce anlamadığımı mı ima etmiştin?”

 “Hiç öyle şey ima eder miyim? Gayet de iyi anlıyorsun. Baksana Gülbahar teyzenin sana almayı söylediği şeyin en körpesini…” elini sebzelerin üzerine konulmuş fiyat yazan kartona götürüp “…Ve en pahalısını seçtin; ama bir de turp yerine pancar alsaydın, tam nokta atışı yapacaktın.”   

 ***

Kısa bir süre sonra pazar arabası Gülbahar teyzenin direktifleri ve Yağız’ın da yardımlarıyla dolmuş ve taşmıştı; ama Naz için durum pek parlak değildi. Oldukça yorulmuş ve üşümüştü. Biraz daha ıslak ve soğuk meyve sebzeye ellerini değirmek zorunda kalırsa parmakları parçalanıp dökülecekti ki ellerine bulaşmış toprağı saymıyordu bile. Ellerini birbirine sürttükçe küçük parçalar hâlinde dökülüyorlardı. Şu an sıcacık bir duş için neler vermezdi?!

 Gülbahar teyzeye baktığında hâlâ tezgâhlara göz attığını fark etti. Yaşlı kadın, yıllarının mutfak tecrübesini konuşturmuş, iki evin birden alışverişini yapmıştı. Naz da onun söylediklerini alıp parayı ödemişti. Yağız’sa kendisi için çok fazla bir şey almıyordu. Naz bunlarla uğraşmak zorunda kalsaydı, bir gün boyunca buradan çıkamayacağına emindi. Gülbahar teyze kendine bakıldığını anlamış gibi Naz’a baktı. “Nazlı kızım, bak şu tezgâhtaki pazılar çok güzel. Hem kendine hem bana al da bir gün seninle pazı sarması yaparız,” deyip Naz’ın eline para tutuşturmuştu. “Sonra da şuradaki kartol tezgâhının orada buluşuruz, tamam mı çocuğum? Hem sen de çok üşüdün. Burnun kıpkırmızı olmuş. Dört koldan halledelim de bir an önce gidelim,” demişti.

 Her bir pazar tezgâhından kendi mallarını öven pazarcıların sesi yankılanırken, Naz da Gülbahar teyzenin gösterdiği tezgâha dönüp izlemeye başladı. Tezgâhta türlü türlü yeşil yapraklı sebze bulunuyordu. Birkaç kilo pazı almak, ne kadar zor olabilirdi ki? Bir pazarcının “Kuzu ıspanak, kuzu buuu kuzuu. Gel gel, manken ablaların baktığı kuzu ıspanağa geeelll. Yiyen bir pişman yemeyen biiiinnn. İster seyret, ister pişirrrr,” diye bağırdığını duydu. Bugün belli ki Naz hariç herkes havasındaydı. İsteksizce tezgâha doğru yürürken kulağına ufak kahkahalar geliyor ve kendisini izleyen bakışlara maruz kalıyordu. Pazarda mutfak alışverişini yapan sade bir vatandaşta bu kadar dikkat çeken ne vardı da insanlar kafalarını çevirip bakıyordu şimdi? Eliyle yeşil yaprağı incelerken ki o an yaptığını yaprağın tazeliğini kontrol etmek olduğunu düşünmeyi tercih ediyordu, Yağız’ın çevresini ne kadar çok doldurduğunu düşündü. Çünkü birkaç dakika önce, adam yanındayken hiçbir bakış kendisine çevrilecek cesareti bulamıyordu.

 Elini bir diğer bağa götürüp incelediğinde, kulağına dolan bir başka kahkaha sesiyle bakışlarını aniden kaldırdığında az uzağında kendisine bakıp sohbet eden birkaç adamla karşılaştı. Derin bir nefes alarak bakışlarını baktığı yerden kaçırdı. Pazılar mutlaka bir başka tezgâhta daha olmalıydı!

İzlendiğini hissettiği her bir dakikada, kalabalığın içinde adım atmaya uğraştığında gerildiğini hissediyordu. Çünkü ne Gülbahar teyzenin işaret ettiği patates tezgâhını görebiliyordu ne de Yağız’ı. An itibariyle küçük bir çocuk gibi pazarın ortasında kaybolmuş gibi hissediyordu. Kirli, üşümüş, korkmuş, küçük bir kız çocuğu gibi… Korkulacak bir şey yoktu; ama sinirleri ve bedeni yorulmuşken şu durumu da hiç yardımcı olmuyordu. Altı üstü bir pazar alışverişiydi. Birisi bu hâlini görse gülerdi. Fakat… O alışkın değildi işte. Ne vardı sanki bir AVM’ye gidip her şeylerini oradan alsalardı. Hafifçe parmak uçlarında yükselerek Gülbahar teyzeyi görmeye çalışsa da başarılı olamadı. Sürekli kendisine çarpan insanlar yanından geçerken gözleriyle süzmeyi ihmal etmezken içini bir panik dalgası sardı. Gözler üzerindeyken aksi de pek mümkün değildi. Kalabalığı yarmaya çalışarak birkaç adım daha atmıştı ki sert bir erkek eli elini kavramıştı. Elini çekmeye çalışarak yürümesine engel olan elin sahibine döndü ve o an, kesif bir rahatlama doldurdu içini. Gözleri dalgalı denizler gibi çalkalanan mavi gözlerle karşılaşınca, içinde kabaran panik duygusu gelgitin etkisiyle çekilen sular gibi çekilerek, yerini tatlı dingin bir duyguya bıraktı ve elini adamın sıcak avucundan çekmek için hamle yapmadı. Adamın siyah kaşları çatılmış her zamanki alaycı tavrından uzak olsa da bir an sonra dudağının bir kenarı kıvrılmıştı.

 “Ne o bizi kayıp mı ettin, Nazlı Öğretmenim?”

 İçindeki panik duygusu akıp gitmişken, adamın çatık kaşlarına rağmen kıvrılmış dudakları ve iğneleyici sözleri kadını duygu kakafonisinden çekip çıkarmaya yetmişti.

 “Çocuk muyum ben, Yüzbaşım? Gülbahar teyze, pazı al dedi de onları alacaktım,” derken elini, adamın elinin hapsinden çekmek için hamle yaptı; fakat adam üzerinde bu çaba oldukça etkisiz kaldı. Naz, birleşmiş ellerine bakarken Yağız başını kaldırıp etrafa bir bakış atmış, sonrasındaysa kadına takılan bakışların dağılmasıyla o da ellerine bakmıştı. Kadın, başını bakmakta olduğu yerden kaldırdığında göz göze gelmişlerdi. “Şimdi elimi bana bırakırsan eğer, gidip şuradaki gözüme güzel görünenlerden almak istiyorum,” diyen kadın elini çekmeye çalışsa da bir kez daha başarısız olmuştu.

 “Hayır bırakmam. Sonra yine kaybolursun. Gülbahar teyze seni bana emanet etti ve ben sözünün eri bir adamım. Sonra benim hakkımda kötü düşünmesini istemem.”

 Naz, kendi parmakları arasına dolanan erkeksi parmakların varlığıyla kendisini oldukça garip hissetmişti. Kendi parmakları ne kadar soğuksa adamınkiler de bir o kadar sıcaktı ve bu sıcaklık sanki yakıyordu. Nedenini tam olarak anlayamasa da öfkeden olduğunu tahmin ettiği duyguyla kalp ritimleri hızlanırken çenesini kaldırarak inatla adama baktı.

 “Başkalarının, senin hakkında ne düşündüğünü bu kadar çok önemsiyorsan sana şunu söylemem lazım. Senin hakkındaki düşüncelerimi bilseydin, kesinlikle intihar ederdin, Yüzbaşım.”

 Adam, bakışlarını kısarak kalbi kırılmışçasına kadına bakarken mavilikleri eğlendiğini belli eden pırıltılar saçıyordu. “Acaba beni intihar düşüncesine sürükleyecek kadar yıkıcı olan o kötü fikirlerini edinmene hangi yanlış davranışım sebep oldu, merak ediyorum. Eşyalarını yerleştirmem, valizlerini taşımam veya perdelerini takmam ihtimal dâhilinde sanırım. Ama bir şeyi daha çok merak ediyorum. Benim hakkımdaki fikirlerini değiştirmek için ne yapabilirim? İntihar etmek için henüz çok gencim.”

 Adamın söylediklerinin bir kısmını es geçerek derin bir nefes verdi. “Fikirlerimi değiştirmek için, verdiğin sözü tutmaya elinle değil gözlerinle yaparak başlayabilirsin. Ayrıca… Ben kaybolmamıştım.”

 “Bence kaybolmuştun. Hatta oldukça da korkmuştun.  Ürkekçe etrafına bakıyordun.”

 Evet, belki adamın söylediklerini az biraz hissetmiş ve yapmış olabilirdi. Ama adamın söyleyişinde, tüm bunları ikna etmesine sebep olacak bir şeyler vardı. Hırçın bakışlarını ne söyleyeceğini düşünür gibi adamın göğsüne indirmişken, gözleri adamın pazılarına takıldı. Şu an montun altında gizlenmiş olan pazılara… Bakışlarını kaldırdı aniden.

 “Pazılara bakıyordum. Etrafıma değil…” derken tezgâhlardan birindeki pazıları işaret etti. Yağız, kadının gösterdiği yere baktığında bakışları kısılırken yüzündeki gülümseme iyiden iyiye genişlemiş dudaklarından ufak bir kahkaha fırlamıştı.

 “Ne o Yüzbaşım, pazılar komik bir espri yaptı da ona mı gülüyorsun? Ben otların dilinden pek anlamıyorum; ama anlaşılan sen anlıyorsun.”

 Adam bakışlarını, kadının hareli yeşillerine çevirmişti. “En az Fransızcadan anladığım kadar,” derken kadına göz kırpmış ve eklemişti. “Ayrıca… Baktıkların pazı değil, ıspanak.”

 Kadının yanakları pembeleşirken soğuk mu yoksa adamın karşısında istediğini elde edememiş olmanın verdiği sinir mi buna sebep, karar veremese de soğuğa yormayı tercih etti kadın. Adam on parmağında on marifetle donatılmıştı sanki. Kendisiyse sahip olmadığı bu yetenekler yüzünden ki bu gibi şeylerle sürekli karşılaşmak durumunda kalsa kendisinin de yapabileceğine emindi, adamla münakaşaya girip de iyiden iyiye kaybetmek niyetinde değildi. “Bu kalabalığın içinde nasıl oldu da beni buldun sen?” diyerek konuyu değiştirmeye çalıştı.

 “Son zamanlarda geliştirdiğim Temel Reis duyularımla.” Naz, adamın sözlerine herhangi bir anlam yüklemeye çalışsa da pek başarılı olamamıştı ve soracağı sorudan alacağı cevaba pişman olacağını bile bile yine de sordu. “O da ne demek, Yüzbaşım?”

 “Ben, Allah’ın kaldırıp koyuverdiği bu boyumla hem ıspanakları hem de Safinaz’ı kilometrelerce öteden tanıyabilirim. Bu, o demek.”

 Kalabalığın ortasında ayakta dikilirken, insanlar etraflarından geçiyorlardı; ama ne insanlar bu durumdan rahatsızdı ne de onlar insanları fark edecek durumda.  Naz, dişlerini sıkarak sıkıntılı bir nefes verirken kaşları çatılmıştı. “Bu kadar komik olma,” dedi dişlerinin arasından.

 “Sen de bu kadar gergin olma… Ben biraz olsun şu gerginliği üstünden atman için yardımcı olmaya çalışıyorumdur belki. Bak şu hâlimize. Sen gergin, ben komik… Ne kadar da birbirimizi tamamlayan bir çift olduk. Elmanın iki yarısı gibi…” derken birbirlerine dolanmış olan ellerini işaret etmişti adam. “Temel Reis’le Safinaz gibi.”

 “Amacın beni rahatlatmaya çalışmaksa, emin ol hiç yardımcı olmuyorsun. Ayrıca… Biz Temel Reis ve Safinaz gibi bir çifte benzemeyi bırak, onlarla hiç mi hiç alakamız dahi yok. Biz ancak Batman ve Kedi Kadın kadar birbirimize uygunuz. Kedi Kadın keskin pençelerini ne kadar Batman’a geçirmek istiyorsa ben de aynı şeyi sana yapmak istiyorum,” derken adamın tuttuğu elinin tırnaklarını çok hafifçe adamın üzerine batırdı. Pençelerini hissettirmek için…

 “Öyle mi pisicik? Bu ilişkide kedi olan taraf benim zannetsem de Kedi Kadın gibi süper kötü bir kahraman değilsin, bu konuda kendine haksızlık etme,” demiş ve kadına aralarında boşluk kalmayacak şekilde yaklaşmıştı. “Ve…  Batman’le Kedi Kadın birbirlerine ne kadar düşmansa bir o kadar da sevgiliydiler.”

 Naz’ın duyduğu şeylerle gözleri kocaman açılırken, adam yine onu bilinmezliğe sürüklemişti. Kur yapmaya mı çalışıyordu yoksa sinir etmeye mi?! Eğer ilk seçenekse gerçekten de çok yanlış bir yoldaydı.

 “Bir şey daha var. Bir anda, süper kahraman mertebesine eriştirilmek, hem de senin tarafından, oldukça hoş. Ne kadar kedileri yarasalardan daha çok seviyor olsam da,”diyen adam, Naz’ın bir şey demesine fırsat vermeden elinden çekerek pazıların olduğu tezgâha götürdü. Aslında genç kadın şaşkınlıktan ne söyleyeceğine karar vermiş durumda da değildi. Adam, pazarcıya pazı tarttırırken Naz, bir şeyleri anlamaya çalışır gibi mırıldandı.  “Sen nasıl bir adamsın böyle?”

 Adam pazarcıyı izlerken başını çevirip kadına baktı. Kadın sorduğu soruya çok yanıt bekliyormuş gibi değildi, aksine kadının yüz ifadesinde sorunun cevabı vardı. “Nasıl bir adammışım?” diye sordu adam. Cevabı kendisi de merak ediyordu.

 “Sinir bozucusun. Bazı şeyleri ciddiye almadığın çok açık. Aslında ciddiye aldığın bir şey var mı, onu da merak etmiyor değilim. Tipine bakıyorum da evet, yakışıklısın ve özgüven fazlalığın var. Bu da tahminlerime göre pek çok kadının ilgisinden ileri geliyor. Tüm bunlara rağmen sana bir konuda teşekkür ederim… Sayende hayatın bir gerçeğiyle yüzleşmiş oldum.”

 Kadının tüm lafından çekip çıkardığı tek iltifat olan yakışıklılık, oldukça hoşuna gitmişti adamın. Diğerlerine ise kulak tıkamayı tercih etmişti. “Neymiş bakalım hayatın bu gerçeği?” derken merak içerisindeydi.

 Kadının dudakları yerçekimine inat kıvrılırken gözlerinde adamla inatlaşmaya hazır olduğunu belli eden pırıltılar oynaşıyordu. “Tip her şey demek değilmiş.”

 “Bunları söylemek için çok geç kalmadın mı yenge?”

 Naz, adamla olan hararetli tartışmasına o kadar dalmıştı ki bir dinleyicileri olduğunu fark etmemişti. Bakışlarını pazarcıya çevirdiğinde, gencin gülümsemesinden, sergilenen komediden oldukça hoşnut olduğunu anladı. Anlaşılan evlere şenlik bir imaj çiziyorlardı.

 “Haklısın. Bazı şeylere ‘evet’ dedikten sonra bunları düşünmek için oldukça geç.”

 Kadının kısılmış öfkeli bakışları Yağız’a yöneldiğinde, dişlerini sıkmaktan dudakları düz bir çizgi hâlini almıştı. Adam neden böyle sürekli bam teline basıyordu ki?! Ya da… Neden buna izin veriyordu? Bu soruların cevabı henüz kendisinde yoktu.

 “Belli ki yengeye bin bir tavırla evet dedirtmişsin bey abi. Bu duruma geleceğinizi bilsen bu kadar uğraşır mıydın acaba?”diyen pazarcı da adama eşlik ederek gülmüştü. Yağız, yanındaki kadına baktığında ateş saçan yeşiller tam hayalindeki gibiydi. Buram buram öfke ve yakıcı bir ateşle… Bu manzara gerçekten de eşsizdi ve adamı heyecanlandırmaya yetiyordu. Gözlerini sanki eşine âşık bir adammışçasına kadının gözlerinden ayırmazken dudaklarından dökülen sözlere engel olmadı.

 “Pişman değilim. Yine olsa, yine yaparım.”

 Alenen iki adam da kendisiyle dalga geçiyordu. Fakat sinir bozucu olan taraf kesinlikle Yağız’dı. Gözlerinin içine mavi kıvılcımlarla baka baka kendisiyle oynuyordu. Şu an adam kendisini çileden çıkartan bir şeyler söylemeliydi. Yani içinde garip bir heyecan oluşturan bu cümlelerin tam aksi olmalıydı. Cümlelerine ek, bir de adamın yüz ifadesi vardı. Adamın gözleri sanki dilini düğümlemişti. Donmakta olan parmaklarını ısıtan adamın elleri de bu durumda etkili sayılırdı. Pazarcıya vereceği okkalı cevabı bile unutmuştu. Silkinerek kendini toparlamaya çalıştı. Belki de şimdilik sussa iyi olurdu ve bu tantana daha çabuk biterdi.

 “Pişman değilsen şanslısın bey abi. Yoksa yenge, ömür boyu başının etini yiyecek gibi.”

 Naz, kendine gelmişken hırçın bakışlarının hedefinde bu kez pazarcı vardı. Kendisi hakkında, hem de o ortamın tam ortasındayken, konuşup gülüşmek Naz’ın kendisini tutmasını imkânsız hâle getiriyordu. Belli ki kadın iki kelime etmeden bu eğlence son bulmayacaktı.

 “Bunları konuşmak için çok geç. Bana kalsa daha süründürürdüm; ama dayanamadım. Çok uğraştı. Her gün kapıma gelen gülleri ve balkonumda yapılan Fransızca serenatları saymıyorum. Hiç susmayan telefonlarımdan bahsetmiyorum bile,” derken Naz duruma ayak uydurduğu için kendini takdir etmiş, gülümsüyordu. Yağız’a bakarken gözlerindeki kızgın ışıltılar yerini kocasına âşık bir kadın misali etrafa saçılan nazarlara bırakmış, işte bu durum kesinlikle Yağız’ın nefesini kesmişti.

 “Bey abim sen kendin kaşınmışsın.”

 Yağız durumdan gayet memnun bir şekilde Naz’a bakarak konuştu. “Beni az uğraştırmadı. Bir kez EVET diyecek diye çektiklerimi bir ben bilirim.” Sonra pazarcıya doğru döndü. “Benden tavsiye, eğer gerçekten istiyorsan bırakma. Bak bana… Ben uğraşmasam yengenin gözü beni görmezdi,” diyerek parayı uzattı ve uzatılan poşeti aldı.

 “Benden de bir tavsiye, eğer kız istemiyorsa çok gözüne girmeye çalışma. Gözünü çıkarırsın maazallah,” diyen Naz da oyunundan memnun, sinsice gülümsedi. Genç pazarcının hayran bakışları altında, el ele tezgâhtan uzaklaşırlarken Naz, Yağız’ın pençelerinden elini kurtardı ve yürümeye devam etti. “Şuncacık çocuğa beni çekilmez bir kadın olarak gösterdiğine inanamıyorum. Pazarcılara da maskara olduk senin yüzünden.”

 “Çekilmez bir kadın olarak değil, dayanılmaz bir kadın gibi göründün. Hem… Neler yapmışım ben öyle?” derken Yağız’ın dudakları kıvrılmış sanki söylenilenleri gerçekten yapmış gibi yüzünde hoşnut bir gülümseme oluşmuştu. 

 “Orada biraz daha kalsaydık ben sana daha neler yaptırırdım da bakma sen,” diyen Naz, adama ufak bir bakış attı. Biraz ilerlemişlerdi ki duydukları bir sesle durdular. Sesin sahibini tamamen unutmuşlardı.

 “Nazlı kızım, Yiğit oğlum… Nihayet geldiniz,” diyen Gülbahar teyze, bir tezgâhın arkasında taburede oturmuş, dumanı üzerinde tüten bir bardak çayı keyifle içiyordu. Naz, şu an o sıcak çayı içmek şöyle dursun avuçlarının içinde tutmak için bile pek çok şey yapabilirdi. “Sizi beklerken Hayrettin oğlumla sohbet ediyordum ben de. Bak oğlum, bu benim Nazlı kızımla Yiğit oğlum.”

 Naz, yaşlı kadının işaret ettiği kişiye bakmak için döndüğünde işaret edilen adamın kendisini bir baş hareketiyle selamladığını gördü. Namı diğer Hayri, Yağız kadar olmasa da oldukça uzun bir adamdı. Genç kadın, daha önce Hayri hakkında bir düşünce içine girmediği için aslında nasıl biriyle karşılaşacağı hakkında en ufak bir fikre sahip değildi. Ama şu an görüyordu ki Hayri esmer tenli, kahve gözlü bir erkek olarak olağan bir erkek izlenimi çizse de yakışıklı bir adamdı. Naz’ın dikkatini başka bir şey çekti. Adamın bakışları…  Adam, Naz’a bakarken bakışları oldukça şaşkın olsa da yüz ifadesi bir şeylerden rahatsız olduğunu belli ediyordu.  “Yengem, sizden çok bahsetti. Şehrimize hoş geldiniz. Buralarda yenisiniz bir eksiğiniz, ihtiyacınız olursa eğer elimizden geldiğince yardımcı oluruz,” diyen Hayri, yanındaki patates çuvalını alarak tezgâha döktü ve bunu yaparken oldukça rahattı. Zaten bu soğuğa rağmen giydiği ince kazaktan şişen kasları oldukça belirginken aksi pek beklenemezdi.

 Yağız, adamı incelerken şu anki bulundukları durumdan nedensizce rahatsız oldu. Evet, adam aralarında değilken Naz’a bu adam üzerinden takılmak ve onu sinir etmek haz vermişti; ama şu an adamın kanlı canlı hâli ve Naz bir araya gelince, işin pek de eğlenceli olmadığını fark etti. Hayri, ikisini gördüğünde oldukça şaşırmıştı. Özellikle de Naz’ı görünce… Şaşkın bakışları bunu çok net anlatıyordu.

 “Aa, Gülbahar. Pazar için geç kalmışsın,” diyen sesle Naz, sesin geldiği yöne doğru döndü. Gülbahar teyzeyle hemen hemen aynı yaşta yaşlı bir kadın, tezgâhın önünde durmuş, Gülbahar teyzeye bakıyordu. Yanında da genç bir kız vardı. Neyse ki bu yeni gelenlerle, Hayri muhabbeti çok uzamayacaktı.

 “Nazlı kızım ve Yiğit oğlumla geldim pazara. Ee biz üç ailelik alışveriş yapıyoruz. Anca oldu,” diyerek Naz ve Yağız’ı gösteren Gülbahar teyze, laflarına devam etmişti. “Bu benim ahretliğim Hatice, bu da kızı Şakire.”

 Demek Nazire bu kızdı. Naz, kızı göz hapsine aldı. Ufak tefek ve oldukça tatlı bir kıza benziyordu. Aşırı olmasa da esmer bir tene sahipti ve şaşkınlığıyla karışmış ürkek ela bakışlarla o da Naz’a bakıyordu. Sonra bakışları Yağız’a çevrilmişse de bakışları hedefinde çok durmamış ve hemen başka yöne çevrilmişti. Fakat annesi Hatice, genç kızın yerine Yağız’ı süzmeye devam ediyor gibiydi. Nasıl bir adamla karşı karşıya olduklarını bilmeden adamı inceliyor olsalar da bir gerçek vardı. Yağız’ın dışı herkesi yaksa da içini Naz’a sormak gerekiyordu. Yağız, üzerindeki bakışlara rağmen nezaket yüklü gülümseyişini ve saygılı duruşunu bozmazken, Naz adama inanamıyordu. Kendisine bir kez olsun böyle mesafeli durup da nezaketle gülmemişti! Adamın şu hâliyle dalga geçebilirdi aslında; ama şaşırtıcı bir şekilde zerre kadar içinden gelmiyordu. Aksine, adama çevrilen bakışlardan kendisine çevrilen bakışlar kadar rahatsız olmuştu.

 Kimsenin duymayacağı şekilde Yağız’a sokulurken “Buradan bir an önce gidebilir miyiz?” diye mırıldandı. Yağız’ın bakışları ona döndüğünde, adamın kendisi kadar rahatsız olduğunu fark etmiş ve adam onunla aynı fikirdeymiş gibi başını sallamıştı. İkisi de sohbetten kendilerini soyutlamışken sadece konuşulanları dinliyorlardı.

 “Bir isteğin var mı Hatice teyze?” diye sormuştu Hayri ve Hatice teyze de birkaç kilo patates tartmasını söylemiş, sonrasında Gülbahar teyzeyle sohbetine geri dönmüştü.  Hayri de patates tarttıktan sonra “Yusuf, bak bakayım buraya. Hatice teyzenle Nazire ablanın elindekileri al da evlerine götür. Hadi,” demişti. Genç bir delikanlı yaşlı kadınla genç kızın elindeki tüm poşetleri alıp yola koyulmuşken Naz, bir şeyi fark etti ve bunu Yağız’la paylaşmaktan çekinmedi. “Şu an var olan eş adayın Nazire ile vedalaşsan iyi edersin,” diye mırıldanmıştı. Bunları söylerken içinde kesif bir rahatlama, dudaklarında ise güzel bir tebessüm vardı. Yağız’ın da ondan kalır yanı yoktu. Naz’a bakarken dudaklarındaki eğri gülümseme karşılarındaki manzara içindeki küçük ayrıntıyı yakaladığını gösteriyordu. “Sen de Hayri’ye pek bel bağlamasan iyi olur. Belli ki Hayri’den sana hayır yok.”

 İkisi de karşılarındaki manzaraya dönmüş, iki yaşlı kadının daldıkları sohbeti fırsat bilip kimseye aldırmadan birbirlerinden gözlerini ayıramayan Hayri ve Nazire’yi seyrettiler bir süre. Sonrasında Yağız, dikkatini başka tarafta yoğunlaştıran Naz’a baktı. Kadının bakışlarını takip ettiğinde sıkıntıyla bir tezgâhtaki karnabahar ve brokolilere dalmış olduğunu fark etti.

 “O gördüğün yeşil sebze, karnabaharın olgunlaşmamış hâli değil, brokoli. İkisini ayırt edemedin diye sıkma canını bu kadar,” diyen adamın sözleriyle kendine gelen Naz, çatılmış kaşlarıyla adama baktı. “O kadar da değil, Yüzbaşım! Ne olduklarını biliyorum. Sadece fiyatları inceleyerek piyasa araştırması yapıp vakit geçirmeye çalışıyorum. Çok üşüdüm.”

 Yağız, kadının beyazlamış tenini fark edince ciddileşti. Kendisi soğuğu çok hissetmese de kadının oldukça üşüdüğü belliydi. Konuşmakta olan iki yaşlı kadına döndü. “Gülbahar teyze, alacaklarımız bittiyse gidelim mi? Hava oldukça soğuk ve biz daha merkeze gideceğiz,” dedi uysalca. Gülbahar teyze hemen kalkmıştı. “Tabii oğlum, desenize bana. Yoksa benim lafım bitmez.”

 Gülbahar teyze önde Yağız ve Naz arkada ilerlerken kalabalıkta elverdiğince acele etmeye çalışıyorlardı. Naz, kendisine çevrilen bakışlardan rahatsızca Yağız’a sokulmuştu. Aslında bunu istemsizce yapmıştı. Artık küçük bir yerde yaşayacağını unutmaması gerekiyordu. Böyle yerlerde herkes birbirini tanır ve yabancılar çabuk göze çarpardı. Belli ki Naz, küçük yerlere ait değildi. Ne yaşantısına ne de soğuğuna… Parmaklarını an itibariyle gerçekten hissetmiyordu.

 Sıkıntıyla nefesini bıraktığında Yağız aniden durdu ve Naz’a doğru döndü. Yürümeye başladıklarından beri kadının üzerindeki yabancı bakışların farkındaydı ve kadının kendisine sokulmasına sesini çıkarmamıştı. İçinde bulundukları durumla dakikalar öncesinde eğlenirken şimdi oldukça rahatsız hissediyordu. Kadın alenen ışıldıyor ve bu ışıltıdan gözlerini kimse alamıyor olabilirdi; ama asıl sorun bundan neden Yağız rahatsızlık duyuyordu?

 “Daha çok yolumuz var mı?” diye sordu Naz sıkıntıyla. Bir yandan da ellerini hareket ettirmeye çalışıyor yumruk yapıp tekrar gevşetiyordu. Yağız, elindeki poşetlerin bir kısmını ağzına kadar dolu olan pazar arabasının kenarlarına astıktan sonra kadının ellerine uzandı. Adamın kocaman avucunda kadının elleri kaybolurken, sıcaklıkla sanki elleri yanıyormuş gibi hissetmişti kadın.

 “Parmak uçların bembeyaz olmuş. Baya üşümüşsün sen,” derken kadının ellerini ovuşturmuştu. Ardından kadının elinin birini kendi ellerine hapsederken boşta kalan eliyle de pazar arabasına yüklenmişti. “Diğer elini de cebine sok. Fazla yolumuz kalmadı.”

 Naz, elini bir türlü adamın elinden çekemedi. Adamın parmakları kendi parmaklarına dolanmışken, istemedi de. Adamın sıcaklığı buz gibi olan ellerini eritirken derin bir nefes alarak titreyişine engel olmaya çalıştı. Bu kez titreyişi soğuktan değildi; fakat bunun farkında da değildi.

 İkisi el ele yürümeye başladıklarında Yağız bu hâllerine takılmadan edemedi. Ne de olsa bu adam her gün pazarda eşi sanılan güzel bir öğretmenle el ele yürümüyordu. “Sen ne kadar böyle düşünmesen de çok etkileyici bir çift olduk. Kimse gözlerini bizden ayıramıyor. Bunu inkâr edemezsin.” Yağız’ın aklına birden apartmandaki çocuklar geldi. Yakın zamanda enişte sıfatına bürüneceği için bu gibi durumlara alışması gerekiyordu. Gerçi… Onun bu durumdan kesinlikle şikâyeti yoktu.

 “Evet, herkes senin beni zincire vurduğunu düşünüyor ve bu hâlimden oldukça etkilenmiş olmalılar. Bizi gören teyzeler hâlime acırken, amcalar benim gibi birine pençelerini geçirebildiğini düşünerek erkeklikleriyle gurur duyuyorlardır.”

 Başını çevirip kadına baktığında kadının sinirli değil aksine kendisi gibi durumdan hoşnutmuşçasına gülümsediğini fark etti. Aralarındaki bu şey her neyse, kesinlikle devam etmeliydi. “Gençleri atladın. Eminim ki onlar da beni kıskanıyorlardır. Pazarcı genci görmedin mi?”

 “Tabii genç kızlar da senin dış görünüşüne kanıp, seni nasıl ellerinden kaçırdıklarını düşünüp evlerine kapanmış, evde kaldıkları için ağlamaya başlamışlardır. Hatta hıçkırıklarını duyar gibiyim.”

 “Ben kadınlara duyarlı bir adam olarak onların gözyaşlarına üzülsem mi, seni kendime zincirlediğim için sevinsem mi, karar veremedim,” diyen Yağız durumu belli edercesine Naz’ın parmaklarına dolanan parmaklarını biraz daha sıktı.

 Naz’ın ise o sıcaklığı hissetmesi için Yağız’ın belli etmesine ihtiyacı yoktu. O sıcaklığı yeterince hissediyordu. Ama şu an bu adam kendisine zincirliydi. Ona zincirli olma düşüncesini reddediyordu. Arabanın önüne geldiklerinde, Gülbahar teyze arabaya binerken, Naz Yağız’a doğru döndü ve hâlâ onun elini tutuyordu.

 Adam, Naz’ın  öpülesi dudaklarındaki tomurcukların gülümsemeye dönüşmesini izlerken Gülbahar teyze de yüzündeki ‘Ben zaten, böyle olacağını biliyordum,’ gülümseyişiyle hâlinden memnun bir şekilde bu gençleri izliyordu. İkisi de onun varlığını tamamen unutmuş gibi kendi âlemlerine dalmış gibilerdi. Naz’ın bir an Yağız’ın pazarcı gence söylediklerinin aklına gelmesiyle gülümsemesi iyiden iyiye genişledi.

 “Bazı şeylere ‘EVET’ dedikten sonra bunları düşünmek için çok geç,” diyerek Yağız’a göz kırparken hediye ettiği baştan çıkarıcı gülümsemenin adam üzerindeki etkisinden habersizdi. İstemeyerek de olsa elini Yağız’ın elinden çekerek arabaya doğru hamle yaptı. Adamın elini bırakmayı istiyordu; ama anlaşılan teni istemiyordu. Ellerini yumruk yaparak arabaya bindi.

 Yağız’sa birkaç saniye önce bıraktığı eline bakarken onun gözlerine bakarak söylediği sözleri bir kez daha tekrar etti. “Pişman değilim. Yine olsa yine yaparım…”

 

Aşkın Nazlı Hali - Bölüm 18

Fotoğraf @nilmelteem Bölüm 18    Okundukça birbirine karışan kelime ve harfler… Tekrar tekrar okunan kaçıncı satırdı bu?! Kaçıncı girişimdi ...